ŞARKILI İBRET: HAS BAHÇENİN ACI VE TATLI AĞAÇLARI

 



UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI - 1 


Sonradan (Türkler’in atası anlamında palavradan) Atatürk soyadını almış olan Selanikli Mustafa, (cumhuriyetin ilanından tam bir sene önce) 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırmasının akabinde, Sultan Vahideddin’in yerine halife olmaya niyetlenmişti.

Halife-cumhurbaşkanı olmanın hayallerini kuruyordu.

Ancak, Lozan’daki barış görüşmeleri sırasında bu hayali duman oldu. Çünkü, İngilizler’den veto yedi.

*

Uğur Mumcu’nun Kazım Karabekir Anlatıyor adlı kitabı (17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi), Selanikli’nin bu halifelik sevdasının seyrini ve hazin sonunu çok güzel anlatıyor.

Mumcu, önce “Sunuş” başlığı altında Karabekir hakkında bilgi veriyor.

Anadolu’da Karabekir’in desteği sayesinde tutunan Selanikli’nin sonradan onu nasıl tasfiye ettiği, İzmir Suikasti bahanesiyle ona nasıl ecel terleri döktürdüğü, fakr u zarurete mahkum ettiği malum.

Fakat bunlarla yetinmiyor, yok edemediği “itibar”ını da yerle bir etmek için 1933 yılında ona karşı kampanya başlatıyor.

Mumcu’dan dinleyelim:

Atatürk ile Karabekir arasında kamuoyu önündeki ilk tartışma 1933 yılı mayıs ayında Milliyet Gazetesi'nde olmuş. Tartışma sırasında “Millici” takma adıyla yazılar yazan yazar, Karabekir'e şu çağrıyı yapmış:

Herhalde muhterem Paşa neşrettikleri “Şarkılı İbret” eseri yerine İstiklal Harbi'nin birkaç safhasına varan çocuklarına öğretecek başka eser hediye etseydi, tarih ve hakikat namına daha büyük hizmet görmüş, efkar-ı umumiyenin kendi haklarında, milli mücadeledeki hizmet ve tesirleri hakkında kafalarda yarattığı müphem (kapalı) hükümlere kendi dilleriyle, kendi yazıları ile hakiki istikametlerini vermiş olurlardı!

Evet, bu ülkede “millilik” edebiyatının kökleri derin.. Gazetenin adı da aynı türküyü “çığırıyor”: Milliyet.

Türkiye’deki Selanikli rejimi, Mustafa Atatürk’den beri, muhalifler hakkında “müphem hükümler/yargılar, töhmetler” icat etmekte ve bunları efkâr-ı umumiyeye (kamuoyuna) mal etmekte usta..

Sözü edilen Şarkılı İbret (Memleketin Evlatlarına Şarkılı İbret), Karabekir’in 1922 yılında Trabzon’da yayınlattığı bir eser..  Dokuz adet oyun, şarkı ve marş notaları, harita ve resimler içeriyor.

Görüldüğü gibi, Karabekir hem müphem hükümler maskesi altında imalı bir saldırı ve itibar suikastinin nesnesi yapılıyor, hem de hiç yeri yokken Şarkılı İbret kitabı üzerinden alay konusu haline getiriliyor.

Millici” takma adını kullanan bizzat Selanikli’nin kendisi değildiyse, birinin çıkıp Karabekir’e böyle bir saldırıda bulunması, onun talimatı bulunmaksızın söz konusu olabilir miydi?

Bu, önemli bir soru..

Uğur Mumcu da aynı soruyu soruyor, ve cevap veriyor:

“Millici” imzalı yazıları yazan Atatürk'ün kendisi miydi?

Belki kendisiydi; kendisi olmasa bile bu yazılar kendisinin bilgisi altında ve kendisine çok yakın kimselerce yazılıyordu.

Belki Mazhar Bey, belki de Falih Rıfkı (Atay). (s. 20)

*

Mumcu’yu dinlemeye devam edelim:

Karabekir, bu açık çağrı üzerine Milliyet Gazetesi'ne 7 mektup göndermiş, bu mektupların altısı yayınlanmış; yedincisi ise yayınlanmamış.

Tartışmanın kesilmesi üzerine Karabekir, İstiklal Harbimizin Esasları adlı kitabı yazmış; bu kitap, daha baskıdayken toplatılıp yakılmış; Paşa'nın İstanbul Erenköy'deki köşkü basılarak kitabın kaynağı olan belgelere el konmuş.

1933'de yakılan bu kitap, 1951 yılında yeniden yayınlanmış.

Atatürk, yakılan bu kitabı inceleyerek Kazım Karabekir'e 9 sayfa tutan yanıtlar vermiş. (…)

Karabekir, yaşarken anılarının serbestçe okunmasına tanık olamamış.

Görüldüğü gibi, yedinci mektup yayınlanmıyor.

Yalancı pehlivanlar, hani siz Karabekir’den Şarkılı İbret yerine “tarih ve hakikat namına büyük hizmet bekliyordunuz?

Hani Karabekir’in “efkar-ı umumiyenin kendisi hakkında, milli mücadeledeki hizmet ve tesirleri hakkında kafalarda yarattığı müphem (kapalı) hükümlere kendi diliyle, kendi yazıları ile hakiki istikametlerini” vermesini istiyordunuz?

Hani siz “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” olma tutkunlarıydınız?

Ne oldu, son mektubu niye yayınlayamadınız?

Dahası, neden adamın kitabını daha baskı aşamasında toplatıp yakıyorsunuz?

Bu panik neyin nesi?

Selanikli tutup 9 sayfa cevap yazmışmış..

Cevaplarına güveniyorduysan, niye kitabı yasaklatıyorsun?

“Hepsi fasa fiso, ben bu paçavrayı dokuz sayfada gömerim?” diyemiyor muydun?

Millet senin dokuz sayfalık cevabını okuyabiliyor, fakat karşındakinin ne yazdığını bilme şansı yok.

(Bu rejimin Selanikli’den beri huyu bu.. Adamlarının çoğu böyle çalışıyor.. 12-13 yıl önceydi, Rıhle Dergisi’ni çıkaran Darulhikme topluluğunun e-posta grubuna, “Bunlar ilim erbabıdır, paylaşımlarından faydalanırım” diye üye olmuştum.. Baktım Dücane Cündioğlu gibi münafıkların reklamı yapılıyor.. Davutoğlu’nun İlim ve Sanat Vakfı ile Yeni Şafak gazetesinin balonlarından Dücane, o sıralarda şimdiki gibi maskesini indirip küfrünü kusmamıştı, maharet kesbettiği münafıklığı ile tribünlerden alkış toplamaya devam ediyordu.. Tutup Dücane’yi tenkit etmem üzerine üç isim birden bana salvo başlattılar.. Dücane ve benzerleri rejimin çok çekindiği, korktuğu adamlarmışmış.. Bu sahtekârlar böyledir, kendi adamlarını sözde “rejimin korktuğu kahraman” gibi göstermekte de üstlerine yoktur.. Bir süre tartıştık, sonra bunlardan biri bana ağır hakaretlerde bulundu, bana cevap hakkı doğduğu halde cevabım yayınlanmadı.. Yani Selanikli’nin sünneti ihya edildi.. Bu, hepsinin değil, içlerinden birinin marifetiydi..)

*

Mumcu’nun ifadelerini okumaya devam edelim:

Gazeteci Hikmet Münir, Kazım Karabekir ile 1939 yılı Şubat ayında Yedigün adlı dergisinde röportaj yapmış; ancak bu yayın da devrin hükümetinden geldiği ileri sürülen baskı ile kesilmiş.

Karabekir, daha sonra “İstiklal Harbimizin Esasları” adlı kitabını genişleterek “İstiklal Harbimiz” adlı kitabı hazırlamış. Bu kitap ancak 6O yılında yayınlanabilmiş!

Bu kitap hakkında da dava açılmış; ancak yapılan yargılama sonunda davanın düşmesine karar verilmiş.

*

Selanikli’nin “kişisel” başarısının temelinde iki etken var.

Birincisi, 3 Temmuz 1918 günü Sultan Reşad’ın vefatı üzerine (Selanikli’nin daha önceden kafaya alıp gözüne girdiği) Vahideddin’in tahta oturması sayesinde, cülustan 10 ay sonra Anadolu’ya “padişah yaveri” sıfatıyla sözde müfettiş özde “Anadolu genel valisi” olarak gönderilme imkânına kavuşmuş olması..

Sultan Reşad yaşasaydı şimdi ne heykelleri vardı ne de resimleri.. Anıt Kabir (mezar) adlı devasa türbe de yoktu.

Selanikli’nin başarısının ardındaki ikinci etken ise, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından iki hafta (Vahideddin’in padişah olmasından dört buçuk ay) sonra geldiği İstanbul’da İngiliz subaylarının yerleştiği Pera Palas’ta kalarak onlarla temas kurması, bu arada İngiliz İstihbarat Teşkilatı’nın (gizli servisinin) İstanbul şefi Rahip Robert Frew ile başbaşa gizli görüşmeler yaparak onlarla anlaşmış ve destek sözü almış olması.

Nitekim bu İngiliz desteğini İkinci Adam İsmet İnönü, Cumhuriyet’in ilanının 50’nci yıldönümü münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecinde açıklamış bulunuyor:

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Başarının temelindeki harç bu iki kaynaktan geliyor.. Fakat, inşaatın tamamlanması Selanikli’nin ustalığının ürünü.

Bir defa, çok kolay ve inandırıcı biçimde yalan söyleyebilme (algı operasyonu yapabilme) gibi özel bir yeteneği var.

Mesela, saltanatı, tesettürü, medreseleri vs. kaldırmayı kafaya koyduğu, Latin harflerini ve şapkayı millete dayatmaya karar verdiği ve bunu daha Erzurum Kongresi sırasında gece Mazhar Müfit Kansu ve Süreyya Yiğit gibi hempalarına açıkladığı halde, gündüz Kongre’de müftü efendi gibi dua edebiliyor, Padişah’a bağlılık ve Osmanlı Devleti’ni kurtarma edebiyatı yapabiliyor.

Gayet inandırıcı bir şekilde..

Ve de yalandan sular seller gibi yemin edebiliyor..

Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sındaki şu satırlar, adamın yalancılığının ne boyutlarda olduğunu göstermeye yeter:

"Buhari-i Şerifler, minarelerde sala ve ‘sevgili padişahımıza sadakat’ yeminleri ile aynı tören yapılmıştır. Meclis toplanır toplanmaz ‘ilk ve son sözü padişah ve halifeye bağlılık’ olduğuna yemin edilmiştir! ‘Cenab-ı Hak ve Resul-i Ekrem’i namına yemin ederiz ki padişaha ve halifeye isyan sözü yalandan ibarettir.”

(Falih Rıfkı Atay, Çankaya III, Cumhuriyet Gazetesi Armağanı, Kasım 1999, s. 22.)

Yalancılığını destekleyen ikinci özelliği, insanları birbirine karşı kullanmayı bilmesi.. Birbirlerine karşı şüpheye düşürüp aralarına nifak sokabilmesi..

Mesela, ihtiyacının olduğu dönemde Çerkez Ethem’in karşısında kuzu gibi durup onu Çapanoğlu’na ve başkalarına karşı kullanmışken, fırsatını yakalayınca bu defa onun hakkından gelmiştir.

Kullanabildiklerini sonuna kadar kullanmış, birazcık olsun itaatten çıktığını gördüğü kişileri ise (İsmet İnönü’nün de sonunda yaşadığı şekilde) kâğıt gibi buruşturup çöp sepetine atabilmiştir.

*

Karabekir ile Selanikli arasında Milliyet gazetesi sayfalarında yaşanan tartışmalar sırasında Karabekir aleyhinde birtakım iddialar ortaya atıldığı ve bu çerçevede (ancak Selanikli’nin varlığından haberdar olup hatırlayabileceği) belgelerin ortaya sürüldüğü görülüyor.

Karabekir’in buna cevabı sert oluyor.

Kendisinin (vatanı kurtarmak için) Anadolu’ya, Selanikli’den daha önce geçmiş olduğunu hatırlatıyor.

Ayrıca, Şişli’deki evinde ziyaret ettiği Selanikli’yi, İstanbul’da kalıp Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) olma fikrinden vazgeçirmeye, vatan için çalışmak üzere Anadolu'ya geçmesi için ikna etmeye çalıştığını anlatıyor.

Demek istediği şu: Bu adamın aslında vatanı kurtarma diye bir derdi yoktu, kendi istikbalini kurtarmaya çalışıyordu.

*

Karabekir, ayrıca Selanikli’nin Nutuk’undaki şu cümleye dikkat çekiyor:

Beni, İstanbul'dan nefy (sürgün etmek) ve teb'îd (uzaklaştırmak) maksadıyla Anadolu'ya gönderdiler.”

Yani, Anadolu’ya kendisi gitmek istememiş, gönderilmiş.. Kendi itirafı (ya da iddiası).

Bu, kısmen doğru.. 

İstanbul’da hükümeti yıkmak için birtakım faaliyetler içine girdiği ve planlar yaptığı biliniyor.. O yüzden hükümet erkânından bazıları onun Anadolu’ya gönderilmesi teklifinin üstüne atladılar.. 

Fikir, Mareşal İzzet Paşa’nın da yazdığı gibi, hükümete değil, Vahideddin’e aitti.. 

Ancak, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Padişah’ı bu fikrinden vazgeçirmek için çok uğraşmış, muvaffak olamamıştı.. 

Kanaatimce, Selanikli İngilizler’den destek sözü almasaydı, gitmezdi, Vahideddin’den affını isterdi.. Onun, daha ortada hiçbir şey yokken Erzurum Kongresi sırasında bile büyük bir acullukla ve özgüvenle hempalarına saltanatın kaldırılmasından, tesettürün yasaklanmasından, alfabe değişikliğinden, millete zorla şapka giydirilip “çağdaşlaştırılması”ndan söz etmesinin, İngilizler’e verdiği sözlerden kaynaklandığı anlaşılıyor. 

İngiliz keferesi birşey almadan birşey vermez, uluslararası ilişkilerde “win-win outlook” esastır. Selanikli’nin sarı saç mavi gözü onlar için birşey ifade etmiyor, onlarda bunlar bol.

*

Bu noktada, Atatürk'ün anasına yazmış olduğu şu meşhur mektubu hatırlamakta fayda var. (Bkz. Salih Bozok, Yaveri Atatürk’ü Anlatıyor, haz. Can Dündar, 7. b., İstanbul: Doğan Kitapçılık  2006. s: 72-74;  Sadi Borak, Atatürk'ün Özel Mektupları, İstanbul: Kırmızı Beyaz Yayınevi, 2004, s. 253-255.)

Mektup Ağustos 1919'da yazılmış.. Anadolu’ya gidişinden üç ay sonra.. Sivas Kongresi’nden önce.. Götüren, Atatürk'ün yaveri Salih Bozok..

O mektubunda Mustafa Atatürk şöyle diyor:

“Muhterem Valideciğim,

“... Malumunuzdur ki, daha İstanbul’da iken ecnebi [yabancı] kuvvetlerin devleti, milleti fevkalade sıkıştırmakta ve millete hizmet edebilecek ne kadar adamımız varsa cümlesini hapis ve tevkif ve bir kısmını Malta’ya nefy ve tazip etmekte [sürgün ve azap etmekte] pek ileri gidiyorlardı.”

Demek ki yabancı devletler, Osmanlı Devleti'ni ve Padişah’ı fevkalade, yani normalin üstünde sıkıştırmışlar. "Millete hizmet edebilecek" ne kadar "adam" varsa ya hapsetmişler, ya da Malta'ya esir olarak sürmüşler. Ortada millete hizmet edecek "adam" bırakmamışlar.. Peki ya Mustafa Kemal?.. Mektubun devamında bunun cevabı var: “Bana nasılsa ilişememişlerdi.”

Bu nasılsayı biz çözmeye çalışalım: Acaba Mustafa Kemal’i "adam"dan saymamışlar mıydı? Onu "millete hizmet edebilecek" bir adam kabul etmemişler miydi?.. 

Mektubun devamı, “nasılsa”ya açıklık getiriyor:

“Fakat 3. Ordu müfettişi olarak Samsun’a ayak basar basmaz İngilizler benden şüphelendiler.”

Şimdi o "nasılsa" anlaşıldı. Demek ki Atatürk, İngilizler'in kendisinden şüphelenmediği biriymiş. Acaba bunu neye borçluydu? Samsun'a ayak basar basmaz şüpheleniyorlar da, Samsun'a gitmek ister istemez neden şüphelenmemişlerdi? 

Her neyse, Atatürk’ün mektubunun devamı şöyle:

[İngilizler] Hükümete benim [Anadolu'ya] sebeb-i izamımı [gönderilme nedenimi] sordular. 

Niçin gönderildiğini en iyi İngilizler biliyorlar, çünkü böyle birinin Anadolu'ya gönderilmesini isteyenler kendileri.. Nitekim, Millî Savunma Bakanı Şevket Turgut Paşa bunu onlara hatırlatıyor. Mektubun devamı şöyle:

“Nihayet İstanbul’a celbimi (çağırılmamı) talep ve bunda ısrar ettiler. Hükümet beni iğfal ederek (gaflete düşürüp aldatarak) İstanbul’a celp ve İngilizlere teslim etmek istedi. Bunun derhal farkına vardım.” 

Yani Hükümet'in kendisini iğfal etmek istediğinin derhal farkına varmış. Adamın başkalarından farkı, sözlerine bakılırsa, işte bu.. O, herşeyin derhal farkına varıyor. Üzerinde Güneş batmayan imparatorluk olduğu söylenen İngiltere ise, o kadar diplomatına, siyasetçisine, stratejistine, kurmayına, tarihçisine, bilim adamına, komutanına, istihbaratçısına rağmen, farkına varamıyor, ayakta uyuyor, uyanmak için adamın Samsun'a ayak basmasını bekliyor.. 

Tekrar mektuba dönelim:

“Ve bittabiî kendi ayağımla gidip esir olmak doğru değildi. Padişahımıza hakikat hali yazdım. Ve gelemeyeceğimi arz ettim. Zat-ı şahane de evvela buna muvafakat etti (hak verdi). Fakat daha sonra İngilizlerin tazyiki (baskısı) ziyadeleşti (fazlalaştı).”

Yani "Padişahımız'ı, Zat-ı Şahane'yi" İngilizler zorluyor ve sıkıştırıyorlar.. Fazlasıyla.. Böylece Vahideddin, "devleti kurtarmak" için gönderdiği adamla İngilizler'in keyfi için uğraşan hain pozisyonuna düşürülüyor.

İngilizler bunu niçin yapmış olabilirler acaba? İsmet İnönü'nün 54 yıl sonra gelecek olan itirafı bir cevap olabilir mi:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur." 

Selanikli Mustafa Atatürk, asıl mücadelesini, Yunan'a ve (Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit'e daha Erzurum'dayken açıkladığı gibi) Vahideddin'in başında bulunduğu Osmanlı Devleti'ne karşı vermişti.. Ve İngilizler, Atatürk'ün başarısı için birşeyler yapmışlar.. Ben demiyorum, Atatürk’ün sağ kolu diyor.. 

Mektuba dönelim:

“Nihayet o da [Padişah da] İstanbul’a avdetimi (dönmemi) irade etti (istedi). Bu suretle artık resmî makamımda kalmaya imkan göremediğim gibi askerliğimi muhafaza ettikçe İngilizlerin ve hükümetin hakkımdaki ısrarına mukabele edilemeyecekti (karşı konulamayacaktı). Bir tarafında bütün Anadolu halkı tekmil millet hakkımda büyük bir muhabbet ve itimat gösterdi. “Seni bırakmayız” dediler.

Tabiî ki Mustafa Atatürk, anasına yazdıklarını o günlerde millete de söylüyor, Zat-ı Şahane'nin, Padişahımız'ın İngiliz zorlaması ve baskısı yüzünden kendisini mecburen çağırdığını, aslında bunu istemediğini açıklıyordu. Vahideddin öldükten sonra ise meşhur Nutuk'unda onu "sefil, adi mahluk, hain, alçak, aciz, kıymetsiz, duygu ve düşünceden yoksun, şahsî vaziyet ve hayatından başka birşey düşünmeyen pespaye" gibi sıfatlarla gayet medenî ve uygarca yâd edecekti. 

Her neyse, anasına yazdıklarını okumaya devam edelim:

“Filhakika (hakikaten) vatan ve milletimizi kurtarabilmek için yegane çare askerliği bırakıp serbest olarak milletin başına geçmek ve milleti yekvücut bir hale getirmekle hasıl olacak kudret ve hareket-i milliyeyi (millî hareketi) hüsn-i istimal eylemekten (güzelce kullanmaktan) başka çare mutasavver değildi (düşünülemezdi). Binaenaleyh (bundan dolayı) ben de böyle yaptım. Elhamdülillah muvaffak (başarılı) da oluyorum.”

O sırada başarılı olduğu şey, vatan savunması değil.. Çünkü o günlerde (aylarda, bir yılı aşkın süre) toplantı yapıp nutuk atma, yalan yere yemin etme, hilafet ve saltanata bağlılık edebiyatı yapma dışında yaptığı birşey yok. Din istismarı alanında da eşsiz bir performans sergiliyor. Millete kendisini kabul ettiriyor. Böylece kendi "şahsî vaziyeti" bakımından başarılı olma fırsatını yakalıyor. O anki derdi, ne yapıp edip "milletin başına geçmek".. Askerliği bırakması, "emir almayı bırakması" anlamına geliyor. "Milletin başına geçilmesi" için bu adımın atılması şart. "Hareket-i milliyeyi kullanma" işinde mesafe almak için "milletin başına geçmek" lazım. Ve Mustafa Atatürk bunda muvaffak da oluyor. Böylece, denklemden Padişah ve İstanbul Hükümeti düşmüş, gelecekte bir üflemeyle yıkılacak hale getirilmiş oluyor. Kim sayesinde? İngilizler sayesinde.. Filhakika İsmet İnönü ne söylediğini bilerek konuşuyor. İngilizler Padişah'ı (istemeyerek, görünüşte de olsa) Atatürk'e muhalefet ediyor konuma düşürmeseler, ileride Mustafa Atatürk Padişah'ın sırtına tekme indiremeyecek, ona hain diyemeyecek, "sefil, adi mahluk, alçak, aciz, kıymetsiz, duygu ve düşünceden yoksun, şahsî vaziyet ve hayatından başka birşey düşünmeyen pespaye" diye saydıramayacak.. Dahası, millete şapka giydiremeyecek.. İngiliz alfabesini zorla dayatamayacak.. Tesettürü (İslamî örtünmeyi) kaldıramayacak.. 

Mektuba dönelim:

“Pek yakında netice-i maddiyeyi (maddi sonucu) bütün cihan (dünya) görecektir. Ben bu suretle hareket edince İngilizler derhal yalvarmaya başladı. Ve beni kazanmaya çalıştı. Her şeyi (Padişah’ı ve İstanbul Hükümeti’ni zorladıklarını) inkar ettiler. Ve bütün kabahati bizim hükümete attılar.”

Demek ki İngilizler'le irtibatı devam etmiş.. Siyaset icabı politika değiştirmeyi, keskin ve kıvrak manevralar yapmayı, insanları "kazanma"yı çok iyi bildikleri anlaşılan İngilizler, Atatürk'ü daha İstanbul'dayken kazanmaya çalışmış olabilirler miydi? 

Ya da olamazlar mıydı? 

Ancak, kazanamadıkları ya da kazanmaya gerek görmedikleri birçok kişiyi tutukladıkları veya Malta'ya sürdükleri malum.. 

Mustafa Atatürk'e ise "nasılsa" ilişememişlerdi.. 

Mektubu okumaya devam edelim:

“Hakikaten hükümet de benimle uğraşmak istedi. Fakat kuvveti buna müsait gelmedi. Ve gelemez.

Peki bunu İngilizler neden akıl etmemişlerdi? Bunu anlayacak akıl bir tek süper Selanikli Mustafa Atatürk'te mi vardı? Hükümet'in Mustafa Atatürk'le uğraşmaya kuvvetinin elverişli olmadığını İngilizler neden anlayamamışlardı? Hiçbir şeyi anlayamama konusundaki bu olağanüstü ve sıradışı kabiliyet ve becerilerinin ardındaki sır neydi? 

Yoksa herşeyin farkındaydılar da, planları gereği böyle davranmaları mı gerekiyordu?.  

Biz yine mektuba dönelim:

“Daha bir zaman bu suretle Anadolu içinde çalışmakla her şey hallolacaktır. Kariben [yakında] Meclis-i Mebusan [yeni Millet Meclisi, TBMM] toplanacak ve meşru bir hükümet mevki-i iktidara (iktidar konumuna) geçecektir.”

Öncelikli mesele vatanın kurtarılması değil.. Cephede savaşmak, düşmana mermi yağdırmak hiç değil.. Kahramanımız "Anadolu içinde çalışmakla" meşgul..  "Mevzubahis olan başına benim geçeceğim meclis ise, vatan da teferruattır" modunda. Milletin başına geçecek ya, bir meclise ihtiyacı var.. O meclise dayanarak bir hükümet kuracak, "iktidar konumu"nu ele geçirecek.. Böylece, vatanı değilse de Anadolu'daki "şahsî vaziyet"ini kurtarmış olacak. Vatan savunması bekleyebilir.. Nasıl olsa İngiliz, Yunan'a Milne Hattı talimatıyla İzmir dağlarında ot yolduruyor, çiçek toplatıyor.. Bu arada İngilizler bir Milne Hattı da İstanbul'da kuracaklardır. Ankara'da toplanacak olan meclise oyun alanı açılsın, nevzuhur meclis mevcut meşru rakibinden kurtulsun, millî irade gaspçısı gibi görünmesin diye İstanbul'daki Meclis-i Mebusan'ı (Milletvekilleri Meclisi'ni) kapatacaklardır. Ayrıca Osmanlı Erkân-ı Harbiye'sini de (Genelkurmay Başkanlığı'nı) basacak, işgal edeceklerdir. Böylece, Anadolu'daki bütün askerî birimler "boşluğa düşecek", ister istemez, ayakta kalmış tek mercî olarak Ankara'yla temas kurmak zorunda kalacaklardır. Filhakika, İsmet İnönü'nün buyurduğu gibi, "İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur".

Tekrar mektuba bakalım: “Ben de ihtimal o zaman İstanbul’a geleceğim.” 

İstanbul'a gitmesi ihtimalini vatanın kurtarılması ve İngilizler'le savaşılıp onların mağlup edilmesi "ihtimal"ine bağlamıyor. Kendisinin "Anadolu'da çalışıp (savaşması değil)" yeni bir meclis toplaması ve yeni bir hükümet kurması şartına bağlıyor. Bu kadarını, elini kolunu sallayarak İstanbul'a dönmesi "ihtimal"i için yeterli görüyor. Adamda "İngilizler beni terörist diye tutuklar Malta'ya sürer, Osmanlı Hükümeti de isyancı diye tutar yargılar" gibisinden bir endişe yok. Kafasının İngilizler yönünden rahat olduğu anlaşılıyor. Padişah ve Osmanlı Hükümeti de İngilizler tarafından balmumu gibi yoğurulup felç hale getirilmiş olduğu için onlardan yana korkusu hiç yok. Karışık bir denklem gibi görünüyor, değil mi?.. Üzülmeyin, İsmet İnönü'nün vecizesi bütün soruları cevaplıyor: "İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur." 

Mektuba dönelim:- “... Tekrar Erzurum’a döneceğim. Tekrar ediyorum. Her işittiğinize önem vermeyiniz.” 

Mektup Sivas'ta (Sivas Kongresi öncesinde) yazılmış. Atatürk'ün "Her işittiğinize önem vermeyiniz" vecizesi, herhalde Atatürkçülerden ilkokuldan itibaren dinlemek zorunda kaldığımız masallar için de geçerli olmalıdır. 

Evet, Mustafa Atatürk, mektubunun devamında anasına şunu da söylüyor ve böylece filmin tümden kopmasına, kafamızdaki sigortaların kıvılcımlar saçarak atmasına neden oluyor:

“Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım.”

Ancak, söz konusu neticeyi İngilizler de görmüş olabilirler miydi diye düşünmeden edemiyoruz. İngilizler de "kendilerinin ne yaptığını biliyor" olabilirler miydi? Mustafa Kemal Atatürk'e Samsun vizesi verirken bunda bir netice görmüşler miydi? 

Fakat burada çok daha ilginç bir terslik var: Bize öğretilen "en güzel Türk masalları" formatındaki "ilkokul düzeyi Atatürk bilgisi"ne göre, heykelimsi Atatürk'ün, sonunda netice görmeyince vatan için mücadele etmekten kaçınması söz konusu olabilemez. 

Kara Murat, Tarkan ya da Malkoçoğlu gibi "Haaayyyyttt" diyerek meydana fırlar, "Mevzubahis olan vatansa Haticeler de, neticeler de teferruattır" der. 

Anasına yahudi "Venedik taciri" üslubuyla "Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım" diye mektup yazmaz. 

İnönü'ye Karabekir'in dediği gibi, "Tek dağ başı mezar oluncaya kadar bu gayeden ayrılmayacağım" diye konuşur. (Bkz. Kâzım Karabekir, İstiklâl Harbimizin Esasları, İstanbul: Sinan Matbaası ve Neşriyat Evi, 1933-1951, s. 38.)

Selanikli Mustafa Atatürk'ün anasına yazdığı mektup ile Türkiye Cumhuriyeti Milli Eğitim Bakanlığı'nın anlattığı Atatürk masalı birazcık farklılık gösteriyor.

*

Konuya dönelim..

Karabekir, Milliyet gazetesine gönderdiği mektubunda sadece Nutuk’a değil, Gazi’nin Hayatı adıyla basılmış olan kitabın 79’uncu sayfasına da atıfta bulunuyor (Mumcu, s. 26):

“Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya kendisini uzaklaştırmak isteyen hasımları tarafından gönderilmiştir.”

Karabekir’in mesajı açık: Selanikli Anadolu’ya kendiliğinden, vatan sevgisiyle gitmiş değil..

Tamam, denize düşen vatandaşı kurtarmış, ama kendisi kahramanlık ve fedakârlığından dolayı suya atlamış değil, arkadan itilmiş.

Hür fikir ve vicdan düşkünü Selanikli’nin Karabekir’e verdiği ve Milliyet gazetesinde yayınlanan cevap ise, onun çağdaşlık ve medenîlik şişesini taşa çalıp kırdığını, Hz. Musa a. s. için “Size gönderilen bu elçiniz hiç şüphesiz kesinlikle delidir!” (Şuara, 26/27) diyen Firavun'un sünnetini/geleneğini izlediğini gösteriyor:

Bu mektubu yazan üzerinde akıl doktorlarının dikkat nazarını celbederim.”

Ve Karabekir’in yedinci mektubu yayınlanmaz.

Siz olsanız akıl doktorları tarafından tedavi edilmesi gereken bir delinin (ya da meczubun) mektubunu yayınlar mısınız?

*

Mumcu’nun kitabını okumaya devam edeceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...