LAİK DEVLET İDEOLOJİSİNİN GERÇEKTE VAR OLMAYAN HURAFE-SAFSATA KABİLİNDEN METAFİZİK TEMELLERİ

 




Şımarık ukala taifesinin davul gibi çok ses çıkaran kulağı kesiği Soner Yalçın'ın yazısını tartışıyorduk.

"Egemen sistem"in devlet destekli ezberlerinin ve saçma sloganlarının bu çığırtkan işportacısı şöyle diyor:

Türkiye'de Rönesans/ yeniden doğuş gerçekleşti. Kişisel olarak halife her ne kadar nü/çıplak resim yapacak kadar moderniteye yakın olsa da, hilafet kurumunun bu yenilenmede yeri olamazdı. Millet ve din birliğine farklı bakış getirildi; laiklik…

Başta Emile Durkheim, Leon Duguit, Charles Seignobos olmak üzere sosyoloji, hukuk, tarih kitapları Cumhuriyet'in sacayağını oluşturdu. (Ki bu kitapları Meclis yayınları Türkçeye çevirip yayımladı.)

Demek ki, "yeniden doğuş" ile dünyaya gelen bebeğin annesinin başucundaki "ebe"lerin önde gelenleri bu üçüymüş: Durkheim, Duguit, Seignobos.

Eh, ebeler böyle yabancı olunca, doğacak çocuğa biçilen don da gâvur usulü olacaktır elbette.

Atatürk'ün "atadığı" naylon halife Abdülmecit zamana ayak uydurmuştu, fakat kutsal hilafet makamının bu soytarılık panayırında yeri olamazdı.

*

Gerçekte Türkiye'de yeniden doğuş filan diye birşeyin yaşandığı yoktu. 

Yeni doğum vardı. 

Ve yeni doğan bebek, ne yazık ki zihinsel özürlüydü.

Spastikti.

O sakat bebek doğarken diğer odada, 600 yaşındaki bembeyaz saçlı yorgun dede, ezelî düşmanlarından ve içerideki hainlerden aldığı darbelerin etkisiyle son nefesini vermekteydi.

Yeni doğmuş bebek ciyak ciyak bağırırken dedenin de gözkapakları kapanmış, ruhu kuş olup uçmuştu.

*

Bebek zihinsel özürlü olduğu için, sadece "taklit"ten anlıyordu.

Kendisinin üretebildiği hiçbir şey yoktu.

Tek becerebildiği, dedesinden miras kalan değerli eserleri, kültürel ürünleri, gelenek ve görenekleri, yapı ve kurumları, idealleri, dünya görüşünü züccaciye dükkanına girmiş fil gibi yakıp yıkmak olmuştu.

Dostunu düşmanını tanımaktan bile aciz olduğu için, dedesini kurşun yağmuruna tutan ve kendisini daha doğarken boğmak isteyenlerin peşine "Amca, sana baba diyebilir miyim?" diyerek takılmayı bir marifet zannetti.

Bu hınzır suratlı amcasında neyi gördüyse aldı: Şapkadan ceza kanununa kadar herşeyi..

*

Ancak, spastik olduğu için, aldığı şeylerin sağlamı ile sakatını, iyisi ile kötüsünü, doğrusu ile yanlışını ayıramıyordu.

Tenkit ve tahlile tabi tutamıyordu.

Bazen tenkit etmeye kalkışıyorduysa da, bu da, amcalarının birbirlerini tenkidi sırasında kulağına çarpan lafları anlamadan ezberlemekten ibaretti.

İşte Soner Yalçın adlı fikir piyasası işportacısının Leon Duguit ezberi de bu türden birşey..

*

Soner Yalçın'ın, yukarıya aldığımız laflarını Zafer Toprak'dan ödünç aldığı anlaşılıyor. 

Ancak, bilmediği şu: Taşıma suyla değirmen dönmez, ödünç parayla zenginlik olmaz.

Ve de dirayet, gelişigüzel ezber rivayetle oluşmaz.

Duguit meselesi de böyle.

Zafer Toprak şöyle diyor:

... Ankara, Cumhuriyet’in kuruluşuyla birlikte Fransız III. Cumhuriyeti’ne dört elle sarılmıştı. Eugene Pierre, Charles Seignobos, Charles Gide, Emile Durkheim, Leon Duguit III. Cumhuriyet’ten Cumhuriyet Türkiyesi’ne uzanan köprülerdi. Bu kişilerin eserleri, Türkiye’de Cumhuriyet’in inşasında yol gösterici olmuştu. Siyasette Eugene Pierre, sosyolojide Emile Durkheim, tarihte Charles Seignobos, iktisatta Charles Gide, hukukta Leon Duguit Meşrutiyet ve ilk dönem Cumhuriyet aydınlarının ana referanslarını oluşturmuşlardı. Bu yazarların temel eserleri Türkçeye çevrilmişti. Türkiye’de ilk defa sosyal ve beşeri bilimlerde çeviri bu denli önemli işlev görüyordu. Cumhuriyet’in ilk yıllarında gündeme gelen devrimler bu tür bir düşünce birikimi üzerine inşa edilecekti.

(Zafer Toprak, Darwin'den Dersim'e Cumhuriyet ve Antropoloji, İstanbul: Doğan Egmont Yayıncılık, 2012, s. 185.)

*

Gelelim Duguit'nin görüşlerine..

Duguit, bugün putlaştırılmış olan devlet, millî egemenlik ve millet iradesi gibi kavramlara ilişkin spekülasyonların içi boş laf kalabalığı olduğunu savunmuştur.

Yani bu kavramlar etrafında kopartılan gürültü, ona göre, çağdaş birer hurafe, illüzyon, efsun, efsane ya da masaldan ibarettir. Sofistçe mugalatadır, safsatadır.

Devlet, pratikte siyasetçi ve bürokratlar, istihdam edilen silahlı ve silahsız memurlar demektir. Devlete sadakat dediğimiz şey de bu adamlara sadakattir. İnsanlardan bağımsız bir devlet kavramı, metafizik bir soyutlamadır, bir inançtır..

Devlet kuvvetini ellerinde tutanlar bir "hakk"ı değil, sadece bir şekilde ele geçirdikleri ya da ellerine verilen bir "kuvvet"i kullanmaktadırlar. Bir başka deyişle yöneticiler, yönetme hakkına, yönetilenlerden daha fazla sahip değillerdir. Ortada bir hak değil, bir "fiilî durum" vardır. Devlet, kuvvetlilerin iradelerini üstün kılacak maddî iktidarın münhasıran bunlara ait olacak şekilde örgütlendiği, zayıfların iradelerinin ise dikkate alınmadığı bir insan topluluğudur. Yönetenler yönetilenleri daha kuvvetli oldukları için iradelerine boyun eğdirirler ve yönetenlerin iradelerinin üstünlüğünü sadece sahip oldukları bu kuvvet sağlar, onlara ait herhangi bir hak değil. 

Burada kuvvetten kast edilen salt fizikî kuvvet değildir, maddî, manevî, fikrî, ekonomik her tür kuvvettir. 

*

Millî/ulusal egemenlik kavramı da, eskiden kabul edilen ilahî irade düşüncesinin yerine, ondan daha az metafizik olmayan ulusal/millî iradeyi oturtmuştur.

Duguit’ye göre, bu kavram temelsiz bir varsayımdan başka bir şey değildir ve gerçek ile asla ilgisi yoktur. Zira ulusa ait bir iradenin varlığını ve bu iradenin nitelik itibariyle kişisel iradelerden üstün bulunduğunu tespit etmeye imkân yoktur. Çünkü irade psikolojik bir durumdur ve zarurî olarak kişiseldir, yani bireyin vicdanında bulunur. Milleti meydana getiren kişilerin ise her birinin eşit iradesinden söz edilebilir. İrade ancak gerçek kişilerde yani fertlerde bulunduğu için gerçekte ne ulusal irade ve ne de ulusal egemenlik vardır. 

Bir ulusun/milletin fertlerinin iradeleri bazen paralellik gösterse bile (Ki tüm fertler gözönüne alındığında bu hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir ütopyadır), tek tek o fertlerden bağımsız bir millet/ulus iradesi düşüncesi, metafizik bir ön kabulden başka bir anlama gelmemektedir.

Bunlar sadece, inanç demek olan metafizik varsayımlardan ibarettir. 

*

Bir hükümetin iradesi de yine son tahlilde kişisel bir irade olarak ortaya çıkar. 

Duguit’ye göre, ulusal toplumda hükmeden otorite, yani hükümet, ulusal egemenlikten doğan bir hakkı değil (Çünkü ulusal egemenlik diye birşey yoktur), sadece fiilen elinde bulunan bir kuvveti kullanmaktadır. Bir memlekette parlamentoyu teşkil edenler veya hükümet olanlar iradelerini belirttikleri zaman, bunların ulusun ya da devletin iradesini açıkladıkları ileri sürülemez (Çünkü devleti temsilen konuşan o şahısların ötesinde bir devlet mevcut değildir). Devlet soyut, sadece zihinde var olan bir kavramdır, fiilen mevcut olan sadece kuvvet sahibi fertlerdir. Bu kişiler gerçekte milletin iradesi diye birşeyi de yansıtmazlar, idarî kararlar sadece bunları veren memurların (veya amirlerinin) kişisel iradeleridir. 

Dolayısıyla, Duguit'nin hukuk anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti, meşruiyetini millî egemenlik ve millet iradesi kavramları üzerine kurmuş olduğu için, ideolojik bakımdan safsata (sofist mugalata, demagoji ve kelime oyunları) üzerine kurulmuş olmaktadır. 

Soner Yalçın'ın sözünü ettiği sacayaklarından (üç ayaktan) birinin durumu bu. Dört ayaklı bir masanın bir ayağı bulunmadığında masa iyi kötü ayakta kalabilir, fakat sacayaklarından biri eksik olduğunda "sac" devrilir.

*

Anayasa hukuku profesörü ve CHP milletvekili İbrahim Kaboğlu, dört yıl önce şöyle bir cümle kurmuştu: 

"Kendi başına 'devlet' kavramı olsa olsa devleti yönetenleri ifade eder. Bu, tehlikelidir."

Duguit'den mi etkilendi bilmem, fakat onunla aynı kanaate sahip olduğu açık.

Bir başka yazıda Duguit'nin bizzat kendi ifadelerini aktaralım inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...