UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 25
“Şamil Kafkas dağlarının
hürriyet güneşidir,
“Şamil atalarımın özbeöz kardeşidir,
“Şamil'i bilmeyen atasını ne bilir!”
Bunlar, ortaokul öğrenciliğim
sırasında zihnime nakşolmuş olan mısralar.
“Şamil’i bilmeyen atasını ne
bilir!” diyerek büyüdük.
Atamız, ilkokul birinci sınıftan
itibaren bize öğretildiğine göre, Selanikli (Ali Rıza ile Zübeyde oğlu)
Mustafa Kemal’di.
O, Türk’ün atasıydı, Atatürk’tü..
İlkokul ve ortaokul yıllarımda, Şamil
gibilerin kökünü kazımaya çalışmış olduğu halde, Türk milletinin atası olduğu
iddia edilen Atatürk’ü bildiğimi, onun da bir “hürriyet güneşi” olduğunu
zannediyordum.
Bir zaman gelip, Selanikli’yi hiç
tanımamış olduğumu, “balığın tırmandığı kavak”tan bahseden resmî tarihin
beni ve benim gibi milyonlarca genci aldattığını farkedeceğimi, “Lord
Curzon’u bilmeyen Atatürk’ü ne bilir!” diyeceğim günlere kavuşacağımı nerden
bilebilirdim ki!
*
Evet, Lord Curzon’u bilmeyen Atatürk’ü
bilemez..
Ayrıca, İngiltere’yi, İngiliz
siyasetini bilmeyen de, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerini atan “milli
mücadele”yi (Kurtuluş Savaşı’nı, İstiklal Harbi’ni) gerçek anlamda
bilemez, anlayamaz.
Bunu anlamak için, Birinci Dünya
Savaşı’nı yaşamış, İstiklal Savaşı’nda batı cephesi komutanı olarak
vazife yapmış, Lozan’da Lord Curzon ile cebelleşmiş, Selanikli
Mustafa Atatürk’ün başbakanı olarak görev yapmış bir adam olmak
gerekiyor.
Bu özellikleri şahsında toplamış olan
(Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı) İsmet İnönü şöyle diyor:
“İstiklâl
mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle
mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin
29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018,
s. 60.)
Bunu diyen ne (İstiklal Harbi’nin
tanıklarından, Cumhuriyet’in ilk bakanlarından) gecikmeli muhalif Rıza Nur,
ne de “Fesli Deli Kadir” denilerek aşağılanan, fakat gerçekte ağır bedeller
ödeyerek “gerçek tarihçilik” alanında çığır açmış olan araştırmacı yazar merhum
Kadir Mısıroğlu.
Evet, Kadir Mısıroğlu’nun hayatı
boyunca anlatmaya çalıştığı gerçeğin özeti bundan ibaret:
“İstiklâl mücadelesinin başarısı
da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle
mümkün olmuştur.”
Merhum Mısıroğlu’nun hayatı boyunca
yazıp çizdiklerinin özeti işte bu..
Ne fazla, ne eksik..
Bizim de burada yapmaya çalıştığımız
şey, İsmet İnönü’nün bu cümlesini şerh etmekten ibaret..
Öyle derin, öyle anlam yüklü bir
cümle ki, içinde ansiklopediler dolduracak yoğunlukta gerçek bilgi ve mesaj
taşıyor.
*
Lord Curzon, Selanikli Mustafa’yı Atatürk
yapan adam..
İnönü’nün açıkladığı üzere “İstiklal
mücadelesi”ni başarıya ulaştıran İngiltere’nin o günkü dışişleri
bakanı..
İstiklal mücadelesinin başarılı
olması yönünde karar veren ve müttefiklerini (Fransa ile İtalya’yı) bunu
kabule mecbur eden siyaset canbazı.
Böyle bir karar almasa (İsmet
İnönü’ye göre) Selanikli Mustafa başarılı olamayacak, ve Atatürk (ata Türk)
haline gelemeyecekti.. Oğul Türk ya da Türk oğlu olarak kalacaktı.
Müseccel Osmanlı çocuğu olmaya devam
edecek, “ego”su Osmanlı’ya, hatta Seçuklu’ya “ata”lık taslayacak şekilde
azmanlaşmayacaktı.
*
Curzon, Selanikli Atatürk’ün Pera Palas’ta İngiliz
subaylarıyla görüşmek için randevu ayarlamaya çalıştığı sırada (Kasım 1918)
İngiliz Hükümeti’nin Türkiye
politikasından sorumlu Doğu Komitesi Başkanı’ydı.
Tecrübeliydi.. 1898-1905 yılları
arasında koskoca Hindistan’ı o yönetmiş, İngiltere’nin Hindistan Genel
Valisi olarak ülkesine hizmet etmişti.
1915’ten itibaren İngiliz
Hükümeti’nde görev almış, Aralık
1916'dan itibaren de İngiliz savaş politikasını yöneten beş bakandan biri
olarak gelişmelere yön vermişti.
Ocak 1919’da ise dışişleri bakanı olmuş,
hükümetinin “Türkiye politikasından sorumlu Doğu Komitesi Başkanı” olarak
edindiği tecrübe ve birikim çerçevesinde Türkiye’nin “istiklal mücadelesi”ne İsmet
İnönü’nün sözünü ettiği desteği vermişti.
*
Bu desteği babasının hayrına vermiyordu
elbette..
İngiltere’nin, hatta bütün bir Batı’nın,
hristiyan dünyasının istikbali için yatırım yapıyordu.
Ulaşmak istediği hedefleri bu yazı dizisinin
önceki bölümlerinde aktarmıştık.
Yine, politikasının esasını oluşturan temel
ilkeyi de onun kendi ağzından nakletmiştik:
“Yapmamamız gereken bir şey var
ki bu bizim politikamızın bir gereğidir, hilafet meselesine
doğrudan dokunmamalıyız. Hilafet elbette bizi endişelendirecek. Fakat bu
kararı etkilemek için görünürde hiçbir adım atmamalıyız.” (“Lozan
Antlaşması”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1)
Bunları söylediği sırada takvimler 16 Aralık 1918’i gösteriyordu.
Aynı sıralarda Selanikli Mustafa Atatürk, İngiliz
İstihbarat Teşkilatı’nın (Gizli Servisi’nin) İstanbul şefi Rahip Robert Frew
(Fro) ile başbaşa gizli görüşmeler yapıyordu.
Curzon’un Selanikli Mustafa’yı Atatürk
(Türkler’in atası) yapma çarkının dişlileri dönmeye başlamıştı.
*
İngiltere’nin “istiklal mücadelemiz”e verdiği
destek ile bu görüşmeler arasında bir ilişki yoktuysa eğer, Mevlana’nın
anlattığı “gramer bilmediği için ömrünün yarısı boşa gitmiş” kayıkçıdan
daha bedbaht bir adamım demektir..
Selanikli’nin 57 senelik hayatından daha uzun
olan ömrümün tümden boşa gitmiş olduğunu düşünerek saçımı başımı yolsam
yeridir.
Fakat gerçek ortada, ben değil fakat Selanikli
Atatürk efsanesine inanmaya ve onu putlaştırmaya devam edenler, “hakikat”
zaviyesinden “ömrünün yarısı değil tamamı” boşa gitmişlik noktasında
duruyorlar.
Curzon’un
sözlerinin aynasına bu gerçek çok açık bir biçimde yansımış durumda.
*
Önceki bölümlerde, İngiltere’nin Dışişleri
Bakanı Lord Curzon’un (başarılı olması yönünde karar alarak destekledikleri)
“istiklal mücadelemiz”e ışık tutan bazı sözlerini aktarmıştık.
Başka sözleri de var.
Vikipedi’nin “Lozan Antlaşması” maddesinde onun (Selanikli’nin Samsun’a
gidişinden iki ay önce) 12 Mart 1919 günü söylediği şu satırlar yer alıyor:
“Sultan, halife olarak kaldığı
ve İstanbul'da durduğu sürece, dünyanın Müslüman ülkeleri ona,
gerçekten de, şimdi bile, sadece manevi liderleri olarak değil, aynı
zamanda büyük, güçlü ve yenilmez bir devletin başkanı olarak
bakıyorlar.
"Bu koşullarda, Türk'ün Avrupa'dan çıkarılması elzemdir. Bu karar alınırsa derhal onun yerine ne tür bir idarenin kurulması gerektiği sorusu gündeme gelir. Türk'ün [Osmanlı Devleti’nin] ortadan kaybolmasından sonra Konstantinopolis'te (İstanbul’da) bir (başka) büyük gücün kurulması halinde hırsları ya tatmin olmayan ya da sadece yarı tatmin olan Balkanlar'daki bütün küçük devletler, Konstantinopolis'teki egemen güç etrafında toplanacak ve ajitasyon ve entrika kariyerlerine devam edecekler. Bu, Doğu sorununun kapanması değil, yeniden açılması olacaktır.
"Diğer taraftan Rusya'nın etrafını saracak birçok küçük devletin doğasındaki
zayıflığa bakılırsa gelecekte kaçınılmaz olarak sınırlarını genişletmek ve eski
egemenliğini mümkün olduğunca geri kazanmak için ısrar edecek güçlü ve
canlanmış bir Rusya ortaya çıkacaktır. Böyle bir devletin hırsları
İstanbul'a yönelebilir ve böyle bir durumda Rusya ile İstanbul'da kurulan
büyük güç arasında ortaya çıkacak çatışmada en ciddi öneme sahip yeni bir
uluslararası sorun ortaya çıkabilir. Tek alternatif Boğazlar'da bir tek
güç yerine uluslararası bir yönetimin kurulmasıdır.”
1936 yılında imzalanan Montrö Boğazlar
Sözleşmesi’nden önce durum buydu, “uluslararası” bir yönetim vardı.
Lozan Antlaşması’nın bölümlerinden
birini oluşturan Boğazlar Sözleşmesi, İstanbul ve Çanakkale Boğazlarının her iki yakasının askersizleştirilmesini,
bunlardan geçişi düzenlemek üzere başkanı Türk olan uluslararası bir kurul
oluşturulmasını, ve bu düzenlemelerin Milletler Cemiyeti’nin garantörlüğü
altında sürdürülmesini hükme bağlıyordu.
Yani Boğazlar bölgesine (ve ayrıca Marmara
Denizi’ndeki adalara) Türk askerinin girmesi yasaktı.
İngiltere’nin 1936 yılında Montrö’ye yeşil ışık
yakması, o tarihte artık Türkiye ile ilgili endişelerinin ortadan kalkmış
olduğunu gösteriyor.
*
Görüldüğü gibi, Curzon’un varmak istediği asıl
hedef, Osmanlı padişahının (aynı zamanda halife sıfatını taşıyor
olduğu halde) İstanbul’da kalmasına izin vermemekten ibaret.
Projesinin bir ayağını, İstanbul’un (bir
büyük güç ya da imparatorluk namzedi olarak görünmesini sağlayacak şekilde) bir
devletin başkenti olmaması oluşturuyor.
Selanikli Mustafa Atatürk buna razı olmuş ki,
“istiklal mücadelesi”nde (İnönü’nün sözünü ettiği) İngiliz desteğini
arkasına almış.
Projenin ikinci ayağı, birinci ayakla
bağlantılı; Osmanlı padişahı İstanbul’da hüküm sürmeye devam etmemeli..
Aralık 1918’te sarfettiği sözlere bakılırsa, başlangıçta
Curzon’un aklından geçen, Osmanlı başkentinin Anadolu’ya taşınmasıydı, fakat 15
ay sonra, Mart 1919’da hedef büyültmüş olduğu görülüyor; Türk’ün (Osmanlı
Devleti’nin) yerini alacak bir devletten söz ediyor.
(Osmanlı döneminde Batılı için Türk demek
müslüman demek olduğu için, laik yani siyasal dinsiz bir devlet onlar
açısından Türk sayılmıyor, “hindi” familyasından Turkey oluyor.)
*
Projenin üçüncü ayağı da yine birinci ve ikinci
ayakla bağlantılı; Osmanlı padişahı halife sıfatıyla İstanbul’da
oturmaya devam etmemeli.
Bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde
aktardığımız gibi, Selanikli, TBMM’de saltanatın kaldırılması (Osmanlı
Devleti’nin varlığına son verilmesi) görüşmeleri sırasında bir katakulli ile
hilafete de son vermeye kalkışmış fakat Meclis’teki muhalefet buna izin
vermemişti.
Böylece, hilafetin kaldırılması (ve Curzon’un meramına nail olması) olayı biraz ertelenmiş oldu..
Selanikli'nin hilafetten önce TBMM'deki Türk (müslüman) muhalefeti tasfiye etmesi gerekiyordu.
İstanbul’da Osmanlı hanedanından bir halife
var olmaya devam etseydi, yeni kurulan devletin (Batı açısından) Türk (yani
İslam) devleti gibi görünmesi söz konusu olacaktı.
Böylece, yeni Türkiye Cumhuriyeti, (İstanbul’daki
halifenin şahsında) büyük, güçlü ve yenilmez bir devlet görüntüsü vermeye,
İslâm âleminin öncüsü ve lideri olmaya devam edecek, Osmanlılık
vasfı göze batar halde kalacaktı.
Hilafetin de kaldırılmasıyla, Curzon’un sözünü
ettiği “Doğu Sorunu” (hristiyan Batı açısından) kesin çözüme kavuşmuş
oldu.
Selanikli sayesinde İngiltere, Türkiye’de olup
bitenlere “doğrudan dokunmamayı, görünürde hiçbir adım atmamayı”
başarmıştı.
*
İsmet İnönü gibiler, İngiltere’nin Türkiye’deki herşeye fena
halde dokunduğunu, ellerinden gelen hiçbir adımı atmaktan geri kalmadıklarını
gayet iyi biliyorlardı.
Selanikli’nin arkasındaki İngiliz desteğinin,
ve İngilizler’in önündeki Selanikli taşeronluğunun farkındaydılar, fakat
bir heykel gibi ustaca yontulan Selanikli efsanesine zarar verecek şekilde konuşmamaya
özen gösteriyorlardı.
Yalın gerçeği İnönü ancak Cumhuriyet’in
50’nci yıldönümünde, artık taşların yerine oturmuş ve kendisine Selanikli
cihetinden ya da onun adına hesap sorulamayacak günlerin gelmiş olduğuna kanaat
getirdiğinde dile getirebilmişti.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise, Selanikli İngiliz
desteğiyle başarılı olmuş bir adam değil, İngiltere’yi dize getirmiş
bir kahramandı.
İngiliz’in desteklediği biri varsa o, İngiliz
işbirlikçisi “satılmış” ve “hain” Vahideddin’di.. “Gazi Mustafa Kemal
Atatürk” değil.
*
Kurt politikacı Curzon, Selanikli sayesinde sadece
Osmanlı Devleti’ni yıkmakla kalmamış, Vahideddin’in şahsında onun
itibarını da öldürmeyi, çok kötü kokan ufunetli bir cesede dönüştürmeyi
başarmıştı.
Yaşlanmıştı, Selanikli’nin babası yaşındaydı,
ve artık gözü arkada kalmadan gönül hoşluğuyla ölebilirdi, çünkü eşsiz bir “psikolojik
savaş” destanı yazmış, “algı operasyonu” alanında aşılamaz bir eser
ortaya koymuştu.
1925’te, 99 yıl önce, şu anda içinde
bulunduğumuz ayda, Mart’ın 20’sinde hayata gözlerini yumduğunda mesut ve
bahtiyardı..
Muvaffak olmuştu.