Evet, İslam'ı güncelleme meraklılarının derdi İslam'ı
laikleştirme, laikliğin (siyasal dinsizliğin) emrine
vermeden ibarettir.Laik
rejimler tarafından kullanılıp istismar edilmesini
sağlamaktır.
Din
istismarını laik
devletin tekeline vermektir.
Tarihsellik edebiyatçılarının derdi de bundan başkası
değil.
"İslam'ın
ruhu" safsatasıyla
ortaya çıkanlar da aynı durumdadır.
*
Tarihsellik
edebiyatı yapan ilahiyatçı soytarılara hukuk fakültelerinde bazı
dersleri alıp "hukuk formasyonu"
edinmeleri şartı getirmek, bunu yapmayanları diplomasız göndermek yerinde olur.
Çağdaşlığı,
Batı düşüncesini, modern beşerî hukuku çok önemsiyorlar ya, gidip
çağdaş hukuk (yasal düzenlemeler) açısından "ruh" nedir, öğrensinler.
Bu
soytarıların pîri, akıl hocası, feyz aldıkları baş sahtekârın adı, Fazlur
Rahman..
Onun
Cambridge Üniversitesi tarafından
yayınlanan İslam adlı kitabını tercüme etmiş bulunan Mehmet Dağ ile
Prof. Mehmet Aydın, yazdıkları giriş ya da sunuşta şunu
söylüyorlar:
“Acaba el kesme, hırsızlığın önlenmesi
için yegane tedbir midir, yoksa bu hükmün güttüğü gayeyi gerçekleştirmek için
başka tedbirler de düşünülebilir mi? Başka bir deyişle, el kesme cezasını belli
bir toplumsal yapının şartları içinde öngörülen bir tedbir şeklinde düşünür,
burada lafzın değil de güdülen amacın ezeli geçerliliğini öne sürer ve bu anlayış
içinde yasama faaliyetine koyulursak, İslam’ın dışına çıkmış sayılır mıyız?”
Fazlur Rahman’a göre bu sorunun cevabı hayırdır.
Yani hırsızlığın cezasını (ve benzer hükümleri) güncelleyeyip değiştirebiliriz.
*
Batılı hukukçular, Fazlur Rahman’ın amaç (maksad) dediği şeye “ruh” adını vermektedirler.
Onlara göre, yasaların ruhundan söz ederek yargıca cezanın
şekli ile ilgili takdir yetkisi vermek, yargıç sayısınca ayrı ceza şekli meydana getirmektir.
Batı’da bu noktaya ilk işaret eden Montesquieu oldu.
Konuyu en geniş şekli ile ele alan kişi ise, 1764’te “Suçlar ve Cezalar” adlı önemsenen eserini yazan
İtalyan hukukçu Cesar Beccaria’dır.
Ona göre, hakimler
kanunları “yorumlama” hakkına sahip değillerdir.
Lafzı ne diyorsa ona uymak zorundalar.
Beccaria, “Asıl
olan kanunun ‘ruh’una nüfuz etmektir” şeklindeki genel bir aksiyomdan daha tehlikeli
hiçbir şey olamayacağını söylemektedir.
Evet, tehlikeli..
İbrahim Kalın efendi, eğer anlarsan, “İslam’ın ruhu” safsatasının durumu da budur
işte..
*
Söz konusu düşünce neden tehlikelidir?
Beccaria’nın ifadesiyle şundan: “Kanunun ‘ruh’u düşüncesi, kanunların
fikir sellerine terkine yol açar”.
Beccaria, “Her
insanın kendine has bir görüş tarzı vardır” der, “Hatta aynı adam, aynı şeyi
ayrı ayrı zamanlarda başka başka şekillerde görüyor. Böyle olunca,
bir ‘kanunun ruhu’, hakimin doğru veya hatalı mantık mülahazalarına
bağlı kalacaktır.”
Anladın mı İbrahim!
Bu yüzden, ne kadar mantıksız, yersiz ve yetersiz görünürse
görünsün, kanunun “lafz”ına bağlılık zorunlu
görülmüştür.
Halbuki neticede modern hukuk beşerîdir, ilahî değil.
Kul yapısıdır.
*
Bizim güncellemeci modernistlerimiz ise, ilahî yasalar
hakkında lafza bağlılığı gereksiz görmekte, beşerin, algıladığı “ruh”a (uyduruk "İslam'ın ruhu"na) göre seçeceği
ceza şeklini savunmaktadırlar.
Bu lafız-maksad göz
boyamacılığının, Kur’an‘ın lafız bakımından korunmuş olmasından
ileri geldiği açıktır.
Haham ve papazlar Tevrat ile İncil‘i lafız
bakımından tahrif edebilmişlerdi. Onların İslam dünyasındaki izleyicileri ise,
lafzı değiştiremedikleri için, kafalarına göre ruhlar ("İslam'ın
ruhu") icat edip, ayetleri yorum
düzeyinde tahrif etme çabası içindedirler.
Bazıları da, İmam Şatıbî ve İmam Gazzalî gibi alimlerin dile getirdikleri makasıd-ı şerîa(t) (Şeriat'in gayeleri) meselesini istismar edip çarpıtıyorlar.
*
Meselenin başka yönleri de var.
Farklı bir toplumsal yapının
hükmü değiştireceğini neye dayanarak söyleyebiliriz?
İnsanoğlunun nasıl biyolojik yapısında bir değişme yoksa, psikolojik yapısında da yoktur.
Hırsızlığın engellenmesinde düşünülecek olan konu toplumsal yapı değil, insan tekinin psikolojik yapısıdır.
Toplumsal yapının değişmesi, zaman ve mekânın (tarih ve coğrafyanın) farklılığı suçları ortadan
kaldırmıyorsa, hırsızlık olayları (ve diğer suçlar) yine yaşanıyorsa, bu
değişiklik neyi ifade eder?!
Toplumsal yapılar değiştiği halde neden nesli tükenen tek
bir suça rastlanmıyor?
Kaldı ki, Peygamber Efendimiz s.a.s. döneminde Medine’nin
toplumsal yapısı ile bedevîlerinki farklı değil miydi?!
Doğulu mecusi İran ile Batılı Roma'nın varisi hristiyan Bizans’ın toplumsal yapıları da farklılık
göstermiyor muydu?!
*
Bütün bunlar bir yana, Fazlur Rahman’ın serdettiği başka
görüşler, onun hırsızlık hakkındaki
yorumlarını geçersiz ve gereksiz hale getirmektedir
Söz konusu saçmalar koleksiyonu kitabında şöyle diyor:
“Sahabeden
Ebu Zerr’in Peygamber’den şöyle bir
hadis rivayet ettiği söylenmektedir: ‘Allah’tan başka ilah yoktur (ve Muhammed
Allah’ın resulüdür) diyen Cennet’e gider.’ Sahabenin ‘zina eden ve hırsızlık
yapan bir kimsenin de Cennet’e girip giremeyeceğini’ sorması üzerine
Peygamber’in ‘Evet’ diye cevap verdiği söylenir. Böyle bir hadîsi Peygamber’e kadar götürmek mümkün değildir, çünkü Kur’an, büyük bir ısrarla ve
sürekli olarak imanla ameli birlikte
zikretmektedir.”
Bu durumda Fazlur Rahman’ın, hırsızın
elinin kesilmesi ile ilgili konularda yeni hükümler icat etmek
için acele etmemesi gerekirdi.
Çünkü müminler hırsızlık yapmayacağına (ve başka suçlar
işlemeyeceğine) göre, müminler için düzenlenmiş cezalara da ihtiyaç
yoktur.
Bir mümin suç işlediğinde, Fazlur Rahman gibi düşünülürse,
aslında ortada tek bir suç vardır: İmanı kaldırıp atma, yani küfür.
Artık o bir mümin olarak yargılanamaz.
Kuşkusuz bütün bunlar saçmalıktan ibaret. Fazlur Rahman’ın
Ehl-i Sünnet imamlarına muhalefet etme saikiyle Kur’an’ı Haricîler
gibi yorumladığı, akılda onlarla ortak olduğu, onlardan daha akıllı
olmadığı açık.
*
Burada bir parantez açalım.
Ehl-i Sünnet’e göre iman,
kalple samimi tasdik ve dille takiyyesiz ikrardan ibarettir.
Amel, imanın şartı değildir, kemaline
işaret eder.
Nitekim Allahu Teala iman ile salih ameli ayrı ayrı
zikretmektedir. Yani iman başka, salih amel başkadır.
Kalbiyle inanan, ve bunu da diliyle ifade eden, küfür sözler söylemeyen, küfre düşürecek amellerden kaçınan kişi
mümindir.
Böyle biri, amelsizliğinden, yani günahından dolayı tekfir
edilemez, onun kâfir olduğu söylenemez.
Tarihselci modernistlerin pîri Fazlur Rahman’a göre ise,
amelsiz ve günahkâr adam kâfirdir. Kur’an’dan bunu anlıyormuş.
Bu Ehl-i Sünnet’in değil Haricîlerin itikadıdır.
Kısacası, Fazlur Rahman, bizim yerli ve millilerden daha az
soytarı değil.
Soytarılıkta, kafası karışıklıkta, çelişki ve tutarsızlıkta
onları geçmekle birlikte, ahmaklıkta onlara yetişemiyor.
Çünkü, bizim “taklid”
düşmanı, sözde eleştirellik meraklısı, aklı kullanma tutkunu yerli milli beyinsizler,
sorgulamadan Fazlur Rahman’ın peşine düşerek farkında olmadan modernist Hıristiyan ilahiyatçıları taklid eden “mahi”lerdir, derya
içre olup deryadan habersiz mahiler.
(İbrahim Lavaş/Maraş gibi farkında olarak
taklid edenler hariç; onlar hangi deryada yemlendiklerini bilen açıkgöz balıklar.)
*
Batı’da Tevrat ve İncil‘e tarihî tenkid (tarihsel eleştiri / historical critical) metodu ışığında yaklaşma
eğilimi özellikle Evrim Teorisi’nin
etkisiyle başladı.
Çünkü geçen yüzyıllarda Batı toplumlarında doğa bilimlerine
karşı sınırsız bir güven vardı. (Yirminci Yüzyıl’da bilim ve bilgi felsefeleri alanındaki tartışmalarla bu güven
sarsıldı, postmodernizme giden yol
açıldı.)
Bu güven, teknolojik alandaki somut başarı ve ilerlemeden besleniyordu.
Doğa bilimleri kapsamında düşünülen Darwin’in Evrim Teorisi,
Batılı insanın dinî inançlarını şüpheli hale getirmişti.
Bu gelişmenin etkisiyle dinî-tarihselci okul/ekol,
doğa bilimleri ile din arasındaki uçurumu kapatmak üzere kolları sıvadı.
Amacı, tarihî tenkid (tarihsel/tarihselci eleştiri / historical critical) yöntemi vasıtasıyla Kutsal Kitap (Kitab-ı
Mukaddes) “dil”inin “anlam“ını yeniden
keşfetmekti.
İnsanın ve yerkürenin yaratılışı hakkındaki (doğa bilimleriyle çelişen) bilgiler ve
tarihî olaylar, Kutsal Kitab’ın “lafz“ının kesin
anlamında “tarih” olarak anlaşılmamalıydı.
Aksine onlar birbirini
geçersiz hale getirmeyen çok sayıda
yorumlar olarak anlaşılabilirdi ve anlaşılmalıydı.
Böylece, tarihî tenkidçi Kutsal Kitap yorumu, yeni
doğa bilimi anlayışıyla Kutsal Kitap arasında (görünüşte) bir uzlaşma
sağlanmasının önünü açtı. Böyle inanıyor, daha doğrusu buna inanmak
istiyorlardı.
Bundan böyle bu ikisi birbirine hiç aykırı düşmeyebilirdi.
Bütün yapılması gereken, Kutsal Kitap lafızlarının kesin
bilgi içermediğini, çok sayıda yoruma imkân veren mecazlar içerdiğini kabul etmekti.
*
“Tarihsel
eleştiri” yöntemi köken itibariyle Spinoza’ya dayanıyor.
Spinoza, İncil’in her ayrıntısının Tanrı’ya dayanmadığını kabul ettiği için
(Ki, tahrif edildiği için durum budur) böylesi bir yaklaşımı benimsemişti.
(Yani prof. unvanlı pırasasör Mustafa Öztürk soytarısı, Kur'an'daki
her ayetin Allah tarafından indirilmiş olamayacağını söylerken ilhamını Spinoza
geleneğinden alıyor.)
Spinoza'ya göre, İncil’i okurken daima,
yazılmış bulunduğu dönemin şartlarını akılda tutmalıydık. (Böylece, tahrif
ameliyesini onaylamış oluyordu.)
Onun ardından İngiliz filozof Collins de “eleştirel” yöntemi
benimsemiş, daha sonra bu, Batılı ilahiyatçılar arasında bir modaya
dönüşmüştür.
Ardından da bu hayalet Türkiye'de, şişeden çıkan cin
gibi maddeten ve manen "en kara" Ankara Ekolü
olarak kendisini göstermiştir.
Sorun şurada ki, bir akılsızın şişenin kapağını açarak serbest
bıraktığı bu (hristiyan mezarlığından kopup gelmiş) en kara ucube hortlağı kırk akıllı şişeye tekrar sokamıyor.
* * *
DR.
SEYFİ SAY’IN İNTERNETTE PDF FORMATINDA YER ALAN KİTAPLARI:
(https://archive.org/details/texts?tab=collection&query=%22seyfi+say%22)
28 Şubat Sonrasının Bilançosu:
Laikleşen İslamcılar, Solculaşan Milliyetçiler
28 Şubat Sürgünü: Prof. Esad
Coşan Hoca
Ajan Dindarlığının Kodları:
Anti-İslamcılık, Pseudo-Hilafetçilik
Ajanın Din Mühendisliği:
Laiklikle Vaftiz Edilmiş Müslümanlık
Akıl, İman ve Kant’ın Felsefesi
Anıtkabir Tapınmacılığının İki
Düşmanı – İslam (İrtica) ve Kürt (Öteki)
Atatürkçü Türk İslamı’nın İnanç
Kodları: Harun Yahya (Adnan Oktar) Örneği
Bilim ve Metafizik
Cemaat Küresel İslam Devletidir
Cumhuriyet
İlahiyatçılığı:Tefakkuhsuz Fıkıh
Çok Sessiz Bir Ölüm (Şeyhleri
de Vururlar)
Darulhikme Tartışmaları
Dinlerarası Diyalogtan İslam-Darwinizm Diyaloğuna
Diyanet, Laiklik (Siyasal
Dinsizlik) ve Atatürk
Ehl-i Beyt ve Muaviye R. A.
Ehl-i Sünnet, Şia ve Selefîlik
Eski Yunan’dan Kalan Gericilik: Demokrasi
Felsefe, Bilim ve İman (Saf
Akılsızlığın Tenkidi)
Felsefî ve Kelâmî Mübahaseler
Fethullahcı
Zihniyetin Tenkidi
Halifelikte Ehliyet ve Liyakat
(Erbakan-Coşan İhtilafı)
Haramilerce Yağmalanan Tasavvuf
İdeolojisiz Siyaset:
Partilikten Pırtılığa
İlahiyatçılar Sirkinin
Canbazları
İngiliz’in Gözde Şeyhi İbn
Arabî
İslam’ın Şeriatı, Laikliğin
(Siyasal Dinsizliğin) ‘Düzen’i
Kader Risalesi
Kadın, Erkek, ve
Toplumsal Cinsiyet
Kalemin Kuşanıldığı Devran
(Sağduyu Yazıları)
Kalemlerdeki Cahil Cesareti
Kritik-Analitik Oyunun Analiz
ve Kritiği
Kurtuluş Savaşı’nın Sansürsüz
Tarihi
Laik Düzen Tekfirciliği
Laik Rejimlerde İslami Hareket -Yöntem Tartışması
Laik (Siyasal Dinsiz) Düzenin
Dindar Medyası
MİT’in Frankeştayn’ı FETÖ
Ortadoğu’nun Pusulasız ve
Rotasız Gemisi
Proje Adam ve Madamlar
Ruyet-i Hilal Risalesi
Sağduyu mu, Solduyu mu?
(Sağduyu Partisi’nin Zihniyet Karnesi)
Siyasal İslam ve Siyasal
Dinsizlik (Laiklik)
Sünnet’e Karşı Metin Tenkidi
Şarlatanlığı -Hilafet Hadîsleri Örneği-
Sünnetsiz Tarihselci
Modernistler, Ehliyetsiz Sünnetçiler
Şahsiyet Ne Yana Düşer Usta, Dış
Politika Ne Yana?
Tarihselcilik: İctihad Değil
İnkâr
Türkiye’de Din İstismarının
Devletleştirilmesi (Laik ‘Allah ile Aldatma’ Rejimi)
Türkiye’nin Bedevîleri –
İslamcılık Karşıtı İmansız Müslümanlar
Türkiye Tarikatlarının Kimlik
Krizi: İskenderpaşa Örneği
Türk Siyasetinin Üç Hali: Katı
(Kaba), Sıvı (Cıvık) ve Gaz (Görünmez)
Zamane İlahiyatçılarındaki
Savrulmalar: Fethullah Gülen Fıkhı Örneği
Zamanın İmamı Meselesi ve Şiîleşen Tarikatçılar