İSLAM'IN HRİSTİYANLAŞTIRILMASI (PROTESTANLAŞTIRILMASI VE KATOLİKLEŞTİRİLMESİ) AMELİYESİNİN TASAVVUF AYAĞI

 









Çocukluğumuzda ilk hatırladığımız şeyleri düşündüğümüzde onların sıradışı ve hayatın olağan akışının dışında şeyler olduğunu farkederiz:

Bir ölüm, bir hastalık, bir cenaze, bir düğün, bir bayram, bir festival, bir fırtına, bir felaket, bir deprem, bir kaza vs…

Olağan olmayan sıradışı nesne ve olaylar her zaman dikkat çeker, birey ve toplumları etkiler, ve hafızalarda derin izler bırakır.

Bu yüzden, olağan üstü ya da dışı hoşa giden işler başaran ve beceriler sergileyenler gözlerde büyütülür, hatta bu büyütme perestiş boyutlarına ulaşır.

İşte Muhyiddin ibn Arabî adlı Endülüslü şarlatanın gözlerde büyütülmesinin nedeni de bu.. Hayatıyla ilgili olağanüstü ve sıradışı olaylar, uçmalar kaçmalar anlatıyor olması.

Bu anlattıklarına bakarak ve yazdıklarının cesametine aldanarak insanlar, onun kendisini “velîlerin sonuncusu” ilan etmesi türünden Kitap ve Sünnet’e de, akla ve mantığa da aykırı zırvalarını huşu içinde tasdik edebildiler.

*

Ne yazık ki insanlar özgüveni yüksek yetenekli palavracıların hipnotik telkinlerine ram olmaya teşneler.

Mesela ülkemizde İskender Evrenosoğlu diye biri çıkıp peygamberliğini ilan etti ve birçok kişi ona inandı.. Cenazesi bir hayli kalabalıktı.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in zorlu ilk yıllarında kimse peygamberliğe heveslenmemişti, fakat Arap Yarımadası’nda hakimiyet kurunca “Bu peygamberlik işinde ekmek var” diyerek peygamberlik taslayan iki sahtekâr çıktı.

Böylesi sahtekârların en başarılısı, Kadıyanîler’in lideri Mirza Gulam Ahmed gibi görünüyor.

*

Gulam Ahmed, zampara şeyh İbn Arabî’nin bir benzeri..

Ondan farkı, kendisini “en hakiki sonuncu veli” ya da “öz hakiki velilerin sonuncusu” ilan ederek daha fazla taraftar toplaması mümkünken freni patlamış kamyon gibi işi peygamberlik boyutuna taşımış olması.

Werner Keller, onun hakkında şunları yazmış durumda:

“Ahmedi Kadyanî’nin karşısına azizleri bol Hindulardan, Tibetlilerden kimse çıkamıyordu. Yaşayan Hristiyan azizi ise artık kalmamıştı. Onun olacak dediği, oluyor, ölecek dediği, ölüyordu. Bir cüretkâr ile macerası şöyle olmuştu: Lek Ram isminde Brehmen kastından ve Aryamaç mezhebinde bir Hindu, Kadyan kasabasına giderek Ahmedi Kadyani’ye ‘Kur’an Tanrı kelâmı değildir. Tanrı kelâmı yalnız Vedalar’dır. Vedalar’a olan imanım ile bana ilhamlar gelir. Sana ecelinin ne vakit geleceğini haber verebilirim” dedi. Ahmedi Kadyani, dini hakkında kati delilinin neden ibaret olduğunu Hindu’ya sordu. ‘Hindu dinimden aldığım kuvvet ile geleceği kestirmem yeter bir delildir’ cevabını verdi. Ahmedi Kadyani, ‘Öyle ise dininin yanlışlığını dindaşlarına anlatmak kolay olacaktır’ diyerek karşılıklı kehanetlerin gazetelerle yayınlanmasını teklif etti. Hindu kabul etti. Böylece bütün Hindistan, meseleden haberdar oldu: ‘Hindu’ya göre Ahmedi Kadyani üç sene içinde koleradan ölecektir. Ahmedi Kadyanîye göre Hindu altı sene içinde bir bayram günü dindaşları tarafından parçalanacak ve o günden birkaç gün sonra Pencab bölgesinde kolera hastalığı çıkacaktır. Hindistan’da böyle bahisler unutulmaz. Merak ile netice beklenir. Üç sene ve daha fazlası geçti; Ahmedi Kadyani diri kaldı. Altıncı sene bir bayram günü Lek Ram’ı öldürdüler ve bir hafta sonra Pencap’ta kolera haberleri geldi.”

(W. Keller, İnsanlar ve Mucizeler’den aktaran Hakan Yılmaz Çebi, Metafizik İstihbarat, İstanbul: Çınaraltı Y., 2021, s. 197-8.)

*

Kadıyanî’nin marifetleri Werner Keller gibi batılılara göre mucize olabilir, fakat İslam’ın mucize anlayışı içinde bu tür şeylerin yeri yok.

Çünkü mucizeler, insanların benzerlerini yapmaktan “aciz” kaldıkları şeylerdir.

Kadıyanî’nin kehaneti ise, cinler (şeytanlar) vasıtasıyla hayata geçirilebilecek birşey.. Şeytanlar, sürekli vesvese verip telkinde bulunmak suretiyle, üzerlerinde “kontrol” kurdukları insanlara (günah olan) pekçok işi yaptırabilmektedirler.  

[Cinler (Ki şeytan dediğimiz varlıklar bunlardandır) ile şeytanlaşmış insanlar birbirleriyle yardımlaşırlar: Ve (Allah) o gün, onları hep berâber bir araya getirecektir. ‘Ey cinler (şeytanlar) topluluğu! Şüphesiz ki, insanlardan (inkârcıları) çoğaltmak istediniz!’ (denilecek). Onların insanlardan olan dostları diyecek ki: ‘Rabbimiz! Birbirimizden faydalandık ve bize takdîr ettiğin ecelimize ulaştık!’” (En’âm, 6/128)

İnsanlar, cinciler ve büyücüler vasıtasıyla cinlerden faydalanabiliyor, onlar vasıtasıyla başka insanlara zarar verebiliyorlar. (Bu cincilik/büyücülük işlerine istihbarat teşkilatları da "parapsikoloji" gibi artistik adlar vererek bulaşıyorlar. Merhum Kadir Mısıroğlu bir kitabında bazı MİT'çilerin de bu işlerle meşgul olduklarını yazmış durumda.)

Cinler/şeytanlar, vesvese vermek suretiyle insanlar üzerinde “zihin kontrolü” denilen olayı gerçekleştirebilmekte, düşüncelerini yönlendirebilmektedirler. Bundan kendilerini koruyabilenler, zikir ehli olup Allahu Teala’yı hatırlayanlardır: (Allah'tan) gerçekten sakınanlar (takva sahipleri), kendilerine şeytandan bir vesvese dokunduğu zaman, hatırlayıp derhâl (hakikati) gören kimselerdir.” (A’râf, 7/201)

Bu yüzden “insan şeytanları” (şeytanlaşmış insanlar) zikir ehli insanlardan rahatsız olurlar. Bu konuda, dostları olan ve kendileri üzerinde “zihin kontrolü” kurmuş olan şeytanlarından da teşvik ve destek görürler: “… Ve şüphesiz ki şeytanlar, dostlarına, sizinle mücâdele etmeleri için elbette telkinde bulunurlar. Eğer onlara uyarsanız, muhakkak ki siz de kesinlikle müşrik kimselersinizdir.” (En’âm, 6/121) O zaman (Bedir günü) şeytan onlara amellerini süslü göstermiş ve: ‘Bugün insanlardan size galip gelecek kimse yoktur ve şüphesiz ben de size yardımcıyım!’ demişti….” (Enfal, 8/48)]

*

Bu tür kehanetler, istihbarat teşkilatları / gizli servisler (ve onların yöntemleriyle çalışan örgütler) eliyle de, “kendini doğrulayan kehanet” kontenjanınından hayata geçirilebilir.

Bir adamın etrafındaki birkaç kişiyi tehditle, şantajla veya para ile satın alabilir ve suikast için kullanabilirsiniz.. Dünyada, üç beş kuruş için her haltı karıştıracak nice insan var!.

Yine, bir salgın hastalığın yayılması için insanların içme suyu kaynaklarına vesaire müdahalede bulunabilirsiniz.

Wikipedia, “Kendini gerçekleştiren kehanet” başlığı altında şunları söylüyor:

Amerikalı sosyologlar W. I. Thomas ve Dorothy Swaine Thomas, bu olguyu araştıran ilk Batılı bilim insanlarıydı. … Amerikalı sosyolog Robert K. Merton, araştırmayı sürdürdü ve "kendini gerçekleştiren kehanet" terimini ortaya atan ve "doğru veya yanlış bir inanç veya beklentinin, istenen veya beklenen bir sonucu getirebileceği" fikrini popülerleştiren kişi olarak kabul edilir. Filozoflar Karl Popper ve Alan Gerwith'in çalışmaları da bu fikre katkıda bulunmuştur. 

Kavramın erken bir öncüsü Edward Gibbon'un Roma İmparatorluğu'nun Gerileyişi ve Çöküşü adlı eserinde ortaya çıkar: "Birçok çağ boyunca, kehanet, her zamanki gibi, kendi başarısına katkıda bulunmuştur".

*

Mucize şöyle olur: Mesela adama, 50 sene önce ölmüş olan babasının mezarını göstermesini söylersiniz. Mezarın başına gider ve adamı diriltirsiniz..

İşte bunu Hz. İsa aleyhisselam yapmaktaydı.. Hangi “zamane peygamberi” böyle bir mucize gösterebilir?!

Ya da, bir sopayı alırsınız, yere atarsınız ve o, mesela bir aslana dönüşür.. Hz. Musa aleyhisselam böyle birşeyi yapıyor, elindeki asayı bıraktığında yılana dönüşüyordu.

[Mucize, peygamberler için alamet-i farika konumundadır, bu yüzden, sahte peygamberler mucize kabul edilebilecek olağanüstülükler sergileyemezler.

Fakat, Tanrı olduğunu iddia eden bir kimse, mucize benzeri olağanüstülük gösterebilir. Çünkü, akıl, bir insanın Tanrı olamayacağının anlaşılması hususunda tek başına yeterlidir. Peygamber içinse böyle bir durum söz konusu değildir. Akıl bu konuda tek başına hüküm veremez.

Bu yüzden peygamber, doğa yasası denilen doğal düzenlilikleri/adetleri geçersiz kılan işleri pozitivist/materyalist/maddesel düzeyde gösterir, sadece akla değil, aynı zamanda duyusal algıya hitap eder.

Şayet sahte peygamberler de olağanüstülük gösterebilseydi, insanlar peygamberlerin hakikisi ile sahtesini ayıramama konusunda mazur hale gelirlerdi.

Tanrılık iddiasında ise durum farklıdır.]

*

Bu mucizeler, Hz. Musa ile Hz. İsa’nın vefatıyla birlikte sadece anlatılan, nesilden nesile sözlü ya da yazılı olarak aktarılan rivayetler olarak kaldı.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in Kur’an mucizesi ise “süreklilik” özelliği taşıyor.

Yani Rasulullah s.a.s. döneminde ne kadar mucize idiyse bugün de o kadar mucize..

Kur’an, Peygamber Efendimiz s.a.s. döneminde olduğu gibi bugün de tüm dünyaya meydan okuyor, “Yapabiliyorsanız bir surenin (Ki tek satırlık sureler var) benzerini getirin" diye sesleniyor.

Cevap, “yapay zeka”lı şu çağda bile “sessuzluk”..

Yapmaları gereken şey, görünüşte çok basit.. Mesela tek satırlık Kevser Suresi’nin başına ya da sonuna aynı üslup özellikleri taşıyan ve konu bütünlüğü gösteren bir satır eklemiş olsalar, evet tek bir satır, meydan okuyuşa cevap vermiş olacaklar.

*

Diyelim ki bir surenin üslup özellikleri ve konusu zor geldi, elde onlarca kısa sure var, beğenip seçip istediklerini alabilirler..

Fakat kimsede tık yok.

Mesela Bâkî, Kanunî’nin meşhur gazelindeki beyitlerin başına üçer mısra ekleyerek “tahmîs” (beşleme) yazmış.. Yapmaları gereken şey, buna benzer birşey:

Câme-i sıhhat Hudâ’dan halka bir hil’at gibi
Bir libâs-ı fâhir olmaz cisme ol kisvet gibi
Var iken baht u saâdet, kuvvet ü kudret gibi

Halk içinde mu’teber bir nesne yok, devlet gibi
Olmaya devlet cihânda, bir nefes sıhhat gibi.

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, risaleti kıyamete kadar geçerli son peygamber olduğu için, mucizesi de bitmeyen, tükenmeyen, kesilmeyen, son bulmayan bir mucize.

*

Günümüzde dünya genelinde sayıları 2 milyon civarında olan Kadıyanîler’in (Gulam Ahmed’in peygamberliğine inananların) internet sitesi ise “Vadedilen Mehdi Hz. Ahmed’in Hayatı” başlığı altında şunları söylüyor:

Mirza Gulam Ahmed Hazretleri, 13 Şubat 1835’de (14 Şevval 1250 H.) Hindistan’da Kadiyan adlı köyde doğdu…

Evinde sakin bir çocukluk geçiren Ahmed, çok az tahsil gördü ve on altı yaşındayken evlendi. Sakin uysal huylu ve düşünceye dönük yaratılışından dolayı daha çok küçük yaşlarda dine yönlendirildi. Zamanının çoğunu Kuran okumaya adar ve babasının malına ve mülküne pek fazla rağbet göstermezdi. Çocukluğunda bile ailesi ile ilgili konularda birçok doğru rüya görerek herkesi hayrete düşürdü.

… O daima İslamiyet’in durumunu düşünürdü. …

Ahmed, İslam dinini müdafaa etmek için ilk önce yerel gazetelerde yazılar yazmaya başladı. 1865’de, Hz. Muhammed (s.a.v.)’i gördüğü bir rüyasından sonra İslamiyet hakkında mükemmel bir kitap yazmaya koyuldu. “Berahin-i Ahmediye” adlı bu kitabın masrafları birçok dindar Müslüman tarafından karşılandı. İslamiyet’i korumak amacıyla yazdığı bu kitabın dört cildi 1879-1884 yılları arasında çıktı ve büyük yankılar yarattı. Düşmanları O’nun meydan okumalarının hiçbirisine cevap veremediler.

Ahmed, 1882’de Allah tarafından gelen bir vahiy vasıtasıyla muslih [ıslahçı, düzeltici] olarak görevlendirildiğini ve uzun ve yorucu bir işin kendisini beklediğini öğrendi. 27 Ramazan 1884’de Cuma günü “Kırmızı Damlalar” olarak bilinen mucize oldu. Allah’ın ilahi bir belgeyi imzaladığını gördüğü bir rüyada, ilahi mürekkep, kırmızı damlalar halinde elbisesinin üzerine damladı. Bundan sonraki dört sene, Arya Samac adlı Hindular ve Hıristiyanlarla mücadele ederek geçti. İsa (a.s.)’ın gerçekten vefat etmiş olduğunu ve bir gün tekrar gökten inmeyeceğini ilan etmesi Hıristiyanlarla mutaassıp Müslümanları hiddetlendirdi. …

Huşyarpur’da, 1886 Şubat ayında kırk günlük oruç ibadeti ve dualardan sonra, Allah, kendisine adının yeryüzünün dört bir köşesinde duyulacak bir erkek çocuk ihsan edileceğini vahyetti.

… 1890 yılı O’nun hayatının dönüm noktası oldu. Bu tarihte O, Müslümanların nesiller boyunca gelmesini beklediği Vadedilen Mehdi ve Mesih olduğunu ilan etti. …

Ahmed’den mucize istediler. Kendisi niçin ölüleri diriltip geri getiremez, yahut ay ve güneşin yolunu neden değiştiremezmiş? Allah imansızları memnun etmek için varolan tabiat kanunlarını değiştirmez. Dini diriltecekleri yerde böyle “Mucizeler”; hilekarlık suçlamalarıyla kuruntuya, sihire üstü kapalı ve gizli bilgiye meydan vereceklerdir. Ahmed Hazretleri birçok gerçek mucize gösterdi, lakin düşmanları bu mucizeleri göremediler.

… Ertesi sene 1897’de İslamiyet’e düşman olan ve iğrenç saldırılarda bulunan Hindu lideri Pandit Lek Ram, önceden verilen haberlere göre öldü.

*

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, vahdet-i vücud meselesine Mevkıfu’l-Akl’ın üçüncü cildinde geniş yer ayırmış olmakla birlikte, birinci ciltte de kısaca değinmiş durumda.

Ona göre, vahdet-i vücud mezhebinin (görüşünün) iddiası özetle şudur: Allahu Teala’nın hakikati “vücud”dan (“varlık”tan) ibarettir, ve her mevcudda var olan şey, (Allahu Teala’nın hakikati demek olan) o “vücud”dan ibarettir, ve de bunun dışında mevcud olan (var olan) herhangi birşey yoktur.

Bu anlayışın muktezası/gereği ise, Şeyhülislam’a göre, bütün mevcudatın (var olan herşeyin) Allah olması, ve âlemin Alah ile ittihat etmiş (birleşmiş) bulunmasıdır.

Şeyhülislam buna karşı şunu diyor:

“Kitabımızın ikinci babının ikinci faslında, âlemin Allah karşısındaki gerçek konumunu beyan etmek istedik, ki o şudur: Âlem, Allah’ın gayrisidir, O’ndan başkadır (masivallahtır), O’nun sonradan olma (hâdis), yani yok iken varettiği mahlukudur (yarattığı şeydir).  İslam Kelam alimlerinin tamamının, hatta mutlak anlamda bütün Müslümanlar’ın mezhebi (tuttuğu yol) budur. Bu meselede onlara muhalefet edenler ise felsefeciler ile vahdet-i vücutçu tasavvufçulardır. Usuliddin ilmi alanınde eser kaleme alan alimler, âlemin sonradan olmuşluğu (hudûsu) meselesini yalnız felsefeciler ile tartışmış ve onların hatalarını ortaya dökmüşler, vahdet-i vücutçulara ayrıca cevap vermeye gerek görmemişlerdir.”  

(Mustafa Sabri, Mevkıfu’l-Akl ve’l-İlm ve’l-Âlem min Rabbi’l-Âlemin ve İbâdihi’l-Murselîn, C. 1, 2. b., Beyrut: Dâru İhyâi't-Türasi'l-Arabî, 1981, s. 218-9.)

Şeyhülislam özetle şunu diyor:

“… Vahdet-i vücutçu tasavvufçular Allah hakındaki görüşlerini felsefecilerin fikirleri üzerine bina etmişler, ve bundan dolayı Ehl-i Sünnet ve Cemaat ulemasının akaidinden uzaklaşmışlardır.” (A.g.e., C. 1, s. 221, dn. 1)

*

Şeyhülislam Mısır’a gidince (gitmek zorunda kalınca), Ezher Üniversitesi bünyesinde faaliyet gösteren ulemanın ve onlardan etkilenen çevrelerin dine bakışlarının Batı’daki moda yaklaşımların etkisi altına girmiş olduğunu görmüştü.

Buna bağlı olarak “akıl” yerine “kalb/gönül” ve “maneviyat” vurgusu yapmakta, “modern” bilimin saldırısı karşısında zayıflayan inancın ancak (Batı’daki dindarlar gibi “gönül” vurgusu yapan) tasavvufî bir yaklaşımla korunabileceğini savunmaktaydılar.

Bu noktada müteşerrî (Şeriatçı) bir tasavvuf anlayışı yerine vahdet-i vücutçu ve dolayısıyla felsefî nitelikte bir (Eski Yunan’ın mirası) Tanrı ve âlem/evren/kâinat düşüncesini savunmak onlara cazip gelmekteydi.

Çünkü vahdet-i vücutçu anlayış, hem kendilerini Batılı filozoflar ayarında derin ve ince düşünceli adamlar gibi görmelerini sağlıyor, hem de sıradan insanlardan (avamdan) farklı seçkinler (havass) olmanın hazzını yaşamalarına imkan veriyordu.

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Bakara Suresi’nin münafıklarla ilgili 13’üncü ayetini (“Onlara: ‘Siz de insanların îmân ettiği gibi îmân edin!’ denildiği zaman: ‘Biz, sefihlerin (beyinsizlerin) îmân ettiği gibi mi inanırız?” derler. Dikkat edin, hiç süphesiz sefih olanlar ancak kendileridir, fakat bilmezler”) tefsir ederken bu “havass”lık hevesine şu şekilde değiniyor:

“... Demek ki, iman hususunda münafıkların, şüphecilerin saplandıkları özel fikir, imanın insan için bir tuzak olması ve buna göre sırasında yalnız halkı gemlemek için kullanılması noktasında toplanır ve bunun için kâfirlerle beraber yaşamak imkânını gördükleri zaman, imanın lafından bile sıyrılırlar. Mü’minler içinde yaşamaya mecbur kaldıkları zaman da imandan bahsederler. Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyla halkın imanı arasında zaruri bir fark ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler. Halbuki İslâm dininin teklif ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel ve en kapsamlı esas çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler ve halk farkı bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin derecelerinde bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda ilerleme meselesi yine başkadır. Halbuki şüpheciler, imanın esasını, kalbin saflığını, ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil, budala gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: ‘Şunu muhakkak biliniz ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların kendileridir, fakat bilmezler.’ Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek isterlerse de, onların ilim ile ilgileri yoktur....”

(Elmalılı M. Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, C. 1, sad. İsmail Karaçam ve diğerleri, İstanbul: Azim Dağıtım, s. 212.)

*

İşte, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin Mevkıfu’l-Akl’da yapmak istediği şey bu: Sahte tasavvufçuların cahilce irfan hikayelerinin ve özellikle de vahdet-i vücutçuluğun batıllığını göstermek.

Mısırlı yazarların konuyla ilgili iddialarına cevap sadedinde şunları söylüyor:

“Lakin Ahmed Emin Bey, … Allah’ın varlığının bilinmesi hususunda … (özellikle aklı esas alan) Kelam ilmine halef (yerini alacak varis) olarak (keşf ve ilham pazarı) tasavvufu gösteriyor. İlimden ziyade amel, ihlas ve nefs terbiyesi demek olan tasavvufun, Kelam ilminin mütemmimi (tamamlayıcısı) olması gerekirken, onun yerine geçecek (onu devreden çıkaracak, geçersiz hale getirecek) bir şey olarak gösterilmesini ben kabul edemem. Bu çirkin icat, daha önceleri eski gulat-ı sufiye (tasavvufçuların had bilmeyenleri) tarafından da ortaya atılmıştı.

“Bu kitabın giriş bölümünde şunu demiştim:

“ ‘Osmanlı Devleti’nin çöküşüyle birlikte İslam’ın kılıç kuvveti ortadan kalktı. Bu fetret devrinde Mısır’a hicret edince İslam’ın ilim kuvvetinin de can çekişmekte olduğunu gördüm.’ Bunu derken kastettiğim ilimlerin başında Kelam geliyor. Bu yüzden, Kelam ilmini ve onun delillerinin dayanağı olan aklı savunmak benim için bir borçtur. …

“Müslümanlar’ın dindarlıklarının zayıflaması, süphelerin bilgi arayışı içindeki insanların kalplerini kaplaması, hatta dinsizliğin imana galip gelmesi, müslüman Doğu’da, Batı’nın modern bilim aracılığıyla Doğu’nun dinine savaş açmasıyla başladı. Batılılar [kendi dinlerine bakarak] dindeki bilimsel yönleri zayıf buldular ve İslam ülkelerindeki taklitçi avaneleri onların bu kanaatlerini [İslam’a uyarlayarak] hemen tasdik ettiler. Batı dinsizliğinin Doğu’da yayılması, onların yegane istila vasıtası olan modern bilimin ortaya çıkması yüzünden oldu, Doğu’da son yüzyıllarda tasavvufun zayıflamış olması nedeniyle değil.

“Batı’nın modern bilimi, İslam’ın uzun asırlar boyunca dayanmış bulunduğu bilimsel delillere karşı savaş açtı, tasavvufa değil. Çağın insanlarının çoğunun zihinlerine dinsizlik, Batı’nın modern biliminin Kelam ilminin bilimsel delillerine karşı açtığı savaş yüzünden girmiş bulunuyor. Bundan dolayı karşı saldırının aynı yönden yapılması, savaş açılan cephede gerçekleştirilmesi gerekir. Yani savaş, (nasıl başladıysa öyle devam etmeli) iki bilim (İslam’ın Kelam ilmi ile Batı’nın modern bilimi) arasında yaşanmalıdır, İslam’da aralarında çatışma bulunmayan bilim ile psikolojik halet (tasavvufî hissiyat, mistik heyecan, maneviyat) arasında değil.

“Doğu’daki Batı’ya öykünen çağdaş çömezler, Batı dinsizliğinin dinlere karşı, duyularla algılanmayan hiçbir şeye inanmayan (pozitivist) modern bilim vasıtasıyla harp ettiğini gördüler ve modern bilim ile dinsizliğin safında yer aldılar. Daha sonra ise bunlardan bazıları, Batı’daki hristiyan dindarların, dinlerini aklın ve bilimin pençesinden kurtarmak için maneviyatçılığa (mistisizme, spiritüalizme, ahlâk ve gönül vurgusuna) yapıştıklarını görünce, onları taklid ederek dine yanaştılar. Fakat bu taklitçiliklerinin bir sonucu olarak aklı ve ilmi küçümsediler. Buna bağlı olarak, dinsizlikle olan savaşımızda silahımız durumunda bulunan Kelam ilmini de, akıl ve mantık üzerine kurulu olduğu için aşağıladılar. 

“Halbuki, böylesi bir maneviyatçılığın ilmî değeri, taassub (bağlılık ve adanmışlık) değerinden ibarettir [Taassub, asabe ve asabiyet kelimeleriyle aynı kökten geliyor] ve akıl ve mantığa karşı hüccet olamaz. Bizim ise bu meselede ne böylesi bir maneviyatçı taassuba ne de bu bağlamda tasavvufa ihtiyacımız vardır. Dinsizlik karşısında dindarlığı savunma hususunda böylesi bir çareye başvurmamız gerekmediği gibi, İslam ile diğer dinler arasında bu türden (maneviyata, gönle önem verme anlamında) bir yakınlık kurmaya da gerek yoktur. Tasavvufa ancak İslam dahilinde, nefsi onun ahkâmıyla amele yöneltmek hususunda, usuluddîn olan Kelam ilmi ve onun bir dalı olan Fıkıh sayesinde daha önce inanç ve fikir müslümanı olmuşken artık amel müslümanı olacak şekilde nefsi terbiye için ihtiyaç duyarız (yoksa onun vasıtasıyla Batı’nın modern biliminin saldırısını savuşturmak için değil).”

(Mustafa Sabri, C. 1, s. 261-3.)

*

Hiç kuşkusuz, vahdet-i vücutçu bir Allah inancı, protestanı ve katoliği ile bütün bir hristiyan dünyasının takdirine mazhar olma istidadına sahip..

Çünkü, Allahu Teala’ya (Meryem’den olma) bir çocuğun babalığını yakıştıran çirkin manyaklık, bir ayet-i kerimede geçen “Attığın zaman sen atmadın…” ifadesinden hareketle Halik ile mahlukatını aynı “vücud” çuvalının içine tıkan manyaklıkta, Allah Celle Celalühu’yu “İsa’ya baba yapma” potansiyelini görecektir. 


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...