KAPLAN'IN ÜFLEDİĞİ KAVAL VE KOYUN SÜRÜSÜ

 



Risale-i Nur talebesi gazeteci-yazar Mustafa Kaplan, “sufizm” konulu “beyanname”leri için şöyle bir yeni açıklama yapmış:

Dünyânın çobanları, sekiz milyar insanı zahmetsizce güdebilmek için beyinlerini çatlatıyorlar ve milyar dolarlar harcıyorlar. Buldukları en geçerli metod, "Sufizm" denen sistemdir.

Sufizm kelimesini "tasavvuf" ile aynîleştiren çokbilmişler, bilmeden yorum yapıyorlar. Sistemde benzerlik olduğu doğru, ama tek başına o değil.

Sufizm, "beyinlerini başkasının cebine koymuş" insanları bir arada gütme san'atıdır. Bir karabaş koyun seçersiniz, bütün sürü onun peşinden gider. Düz giderse düz giderler, uçurumdan atlarsa da düşünmeden taklit ederler.

Şu ân grup formatında çalışan hemen çoğu sosyal topluluklarda bu "sufizm" işletilmektedir. Dünyânın çobanları o gruptan birisini elde etmekte -bunun da yüzlerce yolu var-, onu lider şahsıyyet konumuna getirmekte; onun yönlendirmesiyle de o grubun bütün ferdlerini istenilen rotaya sokmaktadırlar. Çünkü, arkadan gelenlerin "sorgulama" alışkanlıkları yoktur, zâten ona müsâade de edilmez. Hemen "aforoz" sistemi işletilir...

Evet, günümüz tasavvuf ekolleri sufizme en uygun yapılardır; ama bütün gruplar aynı formatta çalıştırılmaktadır. Sâdece tarîkatlar değil, mason locaları da, liberaller de, siyâsî partiler de, STK'lar da sufizm metoduna göre şekillendirilmektedir. Lider tek söz sáhibidir, yanlışında hikmet aranır, aslâ tenkid edilemez!

Var mı, içinde bulunduğu sistemi eleştiren babayiğitler? Hangi grupta, hangi inançta olursa olsun, selâm olsun akıl sáhiblerine! Yazıklar oldu Sufizm mahkûmlarına!..

İşte Mustafa Kaplan'ın karşı çıktığı "Sufizm" budur. İslâm dîni ise, ferdleri özgün düşünmeye, mutlaka aklını kullanmaya, eleştirel mantığa sevk eder. Sufizm seline kapılan bir beyne bunu anlatamazsınız...

Söyledikleri doğru, isimlendirme (kavramsallaştırma) yanlış.

Ki bu, ciddi bir sakatlık.

*

Kaplan, sufizm kelimesi etrafında laf üreteceğine “Allah’ın vaadi” konusundaki hatasını itiraf edip düzeltseydi, okurlarına karşı sorumluluğunu yerine getirmiş olur, ve kendisinin, hataları olmakla birlikte “iyi niyetli ve samimi” olduğunu düşünmemizi sağlardı.

Hatasız kul olmaz, “Beşer, şaşar”, fakat iyi niyetli insanlar, hatalarını fark ettiklerinde düzeltirler. Yanlışlarını itiraf etmekten kaçınmazlar, tam aksine, hata etmiş olduklarını söyleyerek insanları uyarma konusunda acele ederler.

Mesela İmam Şafiî gibi müçtehit imamların içtihat ve fetvaları için “kavl-i kadîm” ve “kavl-i cedîd” ayrımı yapılır.. Birçok konuda sonradan görüşlerini değiştirmişlerdir. “Bir zamanlar şöyle demiştim, bu konuda farklı birşey söylemeyeyim, sonra insanlar benim için ‘Bir dediği öbürünü tutmuyor’ derler” diye düşünmemişlerdir.

Böyle düşünselerdi takva şişesini taşa çalıp kırmış ve sapıtmış olurlardı.

*

Merhum Bediüzzaman’ın da, bir mahkeme savunmasında yaptığı şöyle bir “hata itirafı” var:

İddianamede, “Telvihat-ı Tis’a” namında tarikatın bazı hakaikine ait bir risalede medar-ı tenkid bulunan şu fıkra:

Ehl-i Sünnet ve Cemaate mensub bir kısım ehl-i siyaset ve bir kısım gafil insanlar, ehl-i tarikatın içinde gördükleri bazı su-i istimalâtı (kötüye kullanımı) ve bir kısım hatiatı (hataları) bahane ederek bu hazine-i uzmayı kapatmaya, belki tahrip etmek ve bir nev’i âb-ı hayatı dağıtan o kevser menbaını kurutmağa çalışıyorlar. Ve merkez-i hükûmet olan İstanbul’u beş yüz elli sene, bütün âlem-i Hristiyanînin karşısında muhafaza ettiren, İstanbul’da beş yüz yerde fışkıran envar-ı tevhid ve merkez-i İslâmiyetteki ehl-i imanın mühim nokta-i istinadı o büyük camilerin arkalarındaki tekyelerde o ‘Allah, Allah’ diyenlerin kuvve-i imaniyeleri ve marifet-i ilâhiyeden gelen bir muhabbet-i ruhaniye ile cûş-u huruşlarıdır. İşte ey insafsız hamiyetfuruşlar (hamiyyet gösterişçisi, hamiyyet satar) ve sahtekâr milliyetperverler!. Tarikatın, hayat-ı içtimaiyemizde bu hasenesini çürütecek hangi seyyiatlardır, söyleyiniz.” diye yazılı olan fıkra (anekdot) aleyhime tenkidkârane bir fıkra olarak dercedilmiş.

El-cevap: Bu fıkra hakikat noktasında çok hatiatımı affettirir, mübarek bir fıkradır. Hem bu fıkra, hükûmetçe tarikatın yasak olduğuna dair kanunların neşrinden hayli zaman evvel olmakla beraber, bu tarikat talimi değil, tarikatın bir hakikat-ı ilmiyesini ilmen beyan etmektir. Buna yasak temas edemez.

Bediüzzaman burada hukuk dersi veriyor, fakat konumuz bu değil.

Görüldüğü gibi, “hatalarını affettirmek”ten söz ediyor.

Büyük insandı, Allah rahmet eylesin!

*

Mustafa Kaplan’ın ifadelerine dönelim..

Demagoji ve mugalataya sığınıyor.

Çokbilmişler, sufizm kelimesini "tasavvuf" ile aynîleştiriyorlarmış.

Zaten aynılar.. Aynı kökten türemiş kelimelerdir.. Sufî eşittir mutasavvıf, ve sufizm eşittir (cilik, culuk vezninde) tasavvuf-çuluk.

İmdi, yazarın anlattığı şey şu:

Ortada bir “sistem” var, esasını insanları “sürü” haline getirip (başlarına geçirilen bir “karabaş koyun” vasıtasıyla) gütme oluşturuyor.

“Dünyanın çobanları” denilen birileri (her kimseler), grup formatında çalışan hemen çoğu sosyal topluluklarda o gruptan birisini elde etmekte -bunun da yüzlerce yolu varmış-, onu lider konumuna getirmekte; onun yönlendirmesiyle de o grubun bütün ferdlerini istenilen rotaya sokmaktalarmış. Arkadan gelenlerin (sürünün) "sorgulama" alışkanlıkları yokturmuş, zâten ona müsâade de edilmezmiş. Hemen "aforoz" sistemi işletilirmiş.

Bu “sistem” (sufizm metodu) hem tasavvuf ekollerinde (tarikatlarda), hem mason localarında, hem liberallerde, hem siyâsî partilerde, hem de STK'larda (sivil toplum kuruluşlarında) hükümferma imiş.

Bunun anlamı, liderin tek söz sáhibi olmasıymış, liderin yanlışında hikmet aranırmış, aslâ tenkid edilemezmiş.

*

Bunları anladık, güzel de, bu sufizm metodu denilen şey, sadece tasavvuf ekollerinin tekelinde olmadığına, siyasal partilerde, sivil toplum kuruluşlarında (vakıflar ve derneklerde, gönüllü kültür teşekküllerinde), mason localarında vs. de yürürlükte olduğuna göre, neden bu olguyu sufizm diye adlandırıyorsun da mesela “masonizm, partisizm, sivilizm” vs. gibi bir tabir kullanmıyorsun?

Dünya siyasetine damgasını vurmuş olan bu olgunun farkında olan tek kişi sen değilsin ve sosyal bilimler literatüründe bu olguyu ifade için kullanılan yığınla terim var.

Neden onlardan birini kullanmıyorsun da buna sufizm diyorsun?

Bu olgu işte Yahudilik ve Hristiyanlığa hakim durumda.. Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde belirtildiği üzere haham ve rahiplerini “rab” edinecek kadar liderperestler. Koyun sürüsü olmaya dünden razılar.

Aforoz sistemi de Katolikler’in alamet-i farikası durumunda.

Söz konusu “rableştirme” (Ki sürüleşme ve liderperestliğin zirve noktasıdır) Yahudi ve Hristiyanlar’a özgü de değil.. Firavun ve Nemrut da rabliklerini ilan etmiş ve “sürü”lerine bunu kabul ettirmişlerdi.. Nazım Hikmet'in "Beni Stalin yarattı" diye şiir yazması tesadüf değildir.

Çok uzağa gitmeye gerek yok, çağdaş Türkiye’de de Selanikli Mustafa Atatürk’ü tanrı ilan eden, “Kâbe Arab’ın olsun / Bize Çankaya yeter” diyen putperestler çıktı.

Bu sapmayı ifade için bula bula sufizm kelimesini mi buldun?..

Sözlükteki kelimelerin köküne kıran mı girdi?!

*

Yazar “eleştirel mantık”tan söz ettiği için mantık bahsine de girelim.

Tanımların efradını cami, ağyarını mani olması önem taşır.

Kategorizasyonda “beş küllî”ye (cins, nev’, fasıl, hassa ve araz-ı âmm) dikkat etmek gerekir.

Cins, nev’ (tür) ve fasıl zatî, hassa ve araz ise arızî küllîlerdir.

Mustafa Kaplan’ın sufizm diye adlandırdığı olgu, bu taksimde araz-ı âmmeye tekabül eder. Şayet sadece tarikatlarda böyle bir durum görülseydi, hassa olurdu.

Dolayısıyla, söz konusu olguya sadece tarikatları akla getiren bir isim takmak, mantık bakımından yetersizliğe ve kafa karışıklığına karşılık gelir.

Tabiî asıl maksat kafa karıştırmak ve özel olarak tarikatlara laf sokuşturmak değilse..

Söz konusu olguyu ifade için masonizm, partisizm, sivilizm vs. gibi bir isim takılsaydı o da yanlış (ya da yetersiz, kafa karıştırıcı) bir adlandırma olurdu.

*

Diyelim ki Mustafa Kaplan'ın "sufizm" şeklindeki adlandırması haklı ve yerinde..

Ve birileri, onun bu isimlendirmesine itiraz ederken yanılıyorlar.

Bu durumda Kaplan'a haksızlık etmiş, kul hakkına girmiş olurlar, fakat bu, itikadî bir hata değildir.. Dinin özüyle de ilişkisizdir.

Esas itibariyle “sosyal psikoloji” disiplini tarafından incelenen bir konuda hatalı mülahazada bulunmuş olursunuz.

Mustafa Kaplan'ın "Allah'ın vaadi" konusunda sarfettiği sözler ise bizzat Kur'an'la çelişmektedir.

İtikadî niteliktedir.

*

Üstelik, burada kul hakkına giren kişi, Mustafa Kaplan.. Kullandığı sufizm tabiriyle tarikatların tümünü şaibe ve töhmet altında bırakıyor, kul hakkına giriyor.

Tarikatlardaki liderperestlik, tarikat kurumunun yozlaşmasıyla ortaya çıkıyor, batıl din ve ideolojilerdeki liderperestlik ise onların karakteristik özellikleri durumunda.

Dikkat edilirse, tarikatlarda müridin mürşide (mürşid zannedilen boş beleş adamlara değil, kâmil [alim ve müttekî, Şeriat’e bağlılıktan ayrılmayan] mürşide) gassalın elindeki ölü gibi teslim olmasından söz edilir.

Adlî tabibin elindeki kadavra gibi teslim olmaktan değil..

Batıl dinlere, ideolojilere, masonik yapılara, laik partilere ve perestiş edilen (tapınılan) liderlere tabi olanlar, kendilerini kadavra yapıyorlar. İnsanlıktan çıkıyorlar. Kula kul oluyorlar.

Gassal, ölüyü yıkar temizler, giydirip kefenler, ona hizmet eder, onun yükünü çeker, zahmet ve meşakkatine katlanır.. Tarikat, manen temizlenmek içindir.. Mürşidin vazifesi, müridi manen temizlemeye çalışmaktan ibarettir.

Tarikat kurumunu istismar eden kifayetsiz muhteris müteşeyyihlerin (şeyh taslaklarının, din yolunun haramilerinin, tarikatı menfaat vasıtası yapıp dünya nimetlerine çökenlerin) durumu ayrıdır (Ki günümüzde sayıları hiç de az değil). Nasıl sahte peygamberler var diye peygamberlik kurumuna laf söylenemezse, böylesi sahtekâr şeyhler (maneviyat dolandırıcı ve kalpazanları) bahane edilerek tarikat kurumu da aşağılanamaz.

Katil düzenlerin adlî görünümlü zalimî neşter sahiplerinin gassal rolü oynayarak organ mafyacılığı yapıyor olmaları, gassallık mesleğinin günah hanesine yazılamaz.

Mafyanın organ kaçakçılığını gassallık ya da gassalizm olarak adlandıramazsınız.

Laik (siyasal dinsiz) devletin güdümüne girmiş tarikatımsıların rezaletleri de sufîliğin suçu değildir.

*

Kaplan, sözlerini şöyle bitirmiş:

İşte Mustafa Kaplan'ın karşı çıktığı "Sufizm" budur. İslâm dîni ise, ferdleri özgün düşünmeye, mutlaka aklını kullanmaya, eleştirel mantığa sevk eder. Sufizm seline kapılan bir beyne bunu anlatamazsınız...

Demek oluyor ki bu vatandaş, kendisinin tenkit edilmesinden memnun olacak biri..

Karşımızda (eğer samimiyse) kendisinin sözlerinin sorgusuz sualsiz kabul edilmesinden hoşlanmayacak, eleştirilmesinden keyif alacak biri var.

Yazdıklarından anlaşıldığına göre, yazdığı konularda "tek söz sahibi" olmayı istemesi, yanlışında hikmet aranmasını beklemesi söz konusu değil.

Bu iyi.

Yoksa yanılıyor muyuz?


OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...