ŞEYH-İ EKFER ("EN KÂFİR" ŞEYH) OLMAYABİLİR, FAKAT UKALALIK MERAKLISI SAHTEKÂR BİR "DİN YOLU HARAMİSİ" SAPIK OLDUĞU KESİN

 




Şüphesiz ki İbn Arabî, Allahu Teala’nın varlığını reddetmiyor.

Fakat, Allah inancı arızalı.

Allah’ın varlığını Yahudi ve Hristiyanlar da reddetmiyorlar, fakat O’na oğul vs. isnad ederek şirke ve küfre düşüyorlar.

İbn Arabî de, savunduğu (Eski Yunan filozoflarından kopyalanmış) vahdet-i vücud anlayışıyla benzer bir sapıklığa düşmüş durumda:

Yahudiler: “Uzeyr, Allah'ın oğludur” dediler; hristiyanlar da: “Mesîh, Allah'ın oğludur” dediler. (Hâşâ!) Bu, onların ağızlarıyla geveledikleri sözleridir. (Ki sözlerini) önceden inkâr edenlerin sözüne benzetiyorlar. Allah onları kahretsin! Nasıl da (haktan) çevriliyorlar!

(Yahudiler) hahamlarını, (hristiyanlar da) râhiblerini ve Meryemoğlu Mesîh'i Allah'dan başka rabler edindiler. Hâlbuki ancak tek bir İlâh'a ibâdet etmekle emrolunmuşlardı. O'ndan başka ilâh yoktur! O, (onların) ortak koşmakta oldukları şeylerden pek münezzehtir!

(Tevbe, 9/30-31)

Evet İbn Arabî, sözlerini Eski Yunan filozoflarının sözlerine benzetiyor.

Onun gibi sapıklara adeta peygamber muamelesi yapıp her sözlerinde hikmet arayan, onların açık Kur’an ayetlerine aykırı sözlerini bile benimseyenler ise, sözlerini, (haham ve rahiplerini rab edinen) Yahudi ve Hristiyanlar’ın sözlerine benzetiyorlar.

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi şöyle diyor:

“Sofiyye-i Vücûdiyye erbabı (Vahdet-i Vücudçu tasavvuf ehli), Allah hakkındaki re’ylerini (görüşlerini), felasife (felsefeciler) re’yine bina etmişler, ulema-yı Ehl-i Sünnet ve Cemaat mezhebinden uzaklaşmışlardır.”

(Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi, Şeyhulislâm Mustafa Sabri Efendi’nin Mısır Ulemâsıyla İlmî Münâkaşaları, çev. İbrahim Sabri, haz. Osman Erdem, İstanbul: Gül Neşriyat, 2005, s. 185, n. 138. Bu eser, Şeyhülislam’ın Mevkıfu’l-Akl adlı 4 ciltlik kitabının birinci cildinin tercümesidir.)

*

TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde, Türkiye’nin en fanatik ve “kesin inançlı” İbn Arabîcisi Prof. Mahmut Erol Kılıç, “Varlık Görüşü” başlığı altında şunları söylüyor:

Bir virdine “vücûdu açan Allah’ın adıyla” (Bismillâhi fâtihi’l-vücûd) ibaresiyle başlayan (Evrâdü’l-üsbûʿiyye, s. 1) İbnü’l-Arabî’ye göre vücûd bilgisi ancak vücûdun o kişiye kendini açmasıyla mümkün olan bir bilgidir. …

Rabbin amâ üzerine istivâ etmiş olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî’ye göre amâ rabbin eyniyyeti (neredelik) demektir. Hakk’ın mahlûkatı onunla yarattığı şeydir. Amâdan ilk yarattığı şey ise akıl yani kalemdir. İbnü’l-Arabî, amâ ile eş anlamlı olarak düşündüğü ademi [yokluğu] önce mutlak adem ve izâfî adem diye ikiye ayırır. … tasavvuf ehli … vücûdu (varlık) “yokluğun yokluğu” (ademü’l-adem), ademi ise “varlığın yokluğu” (ademü’l-vücûd) olarak da tarif ederler. … Vücûd ve adem [varlık ve yokluk], mevcûd ve ma‘dûm [mevcut olan ve olmayan] üzerine [sıfat olarak] zâit [fazladan eklenen] bir şey değildir. Vücûd [varlık], mevcûdun da ma‘dûmun da [var olanın da olmayanın da] kendisidir. Fakat vehim vücûd ve ademi [varlık ve yokluğu] mevcûd ve ma‘dûma [var olana ve olmayana] ait iki sıfat gibi tahayyül eder [oysa sıfat değildirler, vücudun/varlığın bizzat kendisidirler]. Halbuki vücûd bir şeyin aynını [kendisini] ispat [sabit/mevcut, sübut bulmuş kabul etmek], adem ise nefyetmekten [olumsuzlamaktan, yok saymaktan] ibarettir. Meselâ aynında [kendisi] mevcud olan bir kişi [sokaktayken] sokakta mevcud, evde olmadığı için de evde ma‘dûm demektir. İki sıfatla birden muttasıf olduğu için de o aslında ma‘dûm sayılır. … Fakat eğer bir şey bir mertebede yok, diğer bir mertebede var ise o zaman o şey için olmadığı mertebede yok deriz ki bu izâfî bir yokluk (adem-i izâfî) olmuş olur.

*

Söylediklerinin bir kısmı bilgiçlik taslama kabilinden lüzumsuz gevezelik, bir kısmı da çelişkili zırva durumunda.

Bir virdine “vücûdu açan Allah’ın adıyla” (Bismillâhi fâtihi’l-vücûd) ibaresiyle başlaması, onun bid’atçiliğinin bir tezahürü..

Ayet ve hadîslerde vird edinilebilecek dünya kadar ibare varken illa kendi işkembesinden birşey uyduracak, artistlik yapacak..

Üstelik, çıkarttığı icat kendisine ait de değil, tutuyor Eski Yunan’ın metafizik zırvalarında geçen “vücud (varlık)” kelimesini besmeleye yamıyor.

*

Amâ” meselesine gelince..

Körlük” ve “yüksek bulut” anlamlarına gelen bu kelime bir hadîsde geçiyor (Bkz. TDV İslâm Ansiklopedisi, “Amâ” maddesi):

Rivayete göre Ebû Rezîn, “Allah âlemi yaratmadan evvel neredeydi?” diye sorduğunda Hz. Peygamber, “Altında üstünde hava bulunmayan bir amâda idi” cevabını vermiştir (bk. Tirmizî, “Tefsîr”, 12; Müsned, IV, 11). Hadisin râvisi Yezîd b. Hârûn, “Bu ifadeyle, O vardı, O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu, mânası kastedilmiştir” demektedir. 

Öncelikle şunu belirtelim: Bu tür ahad haberler (sübutları mütevatir haberler gibi her tür şaibeden uzak kesinlikte olmadığı için) itikadda kesin delil kabul edilemiyor.

İbn Arabî’nin yorumlarına gelince, “amâ”ya onun da “yokluk” (adem) anlamını verdiği görülüyor.

*

Ancak, sadece bu değil..

Ona göre amâ, aynı zamanda Rabbin eyniyyeti (neredeliği) demekmiş, Mahmut Erol öyle diyor.

Bu durumda Rabbin neredeliği “yokluk” olmuş olur; yani vücud değil, adem.. İşin içinden çık çıkabilirsen..

Dahası, amâ, Hakk’ın mahlûkatı onunla yarattığı şeymiş.. Böylece mahlukat, Allahu Teala’nın neredeliğinden yaratılmış oluyor.. Ne demekse?..

Fakat sadece bu da değil.. Dediğimiz gibi, İbn Arabî’ye göre amâ aynı zamanda adem (yokluk), ve mahlukatı onunla yarattığı şey.. Olay, “yok iken var etme, yoktan yaratma” değil de “yoklukla yaratma” oluyor.. 

Ne demekse?..

*

Bitti mi?

Hayır!

Tasavvuf ehli (Ki burada İbn Arabî oluyor) vücûdu (varlığı) “yokluğun yokluğu” (ademü’l-adem), ademi ise “varlığın yokluğu” (ademü’l-vücûd) olarak da tarif ederlermiş.

Boş gevezelik.. 

Canlılığı “ölümün/cansızlığın yokluğu”, ölümü de “canlılığın yokluğu” olarak tanımlama kabilinden bir totolojik laf ebeliği.. 

Lüzumsuz laf kalabalığı..

Laflar cafcaflı, havalı, fakat içleri boş.

*

Vücûd ve ademin, yani varlık ile yokluğun; mevcûd ile ma‘dûmun (yani mevcut olan ile olmayanın) sıfatları olup olmaması meselesine gelince..

Vehim, vücûd ve ademi [varlık ve yokluğu] mevcûd ve ma‘dûma [var olana ve olmayana] ait iki sıfat gibi tahayyül edermiş, oysa sıfat değildirlermiş, vücudun/varlığın bizzat kendisidirlermiş.

Galiba bu vehim sadece İbn Arabî soytarısının boş beyninin derdi.. Herkes bilir ki, var olan birşeyin, kendi varlığından ayrı bir "var olma" sıfatından bahsedilemez.

Çünkü, birşeyin var olma sıfatı yoksa, varlığından/vücudundan söz edilemez. Dolayısıyla vücud (varlık), "var olan (mevcut olan) birşeyin" zatından/kendisinden ayrılabilen bir sıfat olamaz.

O sıfat bulunmayınca zaten ortada varlık, yani var olan şeyin kendisi kalmıyor. Dolayısıyla o sıfat, “zat”ın (var olan şeyin) bizzat kendisi haline gelmiş oluyor. 

Yani burada “zat üzerine zaid (eklenen)”, bir başka deyişle, zattan ayrı düşünülebilen bir sıfattan söz edemiyoruz.

Somut/müşahhas örnek üzerinden gidelim..

Mesela cömertlik sıfatını alalım.. Bu “zat üzerine zaid” bir sıfattır.. Cömertlik sıfatı bulunmasa bile zatın varlığı devam eder.. Yani cömertlik, "zat"tan ayrı düşünülebilir.. Ya da, "zat"ı cömertliksiz düşünebiliriz.

Fakat var olma sıfatını zat'ın elinden aldığınızda ortada zat diye birşey kalmaz. Dolayısıyla o, “zat üzerine zaid” bir sıfat değildir, “zat”ın (var olan şeyin) bizzat kendisidir.

*

Böylesi lüzumsuz lafları bilmecemsi bir üslupla ortaya atmanın ne faydası var?

Tek faydası şu: Endülüs’ün soytarısı böylece “Bakın ben neler biliyorum” diyerek hava atma imkânına kavuşuyor.

Bunlar aslında herkesin bildiği şeyler, fakat bu tür soyut fikirler üzerinde düşünmeyi gereksiz gören (Ki gereksizdir) insanlar ilk anda onları anlayamaz, “Burada benim anlayamadığım büyük hikmetler olmalı” diye düşünürler.

Daha doğrusu, böylesi boş bir konunun mesele yapılabileceğini tahmin edemez, "İşin içinde benim anlayamadığım daha derin ve girift birşey var herhalde" diye düşünürler. 

*

Bitmedi..

Var olan bir kişi, [mesela sokaktayken] sokakta mevcudmuş, evde olmadığı için ise evde ma‘dûmmuş (adem/yokluk halindeymiş).

Ne büyük keşif!

Böyle biri, iki sıfatla birden muttasıf (vasıflanmış, sıfatlanmış) olduğu için de o, aslında ma‘dûm sayılırmış.. 

Burası, mantığın ruhuna Fatiha okunan yer. Gerçekte, onun için aynı nedenle "aslında mevcud" denilmesi gerekir; son tahlilde asıl sıfatı "mevcud" oluşudur. Çünkü tümden ma'dum olması söz konusu değil.

Fakat Endülüslü safsatacı ukalanın laflarındaki tek arıza bu değil. İki sıfatla birden muttasıf olmadan söz ettiğine göre, demek ki vehim limanına demir atmak zorunda kalmış.

Eğer bir şey bir mertebede yok, diğer bir mertebede var ise o zaman o şey için olmadığı mertebede yok dermişiz ki bu izâfî bir yokluk (adem-i izâfî) olurmuş.

*

Lafa bak, tabiî ki izafî (görece) yokluk, gerçek yokluk değil.. 

Buna izafî yokluk demek bile gereksizdir, "hazır olmayış, orada bulunmayış" gibi birşey demek gerekir.. Endülüs'ün gevezesi, kelimeleri yanlış yerde kullanıyor; burada "ğâib" kelimesini kullanmak gerekir, "adem"i değil.

Hangi salak sokakta olan adam için “Hayır, o, evde de var” ya da “Evde bulunmadığına göre o kökten/tümden yok, mutlak yokluk durumunda” der ki?!

İşte, Endülüs’ün soytarısı bu tür lüzumsuz gevezelikler ile güya hikmet saçıyor.

Yaptığı şey, kelime oyunundan ibaret.. Kelimeleri, uygun olmaya yerlerde kullanarak kafa karışıklığı üretmeye çalışıyor.

Mahmut Erol gibi prof. unvanlı ağzı açık ayran budalası “taklitçi”ler de bu saçmalıkları aktararak kalın kitaplar yazıyor, adı “İslam” olan ansiklopedileri kirletiyorlar.

*

Bununla birlikte, her ne kadar "zat üzerine zaid" (zatın kendisinden ayrı) bir vücut (varlık) sıfatından söz edemesek de, elimizde vücud (varlık) diye bir kavram bulunmaktadır.

Mevcut olan iki ayrı şeyin aynı şey olduklarını söyleyemiyoruz, fakat onlarda ortak olan bir sıfat var: Varlık.. Var olmaları durumu.

Gerçeklikte zat (mevcud) ile sıfat (mevcudiyet) aynı şey olsa bile, zihnimizde onları ayırmak durumundayız.. Mevcud ve mevcudiyet (ya da vücud) diye ayrı kavramlar kullanıyor olmamızın nedeni de bu.

İsim ile müsemma (isimlendirilen) kavramlarında olduğu gibi.. İsim, müsemma ile birlikte vardır, müsemma mevcut olmayınca isim de olmaz, fakat bu, isim-müsemma ayrımı yapmamıza engel olamaz.

Dolayısıyla, vücudu (varlığı) "zat üzerine zaid" değil fakat "zatla kaim" (ya da zat'ın kendisiyle kaim olduğu, zatın onsuz olamayacağı) bir sıfat olarak düşünmek durumundayız. 

*

Başka bir misal..

Canlı ve canlılık kavramlarını İbn Arabî'nin yaklaşımı çerçevesinde ele alalım.. Denklemimizde vücud (varlık) yerine canlılık, mevcud yerine de canlı kavramlarını kullanabiliriz. 

Endülüslü laf ebesi gibi düşünürsek, canlılığın "canlı üzerine zaid" bir sıfat olmadığını kabul etmemiz, canlılığın canlının bizzat kendisi olduğunu söylememiz gerekir.

Doğrudur, canlının olmadığı yerde canlılıktan söz edilemez.. Canlılık, canlının kendisi ile birlikte vardır.. Canlı, "canlılık"sız var olabilseydi, onun zaid bir sıfat olduğunu söyleyebilecektik. Ama söyleyemiyoruz.

Fakat bundan hareketle bir "vahdet-i canlılık" hurafesi üretip, bütün canlıları aynı (tek bir) "canlılık"ın parçaları veya tezahürleri olarak göremeyiz.

Canlı ile canlılık sıfatını ayrı düşünemeyebiliriz, fakat bu, canlıları birbirlerinden ayrı ve aynı şekilde (kendileri demek olan) canlılıklarını da yine ayrı düşünmemize engel değildir.

Bilakis, böyle düşünmemiz gerekir.

*

Mevcudat (var olanlar) ayrı fertler durumunda olduklarına göre bunların vücutlarını (varlık sıfatlarını da) ayrı ele almak, birbirlerine karıştırmamak gerekir.

Zat'lar ayrı ise, onların "kendileri" demek olan vücud sıfatları da ayrı demektir. Onların zatlarını "aynı tek zat" olarak göremeyeceğimiz gibi, vücudlarını (varlıklarını) da "tek varlık" olarak göremeyiz.

İbn Arabî kafasızı ise, iddiasının aksine, vücut sıfatını zatlardan ayırıp soyutlayarak "birbirinden ayrı durumdaki bütün zatlara ait" tek bir ortak sıfat haline getiriyor ve onu, birbirinden ayrı fertlerden bağımsız, kendi başına var olan bir sıfat kabul ediyor.

Sonra da, bu sıfatın mevcudattan ayrı düşünülemeyeceğini (zatlara zaid olamayacağını), onların bizzat kendisi olduğunu öne sürerek vahdet-i vücud (varlığın birliği), daha doğrusu vahdet-i mevcudat düşüncesine ulaşıyor.

Oysa, mevcudatı oluşturan fertler zat cihetinden ayrı oldukları gibi vücud (varlık) cihetinden de ayrıdırlar.

Bu, vücud sıfatının zat'ın bizzat kendisi olmasının, ondan ayrı düşünülememesinin mantıkî sonucudur.

Yani vahdet-i vücud düşüncesi batıl bir vehimden ibarettir. 


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...