“KEDİCİKSİZ VE DEMODE ADNAN OKTAR” İBN ARABÎ’NİN KEŞF VE RÜYA PALAVRALARI

 









Evet, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinin Prof. Mahmut Erol Kılıç tarafından kaleme alınmış bölümünde, “Varlık Görüşü” başlığı altında İbn Arabî’den aktarılan birtakım zırvalar mevcut.

Kılıç, “Burada şu noktanın unutulmaması çok önemlidir” diyerek sazı eline alıyor, döktürüyor.

Çok önemli dediği şeyler, özü itibariyle, Adnan Oktar’ın “Hayalin Diğer Adı: Madde” adlı kitabında savunduğu gödüşlerin tıpatıp aynısı.

Zaten Adnan, o kitabında İbn Arabî’ye de atıfta bulunuyor.

Ancak, “hayal” bahçesinin son bahçıvanı Adnan olmadığı gibi, ilk bahçıvanı da İbn Arabî soytarısı değildi.

Patent, Eski Yunan’ın sofistlerine ait.. Bunlar, sofistlerin geç kalmış çömezleri.

(Adnan’ın söz konusu kitabında savunduğu görüşleri Atatürkçü Türk İslamı'nın İnanç Kodları Harun Yahya (Adnan Oktar) Örneği başlıklı kitabımızda genişçe tartışmıştık.)

*

Adnan ile İbn Arabî aynı zırvaları seslendirmiş durumdalar.

Aralarındaki fark ise, Adnan’ın İbn Arabî’den daha dürüst olması..

Aynı dili konuşuyor, "Allah'ın tecellileri"nden filan bahsediyor olsa da, Adnan, keşf, mükaşefe falan edebiyatı yapmıyor.

“Kaynağım keşf değil, Eski Yunan’ın filozofları; çağdaş sayılanlardan da Berkeley gibiler.. Ayrıca İbn Arabî de marifet ve irfan kaynaklarımdan” diyor.

Söz konusu kitabı için “Bir gece ansızın Levh-i Mahfuz bana, çok çekici bir genç kız şeklinde göründü. İsfahanlı âlim Mekînüddin’in kızı Nizâm’a çok benziyordu, tıpkı oydu. Bana bakıp kedi gibi miyavladı, ‘ Ey Adnan, ey mübarek adam, insanlar bu dünya hayatına aldanıyorlar, onlara herşeyin bir hayal olduğunu anlat, onları irşad et’ dedi” gibisinden bir keramet de anlatmıyor.

“Bu kitaptaki bilgiler maveradan geliyor, bana yazdırıldı, hem de noktası virgülüne kadar” da demiyor.

İbn Arabî soytarısı, madrabaz hokkabazlıkta Adnan’ı bine katlar.

*

İbn Arabî sapığı, gelmiş geçmiş din tahripçileri içinde suret-i haktan gelmeyi en iyi başaranlardan.

Din binasını yıkmaya başkaları gibi üst katlardan, çatıdan, bacadan, ya da kapıdan pencereden başlamamış.

Onlara hiç dokunmadan direk temellere odaklanmış.. Eski çağlarda kale kuşatmalarında kimilerinin surları toplarla dövmek yerine lağım kazıp altına inerek havaya uçurmaları gibi..

Dini “amel” düzeyinde bozmaya çalışmak, mesela “Kurban bayramında koyun keçi yerine tavuk da kesebilirsiniz, hacca gitmek yerine bedelini fakirlere verin, namaz üç vakittir” filan demek, ilgili hadîsler ve fıkıh usulü yerinde durdukça, kalıcı etki yapamaz.

İbn Arabî sapığı ise “amel”i bir yana bırakıp doğrudan “usul”ü ve “itikad”ı, temelleri hedef alıyor..

Hakikat” kavramını ortaya atarak itikad esaslarında aklı ve vahyi/nakli iptal ediyor, “keşf” adını verdiği kendi hurafelerini onların yerine oturtuyor ya da onların üzerine çıkarıyor.

Ona göre, “hakikat”in bilinmesinde Kelamcıların vahiy eksenli nazar (aklî istidlal) ve tefekkür yolu güvenilirlik taşımıyor.

“Hakikat”e götürecek tek yol “keşf”.

*

Usul” böylece devre dışı bırakılınca, iman esaslarının her birinin “içini boşaltmak” çocuk oyuncağı haline geliyor.

İmanın altı şartı “keşf” kazanında kaynatılıp buharlaştırılıyor.

Önce Allahu Teala, Halik (Yaratan) olmaktan, mahlukat da “yaratılanlar” olmaktan çıkıyor..

Mahlukat, Allah’ın tezahürleri, taayyünleri ve suretleri, yani bir tür vekilleri (paralel ya da gölge tanrılar) haline geliyor..

Vekiller varken asla gerek kalmıyor.

Allahu Teala böylece devre dışı bırakılıp ekarte edildikten sonra sıra “peygamberlere iman”a geliyor.

Bunun için de Allah’ın velîsi olmak mı daha üstün bir makamdır, yoksa elçisi (peygamberi) olmak mı diye şeytanca bir soru ortaya atılıp peygamberlik makamı görece olarak itibarsızlaştırılıyor ve değersizleştiriliyor.

Böylece, kendi kendisini kendi keşfinin şahitliğiyle velî ilan eden Endülüslü bir zındık, “altın kerpiç” durumundaki bir büyük velî haline gelebiliyor.

Öyle bir velî ki, zırvalarını tartışmanız mümkün değil.. Çarpılabilirsiniz.. Sadece, “Onun kitaplarındaki hikmetlere bizim aklımız ermez, biz anlayamayız” demenize müsaade var.

*

İman esaslarından meleklere imana gelince.. Onlar zaten görünmedikleri için önem taşımıyor. İ’rabta mahalleri yok.

Kitaplara imana gelelim.. Asıl kitaplar Endülüslü pisliğe indirilmiş: Fütuhat, Füsus.. Bunların karşısında Kur’an’ın fazla bir önemi yok.. Onu, “altın kerpiç” İbn Arabî soytarısının “keşf”inden yararlanmadıkça doğru anlamak mümkün değil.

Kader konusu ise basit.. Ne söylesen gider.. Nitekim Endülüs pisliği bu konuda da zırvalar yumurtlamaktan geri kalmamış.. (Bunların saçmalığını Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, kader konulu kitabının son bölümünde gösteriyor.)

Hayır ve şerrin Allah’tan olması konusu daha da kolay.. Alemdeki herşey zaten Allah’ın tezahürleri, taayyünleri, suretleri.

Peki ortada hak dinin iman esaslarından geriye ne kaldı?

*

Peygamberlere ve kitaplara iman muvacehesinde onların haber verdiği ahiret hayatı, Cennet ve Cehennem kaldı diyebilirsiniz.

İbn Arabî soytarısı onu da düşünmüş; kâfir ve münafık olmak isteyenlerin morali bozulmasın, gelecek kaygısı çekmesinler ve yarınlarından emin olsunlar diye Cehennem’i bir tür cennete dönüştürmüş..

Öyle bir Cehennem ki, içinde azap diye birşey yok.

Kısacası, ahiretten korkmaya gerek yok.

Evet, Endülüslü sapığın dediği şu:

“Hak ve hakikati bilme hususunda Kur’anSünnet ve onları anlamanızı sağlayacak olan akıl yeterli değil.. Hatta bunlardan, yabani eşekler gibi kaçmanız lazım.. Önemli olan, keşfinizin olması.. O keşf bende var, bana Tehafüt ile Fusus verildi, size böyle bir keşf ve kitaplar verilmediğine göre, haddinizi bilip benim keşfime tabi olacaksınız.”

Böylece, Kur’an’da verilen haber, keşfperestler hakkında gerçekleşmiş oluyor:

“Şimdi onlara ne oluyor ki o nasîhatten (Kur’an’daki hatırlatmalardan) yüz çeviricidirler.

“Sanki onlar, aslandan ürküp kaçan yaban eşekleridir!

“Hayır! Onlardan her bir kişi, kendisine 'açılmış sahîfeler' verilmesini (Allah tarafından kendisine de vahyedilmesini) istiyor.

“Hayır! Bil'akis, âhiretten korkmuyorlar!”

(Müddessir, 74/49-53)

*

Evet, Endülüslü bir yaban eşeği çıkıyor, aslan postuna bürünerek kendisini aslan gibi gösteriyor.

Herkesin kendisini aslan kabul etmesini istiyor, bu arada (Fütuhat’ı ve Füsus’u ile) aslan gibi kükreme denemesi de yapıyor,

Fakat çıkan ses aslan kükremesi (bir peygambere indirilmiş kitap) değil, eşek anırtısı.

Aslan kükremesi hakkında bilgisi olanlar, onun anırtısından bîzâr oluyor, “Bu sesin sahibi aslan değil, eşşek oğlu eşşek, çıkan sesin iler tutar tarafı yok” diyorlar.

Aslan kükremesi hakkında bilgisi olmayan ya da bilgisi kendisine fayda vermemiş kişiler ise “Belki bizim kulağımızda bir kusur var, belki biz iyi duyamıyoruz, iyi anlayamıyoruz, vardır bir hikmeti” diyerek kendilerini aldatıyorlar.

*

Hal-i pür melalimizi bıyık altından gülerek kenardan seyreden İngiliz iblisi de Ibn Arabi Society’yi kurarak bize, “İşte gerçek aslan bu!” diyor.

O İngiliz iblisi ki, 1882 yılında dönemin başbakanı Gladstone, Avâm Kamerası’nda, eline Kur’an’ı alarak şöyle demişti:

“As long as this Quran is in the hands of Muslims, Europe shall not be able to control the East  (Bu Kur’an Müslümanlar’ın elinde oldukça, Avrupa Doğu’yu kontrol altına alamayacaktır).”

Tabiat boşluk kabul etmez.. Müslümanlar’ın elinden Kur’an’ı almanın kolay yolu, ellerine başka birşey tutuşturmaktır..

Kur’an’ı salt çekip alıp eli boş bırakmakla yetinmek uzun vadede sonuç getirecek birşey değil.

O yüzden Endülüslü yaban eşeği "dâhi" müzisyen ve anırtısı da şaheser müzik parçası gibi gösterilmeye çalışılıyor.

*

Keşfler, rüyalar filan bahsine gelelim..

Kur’an’ın ve Sünnet’in yanında bunların tamamı bir hiçtir.

Diyelim ki keşf, rüya vs. yolu ile yeni birşey öğrendiğinizi düşünüyorsunuz, bunu “dinî bilgi” olarak ortaya süremezsiniz.

Bu, en masum haliyle bid’at çıkarmadır, ve bid’atçılar cehennemle müjdelenmiştir.  

Diyelim ki (Şah-ı Nakşbend’in keşf hakkındaki sözü muvacehesinde) keşf, rüya vs. yolu ile dinî bir meselede (yakîninizi artıracak, imanınızı kuvvetlendirecek) bir aydınlanma yaşadınız, burada da akıl ve nakil eksenli istidlalî bilginin sınırlarını aşmamanız gerekir.

Aştığınız anda sapıklığı satın almaya başlamış olursunuz.

*

İbn Arabî soytarısının keşfi/mükaşefesi, (kendisinin bile farkında olmadan varlığını yalanladığı) bir hurafeden ibaret.

Çünkü, (Mahmut Erol’un aktardığı gibi) şunu diyerek, keşf ya da mükaşefe ile oluşan bir “marifet”ten söz edilemeyeceğini ortaya koyuyor:

O Allah Teâlâ’dır. O’nu bilmenin (mârifet) son noktası bu dünya hayatında, “O’nun misli [gibisi] yoktur” (eş-Şûrâ 42/11) ve, “Senin izzet sahibi rabbin, onların isnat ettikleri her türlü vasıflardan münezzehtir” (es-Sâffât 37/180) âyetlerinde olduğu gibi ancak selbî açıdan [nefyederek, olumsuzlayarak] tanımaktır. İlim muhakkak bir mevcûda taalluk eder [mevcud olmayan, selb/olumsuzlama konusu olan şey ilmin kapsama alanına girmez, bilinemez]. Burada bu ilmin yapması gereken şey Hak için câiz olmayan şeyi O’ndan nefyetmektir.

Bu durumda keşf ve mükaşefeden değil, ancak (Kur’an’da geçtiği gibi) akletmeden, “akıl ile bilme”den söz edilebilir.

Bir defa, "Hak için caiz olmayan şey" ancak "akıl yürütme" yoluyla bilinebilir.

“Hak için câiz olmayan şeyi” bilip de nefyetme hususunda “akıl”dan ve (peygamberler aracılığıyla gelen) vahiyden başka yol gösterici yoktur.

Eğer akıl ve nakil bir tarafa bırakılıp tamamen "keşf" esaslı düşünülürse, Hak için caiz olan ve olmayan şeylerden değil, ancak keşf olunan ve olmayan şeylerden söz edilebilir.

Yani şöyle konuşmak gerekir: "Ben, Hakk'ı mükaşefemde şöyle gördüm.. Fakat Hakk'ta şunları şunları göremedim, onları nefyediyorum, onlar hakkında 'yokluk' hükmünü veriyorum."

Dangalak şarlatan, aktarmış olduğumuz sözleriyle bütün keşf edebiyatının içine etmiş, kaldırıp çöpe atmış oluyor.

Ama haberi yok..

Kendisinden bile haberi olmayan bu soytarı tutup bize keşfiyle Allahu Teala'dan, mutlak vücuddan vs. haber veriyor.

*

İmam Şatıbî’nin el-İ’tisam’ında yer alan şu ifadeler, keşf ve rüya gibi konuların nasıl değerlindirilmesi gerektiğinin anlaşılması açısından yeterlidir:

Fasıl

Bid'atçilerden bir kısmı da şeyhlerine gösterdikleri ta'zim ve saygıda aşırı giden kimselerdir. Hatta onları hak etmedikleri mertebeye yükseltirler. Onlardan ılımlı olanı bile (mesela) filan kişiden daha büyük bir velinin olmadığını iddia eder. Bazan da velilik kapısını o kişiden başka ümmetin diğer fertlerine kapatırlar. Bu kesinlikle bâtıldır ve kötü bir bid'attır. Çünkü sonrakiler, hiçbir zaman öncekilerin derecesine ulaşamazlar. En hayırlı nesil, Rasulullah'ı (s.a) gören ve ona iman eden nesildir. Sonra onları izleyenlerdir. Kıyamet kopuncaya kadar durum hep böyle olacaktır. Dinlerinde, amellerinde, inançlarında ve hallerinde müslümanların en kuvvetli oldukları dönem İslam’ın ilk dönemidir. Sonra devamlı olarak dünyanın sonuna doğru gittikçe bu durum zayıflayacaktır.

Fakat hakikat hiçbir zaman tamamen ortadan kalkmayacaktır. Bilakis hakkı ayakta tutan, ona inanan ve imanlarmdan durumlarına göre onun gereğiyle amel eden bir topluluk daima bulunmuştur. Fakat bunlar da hiçbir şekilde ilk müslümanlar seviyesinde olmamışlardır. Çünkü sonrakilerden birisi Uhud dağı ağırlığında altını infak etmiş olsa bile Rasulullah'ın (s.a) ashabından birisinin bir ölçeğine hatta yarım ölçeğine bile ulaşamaz. Basit bir tecrübenin şehâdetiyle mali bir ibadette durum bu olunca imanın diğer bölümlerinde de durum aynıdır.

Yukarıda da yazıldığı gibi dindarlık hala eksilmeye devam ettiğine göre bu bir asıldır/değişmez bir durumdur, bunda şüphe yoktur. Ehl-i sünnet ve'l-cemaate göre de böyledir. O halde bundan sonra yeryüzü sakinlerinin içinde en büyük velinin o olduğuna ve bu ümmette ondan başka velinin bulunmadığına nasıl inanılır? Fakat büyük bir cehalet, aşırı saygı ve inanç taassubu, benzeri şeylere veya daha büyük şeylere yol açıyor.

Ilımlı olanı ise onun (şeyhin), peygamberle aynı seviyede olduğunu, sadece ona vahyin gelmediğini [peygamberden tek farkının vahiy almayışı olduğunu] iddia eder. Şeyhleri hakkında ileri giden bir gruptan bana böyle bir iddia ulaştı. Onlar zanlarınca kendi tarikatlerini savunmuş oluyorlar. Hallac'ın bazı öğrencilerinin şeyhleri hakkında ileri sürdükleri benzeri iddialar bu konuda onlardan gelen en ılımlı iddialardır. Hallaç taraftarlarının Hallaç hakkındaki iddiaları gibi kimi aşırılar ise bundan daha çirkin iddialarda bulunurlar.

Nakilde (sözlerinde, rivayetlerinde) adalet ve doğruluk sahibi şeyhlerden birisi bana şöyle anlattı:

Çöldeki kasabalardan birisinde bir müddet kaldım. Orada bu cemaate mensup pek çok kişi vardı. … Bir gün bir ihtiyacım için dışarı çıkmıştım. Onlardan iki kişiyi otururlarken gördüm. Tarikatlerine dair bazı şeyleri konuştukları kanaatine kapıldım. Konuşmalarına kulak vermek için gizlice yanlarına yaklaştım. Çünkü sırlarını gizlemek onların âdetiydi. Şeyhlerini, onun mertebesinin büyüklüğünü ve dünyada onun benzerinin olmadığını konuşuyorlardı. Bu konuşmadan dolayı ikisi de büyük zevk alıyorlardı. Sonra birisi diğerine dedi ki: Gerçeği (söylememi) ister misin? O bir peygamberdir. Arkadaşı ona dedi ki: Evet, bu doğrudur.

Olayı anlatan kişi dedi ki:

Onlarla birlikte bana da bir felaketin isabet etmesinden korkarak o yerden hemen uzaklaştım.

İmamiyye Şiasının tavrı işte budur. Din konusundaki bu aşırılık, mezhebe arka çıkmadaki bu hırs ve bid'atçiye sevgideki bu gayret ve çaba olmasaydı biç kimsenin aklı bunu kavrayamazdı. Fakat Rasulullah (s.a) şöyle buyurmuştur:

"Siz, sizden öncekilerin yollarına karış karış, arşın arşın uyacaksınız."

Tıpkı Hıristiyanların Hz. İsa hakkında aşırı gittikleri gibi bunlar da (şeyhleri hakkında) aşırı gittiler. Hıristiyanlar dediler ki: Allah, Meryemin oğlu İsa'dır. Allah Teala onlara şöyle seslendi:

"Ey Kitap ehli! Dininizde haksız yere haddi aşmayın. Daha önceden sapan, birçoklarını saptıran ve yolun doğrusundan uzaklaşan bir topluma uymayın."

Bir hadis-i şerifte ise şöyle buyurulur:

"Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı methederken aşırı gittikleri gibi siz de beni methederken mübalağa etmeyiniz. Fakat bana: Allah'ın kulu ve O'nun Rasül'ü deyiniz!"

Bu fırkaları inceleyen bir kimse şeriatın furûunda bunların pek çok bid'atmi görecektir. Çünkü şeriatın aslına bid'at girince, fürûuna girmesi çok daha kolay olur.

Fasıl

Bunların delil yönünden en zayıf olanları yapacakları amellerde makamlara istinat edenler, onlarla bir şeye yönelen ve onlar sebebiyle bir şeyi yapmaktan vazgeçenlerdir. Onlar derler ki:

Biz filan sâlih kişiyi (rüyamızda) gördük. Bize dedi ki: Şunu terk et, şunu yap.

Buna benzer şeyler, mutasavvıfları ahlâk ve amellerinde değil de daha çok dış görünüşlerinde taklit eden kimselerde görülür. 

Bazıları da zaman zaman şöyle derler:

Ben Hz. Peygamber’i (s.a) rüyamda gördüm, bana şöyle dedi, bana şöyle emretti. Şeriatte belirlenmiş sınırların dışına çıkarak onunla amel eder ve onunla bir şeyi terk ederler. 

Halbuki bu bir hatadır. Çünkü peygamberlerin dışında hiç kimsenin rüyası ile asla şer'i bir hüküm verilemez. Ancak bunlar elimizdeki şer'i hükümlere arz edilir. Bu hükümler ona ruhsat verirse gereğiyle amel edilir, yoksa terk edilmeleri ve yüz çevirilnıeleri gerekir.

Bunların faydası sadece ve özellikle müjde ve uyarıdır. Bunlardan hüküm çıkarılmasına gelince bu caiz değildir. Nitekim -Allah kendisine rahmet etsin- el-Kettani'nin şöyle dediği rivayet edilir:

Hz. Peygamber'i (s.a) rüyamda gördüm ve dedim ki: Kalbimi öldürmemesi için Allah'a dua et. Bana şöyle buyurdu: Her gün kırk defa "Ya Hayyü ya Kayyûm; Lâ ilahe illa Ente" de. ["Ya Hayyü ya Kayyûmu ya Allahu lâ ilahe illa Ente" şeklinde rivayet de var.]

Bu, güzel bir sözdür. Doğruluğunda şüphe yoktur. Zikrin kalbi diri tutması şer'an doğrudur. Rüya'nın faydası hayra ikazdır. Bu da müjdenin bir bölümüdür.

Geriye [Şeriat’e uygunluk açısından] kırk ile sınırlandırma meselesi kalır. Kırk ile sınırlandırmayı bir mecburiyet haline getirmedikçe rüyanın verdiği mesaj doğrudur.

Allah rahmet eylesin Ebu Yezid el-Bestâmi'nin şöyle dediği rivayet edilir:

Rabbimi rüyamda gördüm. Dedim ki: Sana hangi yolla ulaşılır? Dedi ki: Nefsini terk et ve gel.

Bu sözün manası şeriatte mevcuttur ve gereğiyle amel etmek de doğrudur. Çünkü bu, delil mahalline bir dikkat çekme gibidir. Çünkü nefsi terk etmenin manası mutlak olarak onun heva ve arzularını terk etmek ve kulluk üzere durmaktır. Âyetler de buna işaret etmektedir: Meselâ Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "Rabbinin makamından korkan ve nefsini kötü arzulardan uzaklaştıran kimse için şüphesiz cennet yegâne barınaktır." Buna benzer başka âyetler de vardır.

Meselâ bir kimse rüyasında: "Falan kişi hırsızlık yaptı, elini kes veya falan âlime sor veya onun söylediği ile amel et veya filan kişi zina etti, ona had cezası uygula" gibi şeyler söyleyen birisini görse, uyanık iken bunlara dair bir şahit olmadıkça bu sözlerle amel etmesi caiz değildir. Şayet amel ederse gayri meşru bir iş yapmış olur. Çünkü Rasulullah'dan (s.a) sonra artık bir daha vahiy gelmeyecektir.

Şöyle denilemez: 

Rüya peygamberliğin bölümlerinden bir bölümdür, o halde ihmal edilmemesi gerekir, Rüyadaki haber verenin Hz. Peygamber'den (s.a) olması da mümkündür. Çünkü o şöyle demişti: "Kim rüyasında beni görmüşse gerçekten görmüştür. Zira şeytan benim suretime giremez." Hal böyle olunca onun uykuda iken haber vermesi uyanıkken haber vermesi gibidir.

Böyle denilemez, çünkü denilirse o zaman da biz şöyle deriz: Rüya peygamberliğin bölümlerinden bir bölüm olsa bile bizim için vahyin tamamı değildir. Bilakis vahyin bir parçasıdır. Parça, her yönüyle bütünün yerine geçemez. Ancak bazı yönlerden onun yerine geçer. Burada da müjdeleme ve dikkat çekme yönü söz konusudur. Bu da yeterlidir.

Aynı şekilde nübüvvetin bölümlerinden olan rüyanın bir şartı da onun salih bir kişi tarafından görülmüş olmasıdır.

Dikkat edilecek şeylerden birisi de şartların var olup olmadığıdır. Bu şartlar yeterince olabilir de olmayabilir de.

Ve yine rüyanın da kısımları vardır. Şeytani olanlarına hulm/düş denilir. Bir de hadisu'n-nefs tabir edilen kısmı vardır ki bu da benliğin (nefsin) kendinden kendisine yapılan telkinden meydana gelir, bazı karmaşık duyguların heyecanı buna sebep olabilir.

Salih olanla (salih rüya ile) hüküm verilmesi ve sâlih olmayanın terkedilmesi için bunlar birbirinden nasıl ayırt edilecektir?

Rüya ile hüküm vermek [bunlar salih rüya bile olsa], zorunlu olarak Peygamber'den (s.a) sonra vahyin yenilenmesi demektir ki bu, icma ile yasaklanan bir şeydir. [Rüyanın nübüvvetin cüzü olması rüyayı görenin peygamber olması durumunda söz konusu olur.]

Anlatıldığına göre Kadı Şüreyk ibn Abdillah bir gün halife el-Mehdi'nin huzuruna girdi. Halife, onu görünce dedi ki: Benim kılıncı ve idam sehpalarını elden bırakmamam gerekiyor. Kadı Şüreyk dedi ki: Niçin ey Emirul-müminin? Dedi ki: Rüyamda gördüm ki sanki sen, benden yüz çevirdiğin halde sergimi çiğniyorsun. Rüyamı bir tâbirciye anlattım, bana dedi ki: (Şüreyk) senin yüzüne karşı sana itaat eder görünecek fakat içinden sana karşı çıkacak. Şüreyk bunun üzerine ona dedi ki: Allah'a yemin olsun ki ne senin rüyan İbrahim'in (a.s) rüyasıdır, ne de senin tâbircin Yusuf’ tur (a.s). Yoksa yalancı düşlerle müminlerin boyunlarını mı vuracaksın? Bunun üzerine halife el-Mehdi utandı ve dedi ki: Lütfen yanımdan çık git. Kadı Şüreyk de halifenin yanından ayrıldı ve uzaklaştı.

Gazzali'nin anlattığına göre bazı imamlar Kur'an'ın mahluk olduğunu savunan kişinin öldürülmesinin vacip olduğuna fetva vermişlerdir. Bu konuda kendilerine müracaat edilmişti de onlar şöyle delil getirmişlerdi: Bir adam rüyasında İblis’in Medine'nin içine girmediği halde kapısından geçtiğini görür. İblise sorulur: Medine'ye girdin mi? İblis der ki: Benim girmeme gerek yok, çünkü Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen bir adam girdi. (Kur'an'ın mahluk olduğunu söyleyen kişinin öldürülmesi gerektiğine fetva veren imamlar bu rüyayı delil getirmişti).

Bunun üzerine fetvayı soran adam hemen ayağa kalktı ve dedi ki: İblis, uyanık iken benim öldürülmem için fetva vermiş olsa onun fetvasını taklit eder misiniz? Dediler ki: Hayır! Adam dedi ki: İblis’in uykudaki sözü uyanık iken duyulan sözünden daha geçerli değildir.

Hz. Peygamber'i (s.a) rüyasında görüp de Peygamber'in rüyasında kendisine bir hükmü bildirdiğini gören kimsenin rüyasına gelince, bunun üzerinde de durmak gerekir. Şayet Hz. Peygamber o kişiye rüyasında kendi şeriatine uygun bir hükmü bildirmişse zaten söz konusu olan şey, daha önce şeriatte yerleşmiş olan hükümdür. Peygamber (s.a) o kişiye rüyasında kendi şeriatına aykırı bir şeyi haber verirse bu imkansızdır. Çünkü hayatında istikrar bulan/ve kesinleşen şeriatı Hz. Peygamber'in (s.a) vefatından sonra nesh olunmaz/değiştirilmez. Çünkü Peygamber'in vefatından sonra dinin istikrarı uykuda görülen rüyalara dayandırılamaz. Bu, icma ile bâtıldır. Kim rüyasında böyle bir şey görürse bununla amel edemez. Böyle bir durumda da rüyanın sahih/doğru/sâdık bir rüya olmadığına hükmederiz. Çünkü hak olan bir şeyi görmüş olsaydı bu rüya ona şeriate aykırı bir şeyi haber vermezdi.

Fakat geride Rasulullah'ın (s.a); "Kim beni uykuda görürse (gerçekten) beni görmüştür" hadisinin ne anlama geldiğinin araştırılması kalıyor. Bu hadis-i şerif hakkında iki tevil vardır:

Bunlardan birisi İbn Rüşd'ün, kendisine sorulan bir soruya verdiği cevaptır. İbnu Rüşd'e sorulan soru şudur: Bir hâkim, kendisine gelen bir davada, adâletleriyle bilinen iki şahidin şehâdette bulunmasından sonra, rüyasında Hz. Peygamber'in kendisine: “Bu şahitlikle hüküm verme; Çünkü o bâtıldır." dediğini görür. Bu durumda hâkim ne yapacaktır?

İbn Rüşd, bu soruya şöyle cevap verir:

Hâkimin şahitlerin şehadetini terk etmesi helâl/câiz değildir. Çünkü şahitlerin şehadetini terk etmek demek rüya ile şeriatın hükümlerini iptal etmek demektir. Bu ise bâtıldır, buna inanılması doğru değildir. Çünkü şahitlik yönünden ğaybı ancak rüyaları vahy anlamına gelen peygamberler bilebilir. Peygamberlerin dışındakilere gelince onların rüyaları peygamberliğin kırk altı parçasından sadece bir parçasıdır. [Peygamber olmadıkları için rüyaları delil niteliği taşımaz. Geriye kalan 45 parçayı unutmamak gerekiyor.]

Sonra (İbn Rüşd) şöyle dedi:

"Beni gören kimse gerçekten beni görmüştür" hadisi, uykusunda Hz. Peygamber'i gördüğü kanaatinde olan kimse gerçekten onu görmüştür anlamına gelmez. Çünkü rüyasında onu gören kimse onu defalarca ve muhtelif suretlerde görebilir. O, Hz. Peygamber'i bir vasıfta, bir başkası da bir başka vasıfta görebilir. Halbuki Hz. Peygamber'in (s.a) muhtelif suretlerinin ve muhtelif vasıflarının olması caiz değildir. O halde hadisin manası ancak şu olur: "Kim beni yaratıldığım şekil üzere görürse beni görmüştür. Çünkü şeytan benim şeklimde görünemez." Zira Hz. Peygamber şöyle demedi: Kim beni gördüğünü zannnederse, beni (gerçekten) görmüştür, Sadece şöyle dedi: Kim beni görmüşse (gerçekten) beni görmüştür. Hal böyle olunca rüyasında herhangi bir suret üzere Hz. Peygamberi gördüğüne kanaat getiren kimse o suretin Hz. Peygamber'e ait olduğunu nereden bilecek? Onu gördüğünü zannetse bile bu suretin bizzat ona ait olduğunu bilmediği müddetçe o kişi ne yapacaktır? Hiç kimsenin de bunu bilmesi mümkün değildir.

İbn Rüşd'den nakledilen bilgiler bunlardır. Bu bilgilerin özeti şudur: Her ne kadar gören kimse onun olduğuna kanaat getirse bile görülen suret Peygamber'den başkasına ait olabilir. [Gerçekten Hz. Peygamber s.a.s.’i görmüş de olabilir, fakat gördüğünü iddia ettiği şey Şeriat’e aykırıysa, kesin olarak diğer ihtimal akla gelir.]

İkinci tevil ise şudur: Rüya tâbircisi âlimler dediler ki: Kişi uyurken şeytan ona tanıdığı ve tanımadığı kişilerin suretlerinden herhangi bir surette gelebilir ve başka bir kişinin suretini "bu filan peygamberdir" "bu filan padişahtır" diye gösterebilir. Veya şeytanın benzemeyeceği kişilerden herhangi birisinin o olduğunu iddia edebilir. Başka alametlerle o kişileri tanıdığı halde şeytanın bu şekilde görünmesiyle kafası karışabilir. Hal böyle olunca onun rüya sahibine şeriate aykırı emir ve yasakları söylemesi de mümkündür. Rüya sahibi de bu emir ve yasakların Peygamber (s.a) tarafından söylendiğini zannedebilir. Halbuki öyle değildir. O halde rüyada onun söylediği veya emrettiği ya da yasakladığı şeylere [her zaman] güvenmemelidir [Söyleneni Kur’an ve Sünnet’e uygunluk açısından sorgulamalıdır.].

Böyle bir durumda şeriatin kemaline aykırı emir veya yasaklar kabul edilemez. Bunların şeriate muvafık olması gerekir.

O halde sorunda herhangi bir kapalılık ve karışıklık yoktur. Evet, ilmî ölçülere arz edilmedikçe sadece bir rüya ile hüküm verilemez. Çünkü iki kısımdan birinin diğeriyle karışma ihtimali vardır. Ahkâm (dinî hükümler) konusunda rüyayı ancak (ilmî yönden) zayıf kişiler delil olarak kullanırlar. Evet, rüyada görülen şey kesin bir hükmü gerektirmeyecek ve bir temel olarak üzerine herhangi bir şeyi bina etmeyecek şekilde özellikle bir rahatlama, bir uyarı ve müjde olarak değerlendirilebilir. [Salih rüyanın fonksiyonu budur, Şeriat hükümlerinde tağyir ve tebdil yapma değil.]

Şeriatten anladığımız şeylere göre rüya ile ameldeki orta yol budur. En iyi bilen Allah Tealadır.

(İmam Şâtıbî, el-İ’tisâm, C. 1, çev. Ahmet İyibildiren, 3. b., Konya: Kitap Dünyası Y., 2011, s. 261-266.)

*

İmam Şatıbî'nin rüya için söyledikleri keşf denilen halet için de geçerlidir. (Zaten İbn Arabî, keşfiyatı olarak gösterdiği şeyler için rüyalardan filan bahsediyor.)

Şatıbî’nin el-Kettanî ile Bayezid-i Bestamî’nin rüyalarını Şeriat açısından sorgulayış tarzı, görüşlerini keşfiyat ve rüyalara dayanarak revaçta tutmaya çalışanlara karşı takınılacak tavır konusunda dengeli ve mutedil bir ölçü veriyor.


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...