Murat Belge, 8 Ekim 2022 tarihli
yazısında şöyle diyor:
Kendilerini "muhafazakâr" nitelemesiyle tanıyan ve tanıtan çevrelerin Atatürk’ü "sevmeme" gerekçeleri ağırlıkla "Batılılaşma Sorunsalı çerçevesinde biçimleniyor. Kararlı bir "Batıcı" olan Atatürk, dolayısıyla, bizi dinimiz İslam’dan uzaklaştırmış, geçmişimize yabancılaşmamıza yol açmıştır. Bunları, ayrıca, zor kullanarak, asıp keserek yapmıştır. Muhafazakarlar bunları sayarken Atatürk’e karşı "duygusal" diyebileceğim bir tavır da alırlar. Bu bir "karşı tavır"dır, bir düşmanlık tavrıdır. Onun için Atatürk’le ilgili ağızlarını açtıklarında "Deccal" ve benzeri aşağılayıcı nitelemeler kullanmaktan kaçınmaz, tersine, bunların eksik kalmamasına dikkat ederler.
Kendilerini muhafazakâr olarak tanıtan
çevreler Atatürk’ü böyle değerlendiriyorlarmış.
Demek ki Murat Belge, Haydar Baş
taifesini, Cübbeli Ahmet ile Develili Darwin Mustafa İslamoğlu gibi sonradan
görme Kemalistleri muhafazakâr kabul etmiyor.
Belki hiç adamdan da saymıyordur,
bilemem.
Belge, Aziz Nesin gibi lafını esirgemeyen
biri olsaydı belki onun sözlerini de tekrarlayabilir, “Gerçek müslümanlar
Atatürk’ü sevmez” diyebilir, “muhafazakâr Atatürkçüler"in “gerçek” müslüman
olmadıklarını, sahte müslüman olduklarını da ileri sürebilirdi.
*
Malumatfurus.org adlı site, Aziz Nesin’in “Müslümanlar, Müslümanlık ve Atatürk” konulu
düşüncelerini toplamış.
Nesin, 1993 yılında Hürriyet Haber
Ajansı’na şöyle konuşmuş:
Gerçek Müslümanların Atatürk’ü sevmemeleri normaldir. Atatürk, Müslümanlar açısından sevilecek bir şey yapmadı. Türkiye’de yaşayan ve Atatürk’ü sevdiğini söyleyen müslümanlar, yalancıdır.
Çuvala Doldurulmuş
Kediler adlı kitabında ise şöyle yazmış:
Bir insan hem Müslüman hem de laik olabilir mi ? Bana göre olamaz. (…) Müslümanın laik olamayacağı Kuran’dan bellidir, şeriattan bellidir. Kuran şeriattır çünkü. Şeriatı değiştiremezsiniz. Değiştirmek mümkün değildir zaten.” (s. 173)
Aynı kitapta şu
ifadeler de yer alıyor:
Müslüman, tek kitabı olan Kuran hükümlerini uygulamakla yükümlüdür. Bu hükümler şeriatın yasalarıdır. Hiçbir Müslüman şeriat yasalarının dışına çıkamaz. Oysa görüyoruz ki demokrasiyle şeriat hiçbizaman bağdaşamazlar. İşte buyüzden, bir Müslümandan laik olması beklenemez. Bir insan ya Müslüman değildir, ya laik değildir. (s. 167)
Nesin, Bir Tutam Aydınlık adlı
kitabında, bu ifadelerine açıklık ve aydınlık getirir:
Laik olmanın biçok koşulu vardır ; ama başat koşul, din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı olmasıdır. Müslüman olmanın da biçok koşulu vardır. Ama Müslümanlığın başat koşulu, Allahın kelamı olan Kuran’a inanmak, iman etmektir ; yani bu, din işleriyle dünya işlerinin birbirinden ayrı olmamasıdır. Bütün yasalar ve anayasalar zamanla değişir ama İslamın anayasası olan Kuran değişmez ve bu anayasaya (Kuran’a) göre, dünya işleriyle din işleri birbirinden ayrılamaz. Çünkü Kuran, hem bu dünyanın hem öbür dünyanın değişmez kurallarını, yasalarını koymuştur. Müslümanlıkla laiklik arasındaki en büyük çelişki de burdadır. Hem Müslüman hem laik olunamaz. Bu yüzden laikliği kabul etmeyen, hatta laikliğe düşman olan gerçek Müslümanlar kendi açılarından kesin haklıdırlar. (s. 44-5)
Nesin, Merhaba adlı kitabında
aydınlığın dozunu biraz daha arttırır:
Cumhuriyet’ten sonra Türkiye’ye Batı’dan alınan üstyapı kurumları arasında bir de “laiklik” kurumu sokulmuştur. Ve sanılmıştır ki ileri Avrupa devletlerinde nasıl bir laiklik varsa, bizde de böyle bir laiklik olabilir. Bu sanıda olanlar, Müslümanlıkla Hıristiyanlık arasındaki büyük ayrımı anlayamadıkları için, yaşamın acı gerçekleri karşısında durmadan yanıldıklarını görmüşlerdir. Oysa laiklik salt Hıristiyanlığa uygun bir kurumdur ; bir Müslüman’ın laik olabilmesi olanaksızdır. Çünkü laikliği, şöyle tanımlıyoruz : “Dünya işleriyle iman işlerinin birbirinden ayrılması.” Bir Hıristiyan için, dünya işlerini din işinden ayırmak kolaydır ; çünkü onun dini, İslamlığa göre dünya işleriyle daha az ilgilidir. Oysa Müslümanlık tümüyle dünya işlerinin düzenlenmesi üzerine kurulmuş bir dindir. (s. 180)
*
Murat Belge’nin
yazısına dönelim.
Muhafazakârların
Atatürk’e Deccal dediklerini ileri sürüyor.
Peki Deccal ne?
Hadîs-i şerîflere
göre Deccal, kıyametin büyük alâmetlerinden olan dinsiz bir şahıs.
Hristiyanlar Antichrist diye adlandırıyorlar.
Nietzsche’nin bu adda bir kitabı da var: Der
Antichrist.
TDV
İslân Ansiklopedisi şu tanımı
veriyor: İlâhî dinlerde kıyamet alâmetlerinden sayılan ve insanları
doğru yoldan saptırmaya çalışacağı kabul edilen olağan üstü güçlere sahip kişi.
*
Atatürk, bu tanıma
uymuyor, olağanüstü büyüklükte heykellerini yaptırarak milletin gözünü boyama, kendisini heykeli yapılacak önemde biri gibi gösterme dışında bir olağanüstülüğe sahip değildi. (Bunun için yabancı heykeltraşlara dünyanın parasını verdi, çok cömert ve bonkördü.)
Deccal tanrılık
davası güdecek, dünyayı dolaşacak ve neredeyse tamamına hakim olacak.. Atatürk’ün böyle
bir özelliği yok, yabancı bir ülkeye devlet başkanı sıfatıyla yaptığı tek bir resmî ziyaret bile bulunmuyor. Türkiye'nin bile bütün illerini ziyaret etmiş değil. Misak-ı Millî sınırları içindeki Musul, Kerkük, Halep ve Batı
Trakya gibi topraklara bile hükmedememiş. Savaşarak birilerinin elinden aldığı
toprak parçası ise bir avuç kadar, sadece Ege bölgesi.. Sonradan bir tek Hatay'ı alabilmiş.
Dolayısıyla,
Atatürk’ü Deccal olarak nitelendirenlerin onu gözlerinde fazla büyüttükleri
söylenebilir.
Hadîslerde
haber verilen Deccal’e göre (Ki. Hz. Nuh a.s.’dan itibaren bütün peygamberler
ümmetlerini ona karşı uyarmışlardır) Atatürk, sıradan, önemsiz ve silik bir şahıs.
Türkiye'deki insanlar için önemli olduğundan kuşku yok, fakat mesela Malezyalı bir müslüman için Atatürk, varlığı ile yokluğu eşit bir adamdı.
Ancak, Murat
Belge’nin sözünü ettiği muhafazakârlar, Atatürk için deccal derken, yanılmıyorsam, kelimenin sözlük anlamını kast
ediyorlar.
Kelime anlamı itibariyle deccal, “çok yalancı” demektir.