PEKİ YA MÜSLÜMANIN “ZULME DİRENME” VE “DEVRİM” HAKKI?

 



PEKİ YA RASULULLAH SALLALLAHU ALEYHİ VE SELLEM'İN MİRASI?

MÜSLÜMANIN TEK HAKKI ZULME ZİLLETLE BOYUN EĞİP KATLANMAK MI?

KENDİSİNİ ZEHİRLEYEN İÇİN "ALLAH RAZI OLSUN BANA KIZILCIK ŞERBETİ İKRAM ETTİ" DİYE DUA MI ETMEK?

 

Nuh’un kelekleri”nin  (Bazıları “köpekleri” diyor) mekânı Odatv.com, 27 Mayıs darbesini öven bir yazı yayınlamış.. (Nuh’tan kasıt, şu anki Dışişleri Bakan Yardımcısı Nuh Yılmaz.. Geçmişte Hakan Fidan’la birikte MİT’te çalışıyordu.)

Yazının başlığı şöyle:

“Menderes darbeye karşı mıydı... 27 Mayıs destekçisi Ali Fuat Başgil nasıl ‘27 mayıs mağduru’ oldu...”

Spotta ise şu söyleniyor:

Prof. Ali Fuat Başgil'i ‘darbe karşıtlığının sembolü’ olarak sunma yarışına Hürriyet yazarı Sedat Ergin de katıldı... Peki Prof. Başgil 27 Mayıs hakkında neler yazmıştı? Adnan Menderes darbelere karşı mıydı? Odatv'den Hürriyet'e gazetecilik ve tarih dersleri...”

*

Yazıda, İsmet İnönü’nün Nisan 1960’ta söylediği bir söz aktarılıyor:

“İsmet İnönü’nün ünlü ‘Şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilal meşru bir haktır. Bu yolda devam ederseniz, ben de sizi kurtaramam sözlerini sarf ettiği günler…”

Peki, “şartlar tamam olduğunda” müslüman bir millet için ihtilal (devrim) meşru bir hak mıdır?

Yoksa, “Ben devrimin dinsiz, imansız, ve aynı zamanda ahlâksız olanını severim” mi diyorsunuz?

Atatürk ilkelerinden ve de CHP’nin (milletin bağrına, böğrüne, sırtına ve münasip her yerine saplanmış) “altı ok”undan biri “devrimcilik”.

Millî bünyedeki “kist” durumunda olan Atatürkist (Kemalist putperest) kitle Atatürk ilke ve inkılapları için devrim yapmayı meşru hakkı görürken, neden müslüman, “Allah için devrim” yapmayı savunamıyor?

Niye “İslam devrimi” sözünü duyan kişi cin çarpmışa dönüyor?

*

Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil, “anayasa hukukçusu”ydu.

Odatv, onun bir yazısına atıfta bulunuyor:

Mülkiye Dergisi’nde Ali Haydar Soysüren … Prof. Başgil’in 23 Haziran 1960 günü Yeni Sabah Gazetesi’nde yayımlanan makalesinden şunları aktarıyor:

Demokrasi hukukunda, vatandaşların zulme, yani haksız ve kanunsuz idareye karşı direnme ve başkaldırma hakkı vardır. Bu, vatandaş için nefsin en son müdafaası, çaresi olarak en tabii bir haktır. Vatandaş nefsini ve varını başkalarının tecavüzüne karşı müfadafaa için hükümet kuvvetlerine sığınır. Fakat tecavüz, himaye ile mükellef olan hükümet kuvvetlerinden gelirse, bu takdirde vatandaş şahsen nefsini müdafaaya hak kazanır ki, buna, Fransızların 1789 ‘İnsan ve vatandaş hakları Beyannamesi’ diliyle ‘zulme karşı direnme hakkı’ denir.”

Mevlana’nın, kendisini ziyarete gelen zamanın Selçuklu sultanına “Sana çoban ol demişler, kurt oluyorsun, bekçi ol demişler hırsız oluyorsun, seni Allah yarattı, Şeytan’a kulluk yapıyorsun” demiş olduğu rivayet edilir.

Bir rejim milletin, insanların ırz ve namusunu korumakla yükümlüyken, devletin başına geçmiş olan adam Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız diye konuşuyor ve bu gayeye yönelik bir rejim ihdas ediyorsa, o rejimin meşruiyetinden söz edilebilir mi?!

Bunu diyen adam, Kâzım Karabekir’in yazdığına göre, Selanikli Deccal Mustafa Atatürk.

Böyle bir devlete devlet, böyle bir rejime rejim denilebilir mi?!

*

Devletten beklenen milletin ırzını ve namusunu korumakken, devleti ele geçirmiş bir ırz düşmanı taife milleti namussuz yapmayı gaye ediniyorsa, o rejime isyan etmek ve devrim yapmak, anayasa hukukçusu Ord. Prof. Dr. Başgil’in ve de (başbakanlık, cumhurbaşkanlığı yapmış) İsmet İnönü’nün kanaatine göre, millet için bir hak durumuna gelmektedir.

Milletin din ve namus telakkisini (anlayışını) kaldırmayı (yok etmeyi) hedef edinmiş olan bir adamın peşinden gidenlerin ne yapacakları bellidir: Fırsat bulduklarında milletin ırzını ve namusunu payimal edeceklerdir.

Devletin görevi vatandaşların hür ve güvenli bir şekilde yaşamasını sağlamakken, milletin sırtındaki bu namussuz keneler, bağırsaklarındaki bu dinsiz asalaklar, “dinsizleşmiş ve namussuzlaşmış olanların zulümlerine isyan edilmesinin bir hak olduğunu” (İnönü ve Başgil gibi) söyleme cesareti gösterenleri bir şekilde yok etmeye, öldürmeye çalışacaklardır.

Faili meçhullerle, trafik kazalarıyla, zehirlemelerle ortadan kaldırmaya uğraşacaklardır.

Bu zulmün mağdurlarından bırakın isyan edenleri, isyan etmelerinin bir hak olduğunu söylemekle yetinenleri bile devlet düşmanı ve vatan haini ilan ederek her tür haktan mahrum etmeye çalışacaklardır.

Bırakın ihtilal (devrim) yapmalarını, “Böyle bir durumda devrim de düşünülebilir” diyenleri bile yok edilmesi gereken kişiler olarak göreceklerdir.

Buna karşılık, Selanikli Deccal çok iyi adamdı, bu vatanda bize dinsizce namussuzca, hatta yurtdışından kadın ithal ederek gönlümüzce yaşama fırsatı sundu” diyenleri ise destekleyeceklerdir.

Ve onları, “müslümanın da zulme direnme hakkının bulunduğunu, gerektiğinde müslümanın da devrim yapabileceğini” söyleyenlerin üzerine bir “kelek” gibi salacaklardır.


AK PARTİ AMAZON BİRLİĞİNİN İLAHİYAT DESTEKLİ “İSLAM GÜNCELLEMECİLİĞİ” PİYADELERİ

 








AMAZON TÜMSEK ESRA ASLAN TURAN, ÖMER NASUHİ BİLMEN HİMALAYALARINI TARİHSELCİLİK HAVAN TOPUYLA DÖVERKEN

 

Yeni Şafak gazetesinin delifişek yazarı İsmail Kılıçarslan’ın KADEM adlı “şımarık AK Partili kadınlar korosu”na destek vermek için kaleme aldığı yazıyı tartışmaya devam ediyoruz.

Bu koronun neşretmekte olduğu dergide (Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihali üzerinden) İslam fıkhı hedef alınmış durumda.

Doğal olarak bu densizlik tepki almış..

İsmail de bu tepki gösterenlere tepki vermeyi kendisine borç bilmiş.. Ne de olsa âşıkmış, Pîr Yunus’un dervişiymiş, Ya ben öleyim mi söylemeyince”ymiş.

Söylemiş..

Söylediklerinin bir kısmını önceki iki yazıda aktardık.. Devam edelim.

*

Kılıçarslan’ın Esra Aslan Turan dinden falan çıkmıyor, sapkın da değilSadece bugünün kadın hakları teorisinin getirdiği eleştirel bakışı tarihsel bir metne uygulayarak kolay bir zafer elde etmenin peşine düşüyor. Bunun, bütünüyle faydasız olduğunu söylemeye gerek bile yok” demiş olduğunu görmüştük.

Mesele sadece faydasızlık olsaydı, dert etmeye gerek yoktu.

Burada “tarihsellik” kavramı üzerinde durmak gerekiyor.

Bütün bir kâinat (ve onun bir parçası olan insan) söz konusu olduğunda “tarihsel” (belli bir zamana ve mekâna özgü) olmayan hiçbir şey yoktur.

Zaman ve mekândan münezzeh olan, onları yaratan Allahu Teala’dır.

Biz varoluş bakımından zaman ve mekâna mahkumuz, muhtacız, varlığımız bu çerçevede ortaya çıkar, Allahu Teala ise bundan münezzehtir, zaman ve mekânın yaratıcısıdır.

Evet, kâinatta “tarihsel” (belli bir zamana ve mekâna özgü) olmayan hiçbir şey yoktur. Bu anlamda şeriatler de “tarihsel”dir.

Mesela bu dünya hayatında Şeriat namaz kılmayı, oruç tutmayı emrediyor, ahiret hayatında bu tür emirler yok.. Tarihte kalıyor.

“Tarihte kalış” dünya hayatında da bir ölçüde vakidir. Tevrat’ın, İncil’in ve Kur’an’ın emrettiği şeriat az da olsa farklılık gösterir.. 

Ancak, Kur’an son kitap olduğu için, şeriati kıyamete kadar bakidir.

*

İslam Şeriat’ının içtihadî olan kısmının (daha özel bir anlamda) tarihsel olduğu söylenebilirse de, (“Mevrid-i nasda içtihada mesağ yoktur” ilkesi gereği) içtihat konusu olamayacak hususlarda (modernist ilahiyatçı soytarıların kastettiği anlamda) tarihsellikten söz edilemez.

Öte yandan, bazı hükümlerin içtihadî nitelikte olması, o alanlarda bir başıboşluk ve sınırsız kanaat belirleme hakkı bulunması anlamına gelmez.

Modern hukuktan örnek verelim.. Yargıtay içtihatlarından söz ediliyor.. Mesela bir avukat da hukukçu olduğu halde çıkıp, “Yargıtay’ınki içtihatsa benimki de içtihat, ben de içtihatta bulundum, karar benim içtihadıma göre verilsin” diyemez.

Yani herkes içtihat “ehliyet, liyakat ve hakkı”na sahip değildir.

Ehliyetsiz ve liyakatsiz kişilerin lafları çenebazlık çöpü hükmündedir.

*

Dolayısıyla, içtihadî hükümler için de “mutlak bir tarihsellik”ten söz edilemez.

Ehliyet ve liyakat sahibi müçtehitler tarafından yapılmış olmaları durumunda “İçtihat içtihadı nakzetmez” ilkesi devreye girer, ve hiçbir müçtehit bir başkasının içtihadı için “Bu, tarihseldir, hükmü yoktur, geçersizdir” diyemez..

Yani içtihadî hükümler hakkında bile “tarihsellik” yaygarasıyla değerlendirme yapılamaz.

Ayrıca, içtihadî konularda zamanın değişmesiyle (ezmanın tagayyürüyle) hükmün değişmesi de her zaman mümkün olmaz.. Mesela abdestle ilgili içtihatlar zamanın değişmesiyle değişebilecek nitelikte değildir.

Zamanın değişmesiyle yeni içtihatlarda bulunulması söz konusu olsa bile, o içtihatların dayandırılacağı deliller (ayet ve hadîsler) sınırsız sayıda farklı içtihatta bulunulmasına imkân vermez.. 

En fazla iki, bilemedin üç beş farklı görüş ortaya çıkabilir.

Modern hukukta da böyledir.. Yargıtay içtihatlarını yapan hukukçular bir mesele hakkında ihtilaf ettiklerinde hukukçu sayısınca farklı görüş ortaya çıkmaz.. İki, bilemedin üç farklı görüş ortaya çıkar ve hukukçular bunlar etrafında kümelenirler.

*

Diğer taraftan, “tarihsellik” nosyonu fıkıh usulü (İslam hukuku metodolojisi) açısından önem ve değer taşıyan, dikkate alınması gereken bir parametre değildir.

Tarihçiler ve sosyologlar bu kavramı kendi disiplinleri ve ilgi alanları çerçevesinde önemseyebilirler, fakat hukuk açısından önem taşımaz.

Hukukun temel ilkeleri ve yöntemi hiçbir zaman “tarihsel” hale gelmez, her zaman geçerlidir.

Mesela masumiyet karinesi (“Beraet-i zimmet asıldır” ilkesi) ilkçağda da geçerliydi, insanlığın son çağında da geçerli olmaya devam edecektir.. “Suçların şahsîliği” (Birinin suçu, onun yakınlarını bağlamaz) ve “suç ve cezaların kanunîliği” (Kanunsuz suç olmaz) gibi ilkeler her zaman neyse o olarak kalacaklardır, “Tarihseldir” diye bir kenara atılamayacaklardır.

“Tarihsellik” kavramı fıkıh usulünde (hukuk metodolojisinde) kendisine bir yer bulamadığı için, o usul çerçevesinde ortaya çıkan fıkhî hükümler hakkında “tarihsellik” kavramı çerçevesinde spekülasyon yapılamaz.

Yaptığınız zaman, fıkıh usulünü “tarihsellik” kavramı etrafında yeniden düzenlemiş, hatta bu kavramı fıkıh usulünün temeli haline getirmiş olursunuz.

Bu da, zekâsı yerinde bir mahlukun yapabileceği bir andavallık değildir.

Zekâ bakımından Afrika’daki şempanzelerden hallice olmalarına bakarak kendilerinde bir fevkalâdelik hisseden Cumhuriyet ilahiyatçılarının, laflarının arasına “tarihsellik” kelimesini sıkıştırınca kendilerinde acayip bir “bilimsellik” buluyor, “Ben neymişim yaa, amma da bilimsel konuştum” diye düşünerek mutluluktan ve keyiften uçuyor olmaları, onların gevezeliklerini leylek laklakasından daha değerli hale getirmiyor.

Leyleklerden farkları şu, leylekler Allahu Teala’yı tesbih ediyor, bunlar ise İblis lehine tezahürat yapan amigolar durumundalar.

*

Bu modernist ilahiyatçılar, “Erken Cumhuriyet”in din düşmanlarının dilindeki “çağdışı” kelimesini sözde bilimsellik deterjanıyla yıkayıp “tarihsellik” adı altında yeniden tedavüle koymuş durumdalar.

Çağdışı yerine tarihsel kavramını kullanınca sözde hakaret etmemiş, din düşmanlığı yapmamış, bilimsel konuşmuş oluyorlar.

Fakat kasıtları aynı..

Şaşırmaya gerek yok, Cumhuriyet laikliği (siyasal dinsizliği) ilahiyat fakültelerini boşuna kurmadı..

Hedef dini içerden baltalayıp yıkacak adamlar ve kadınlar yetiştirmekti, ve bir ölçüde başarılı oldular.

*

Delifişek yazar İsmail’in “Esra Aslan Turan dinden falan çıkmıyor, sapkın da değil” şeklindeki (fanatik taraftarlığın hakkını veren) “yancı” fetvasına gelelim.

İslam ilmihalini Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ele almak gerekir.. Burada önemli olan, fetvaların yeterli ilmî donanıma, ehliyet ve liyakate sahip alimler tarafından fıkıh usulü çerçevesinde dinin aslî kaynaklarından (Kur’an ve Sünnet’ten) istinbat edilmiş olmasıdır.

Esra adlı akademik ahmak ise, delifişek yazarın dediğine göre, “bugünün kadın hakları teorisinin getirdiği eleştirel bakışı tarihsel bir metne uygulamış”.

Yeni Şafak yazarı, tarihsel bir metin diyerek Büyük İslam İlmihali’ni basitleştiriyor, sıradanlaştırıyor, ve de değersizleştirip bayağılaştırıyor.

Senin “tarihsel çöp” der gibi tarihsel metin deyip geçtiğin şey, bin 400 küsur yıllık İslam fıkhı müktesebatının en başarılı abidelerinden biri.

Ve “tarihsel (çağdışı) metin” diyerek aşağıladığın şey, İslam fıkhı..

İşte, kaynağı Kur’an ve Sünnet olan bu fıkhın, “bugünün kadın hakları teorisi” (Ki bugünün keferesinin, küffarının kadınperestlik ya da kadına tapma görünümlü kadın istismarcılığıdır) çerçevesinde eleştirilmesi ve leşleştirilmesi, İslam açısından bakıldığında dinden çıkma ve sapıklık yolunda at koşturmaktan başka birşey değildir.

İslam buna sapıtma, yoldan çıkma diyor.

Sapıtma “yöntem”de başlar..

Fıkıh metinleri fıkıh usulü çerçevesinde değerlendirilir, bugünün küfür hurafeleri çerçevesinde eleştiri konusu yapılması ise, sapıtmadır.

*

Gerçekte “tarihsel” olması bir metni değersiz hale getirmez.

Ayrıca, birşeyin geçmişteki bir tarihe ait olması, onun bugüne hitap etmeyecek hale gelmiş olması anlamını da taşımaz.

Mesela şarapseverler, şarap eskidiği için “Bu bayat, tarihsel” demiyorlar.. Sanat koleksiyonerleri, antika meraklıları da aynı durumda.

Dünya gezegeninin bin yıl önceki “tarihsel” atmosferi, bugünkü atmosferinden daha iyiydi.. 10 bin yıl önceki daha da iyiydi.

Doğru ilkeler, zamanın geçmesiyle değersiz hale gelmezler.. Doğruluk, dürüstlük, büyüğe saygı küçüğe merhamet, yardımseverlik, adalet, tevazu, çalışkanlık, sözünde durma, ahde vefa, namus, tokgözlülük, kanaatkârlık, afvedicilik, cömertlik… geçmişte de değerliydi bugün de değerli..

Elmas, altın ve gümüş geçmişte de değerliydi, bugün de değerli..

Şeriat hükümlerinin tarihsel olması, onların bugün değersiz ya da geçersiz olmaları anlamına gelmiyor.

Bugünün kadın hakları teorisi” de, salt bugüne ait olduğu için, “tarihteki kadın hakları teorisi”nden daha faydalı ve değerli kabul edilemez.

Kovid hastalığının yeni olması onun baş tacı edilmesini mi gerektiriyor?!

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah..


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...