UĞUR
MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 30
Bir
önceki yazıda Selanikli Mustafa Atatürk’ün, (İngiliz gazeteci Price vasıtasıyla
İngilizler’e ilettiği işbirliği teklifi çerçevesinde) İngiliz Gizli
Servisi’nin (İstihbarat Teşkilatı’nın) İstanbul şefi Robert
Frew ile yaptığı görüşmelerin bir anlaşma ile neticelenmesinin iki
aylık bir zaman dilimine ihtiyaç göstermiş olması gerektiğini söylemiştik.
Evet,
Frew’nun her görüşmenin ardından bir rapor hazırlayıp Londra’daki
karar mercîlerine göndermesi ve oradan gelen talimatlar çerçevesinde
Selanikli ile oturup yeniden bir durum değerlendirmesi yapması, ve nihayet
varılan mutabakat çerçevesinde Londra’da bir yol haritasının
hazırlanması, iki ayı bulmuş olmalıdır.
Bu
durumda, söz konusu iki aylık sürenin sonunda, yani 1919 yılının Ocak
ayı sonlarına doğru hem İngilizler’in izlediği politikada hem de
Selanikli’nin tavırlarında, bu gizli anlaşmaya bağlı olarak bazı radikal
değişiklikler yaşanmış olması icab eder.
*
Dolayısıyla, Selanikli Mustafa
Atatürk’ün İstanbul’da bulunduğu altı aylık süre (13 Kasım 1918 – 16
Mayıs 1919) zarfında eylem ve söylemlerinin izlemiş olduğu seyri masaya
yatırmak gerekiyor.
Bunu yaptığımızda şunu görüyoruz:
Selanikli başlangıçta bir yandan İngilizler’e
“yağ” çekiyor, çiçek uzatıyor, gülücükler yağdırıyor ve diğer yandan Osmanlı
hükümetinde bir bakanlık kapmak için kulis yapıp entrikalar çeviriyorken,
İngilizler’le anlaşmış olması gereken dönemden itibaren aniden durulup
olgunlaşıyor, vatanın kurtarılması için “büyük düşünen” bir dava
adamı haline geliyor, hükümette bir bakanlık koltuğu kapmak gibi küçük
hesapların muhasebecisi olmaktan çıkıyor, İngiliz’e şirinlik yapmayı bırakarak vakar
abidesi ağırbaşlı bir devlet adamına dönüşüyor.
Anlaşılıyor ki “başbaşa gizli”
görüşmelerinde Rahip Frew bunu yoğun ve hızlı bir tekâmül kursundan
geçirip okuyup üflemiş, irşad etmiş.. Nefesi kuvvetliymiş..
Selanikli’nin
sağ kolu, başbakanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı, Cumhuriyet’in
ikinci cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün 1973 yılında yaptığı "İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle
mümkün olmuştur” (Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli
sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası,
İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60) şeklindeki açıklaması çerçevesinde
düşündüğümüzde, Selanikli’nin, senaristliğini ve yönetmenliğini İngilizler’in
yaptığı bol figüranlı epik bir prodüksiyonda rol almış üstün yetenekli bir
başrol oyuncusu olduğunu kabul etmemiz gerekiyor.
Başrol oyuncusunun figüranlardan
farkı, onların tamamının aldığı ücretten daha fazlasını cebine koyabilme,
senaryonun tamamını okuyabilme, oyunculuğu sayesinde ödüle layık görülüp
alkışlanma, seyircilerin hayranlığını üzerinde toplayıp idolleri
haline gelme, sinema tarihine adını altın harflerle yazdırma imkânına
sahip oluşu..
Bu tür uluslararası kavga
görüntülerinin aslı tiyatro benzeri bir danışıklı dövüş olunca
kahramanlık kolay..
Kurgudan ibaret bir filmde kim
kahramanlık yapmaz, yedi düvele kim meydan okumaz ki?!
Sorun şurada ki, sonunda İsmet
İnönü gibi bir “siyasetin Molla Kasım’ı” çıkar, kamera arkasından ve
senaryodan haber verir, bütün büyü bozulur.
Geriye buz gibi soğuk heykeller,
Fatiha’sız yatırlar/türbeler kalır.
*
MHP’li siyasetçi Semih Yalçın’ın
akademisyenken kaleme aldığı bir makalesinde yer alan şu satırlar, resmî
tarihin olayı “okuma” ve değerlendirme biçiminin tipik bir örneği:
Mustafa Kemal Paşa İzzet Paşa ve ekibiyle iktidara
gelebilmek için mebuslar arasında sadece kulis yapmakla yetinmedi: O, Fethi
(Okyar) Bey'in çıkarmakta olduğu "Minher" gazetesine ortak
olmuş ve bu gazeteyi politik mücadelesinde bir propaganda vasıtası
olarak kullanmıştır. O, Minber gazetesinde bir taraftan Tevfik
Paşa aleyhinde şiddetli neşriyat yaptırırken, diğer taraftan kendisini aynı
gazete vasıtasiyle politik makamlara lanse ettirmeye çalışmıştır.Mustafa
Kemal Paşa bu gaye ile 17 Kasım 1918 tarihinde aynı gazetede biyografisi ile
birlikte orduya, siyasete ve İngilizlere ait düşünceleriııi ihtiva
eden bir mülakatını da yayımlatmıştır. Bu mülakatta, "İngilizlerin, Osmanlı milletinin hürriyetine ve
devletimizin istiklaline riayette gösterdikleri hürmet ve insaniyet
karşısında yalnız benim değil, bütün Osmanlı milletinin İngilizlerden daha
hayırhah (iyilik sever) bir dost olmayacağı kanaatiyle mütehassis olmaları
(duygulanmaları) pek tabiidir" şeklinde sözlerine bakacak olursak,
onun daha o zaman, zamana, zemine ve şartlara uygun
olarak hareket edebilen güçlü politik bir kişiliğe sahip olduğu kolayca
anlaşılır. Ayrıca 18 Kasım 1918 tarihinde "Vakit" gazetesine
verdiği bir diğer mülakatında da o, bir taraftan “İngiltere'nin Osmanlılara
karşı iyi niyetinden şüphe etmediğini" söylerken, diğer taraftan
mütarcke hükümlerinin uygulanması üzerinde endişelerini belirtmekten çekinmez.
Anlaşılacağı gibi, Mustafa Kemal Paşa'nın bu demeçleri
vermekten asıl maksadı, İngilizleri kandırmak ve gelmeyi arzu ettiği
politik mevkiide takip edeceği politikaya kolaylık sağlamak idi. Fakat o, İstanbul'da
kaldığı sürede arzu ettiği politik mevkiye hiçbir zaman gelemedi; dolayısıyla bu
politik teşebbüsünün bu yönde bir faydası olmadı. Ancak bu sözlerin daha
sonraki Damad Ferid Paşa Hükümeti'nin izlediği politikaya paralel gibi
gözükmesi, Mustafa Kemal Paşa'nın 9. Ordu Müfettişliğine tayininde önemli bir
kolaylık sağladığı düşünülebilir. Ayrıca Mustafa Kemal'
in hemen hemen bütün arkadaşlarının İngilizler tarafından tutuklanıp Malta'ya
sürülürken, kendisine dokunulmaması ve 9. Ordu Müfettişliğine tayininde
de bir engel çıkarılmaması, az da olsa bu demecin tesirine bağlanabilir. Zira
bu aldatıcı sözlerle hem İngilizlerin,
hem de Damad Ferid ve taraftarlarının Mustafa Kemal Paşa'yı kendi
saflarında veya hiç olmazsa kendilerine yakın gördükleri muhakkaktır.
Fakat gerçeğin böyle olmadığı, Mustafa Kemal Paşa'nın Anadolu'ya
geçmesinden biraz sonr anlaşılacaktır.”
[Kaynak: E. Semih Yalçın,
“Mütareke Döneminde Mustafa Kemal Paşa’nın İstanbul’daki Faaliyetleri (30 Ekim
1918-16 Mayıs 1919)”, Ankara Üniversitesi DTCF Tarih Bölümü Tarih
Araştırmaları Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 18, 1995, s. 183-184.]
Selanikli’nin İstanbul’a geldiği tarih, 13 Kasım 1918..
Dört gün sonra, 17 Kasım’da Minber gazetesinde bir röportajı
yayınlanıyor.. İşe hızlı başlamış..
Biyografisini yayınlatmayı da ihmal etmemiş.. Kendisini İngilizler’e
“pazarlayacak” ya, biyografisini yayınlatması lâzım.. Reklamsız olmaz. (Zaten
özene bezene poz vererek fotoğraf çektirme tutkunu.. Bu huyu ölene kadar devam
edecek, fazladan bir de yurtdışından heykeltraş getirerek millet kesesinden
heykelini diktirme takıntısı başgösterecektir.)
*
Röportajında söylediğine göre, "İngilizlerin, Osmanlı milletinin
hürriyetine ve devletimizin istiklaline riayette gösterdikleri hürmet ve
insaniyet karşısında” pek duygulanmış.
Bu arada “bütün Osmanlı milleti”ni
kendisinin suç ortağı (pardon duygu ortağı) yapmayı da ihmal etmiyor. (Bu huyu
da ölene kadar devam edecek, her yaptığını sözde milletle birlikte yapma alicenaplığını
hiçbir zaman terk etmeyecektir.)
Kanaatine göre, bizim için “İngilizlerden daha hayırhah (iyiliğimizi
isteyen) bir dost” olamazmış. (Tabiî millet bu kanaatinde de onun yanında,
öyle diyor.. Araplar bizi arkadan vuruyor, onları çil çil altınlarla satın alıp
kışkırtan ve saldırtan İngiliz ise hem önden vuruyor, hem Araplar vasıtasıyla
arkadan, demek ki daha hayırhah.. Hem arkadan kuyu kazıyor, hem önden darbe
indiriyor, dört dörtlük dost.)
Selanikli İngiliz muhipliğini (severliğini) Vakit gazetesinin
bir gün sonraki sayısında yayınlanan röportajında da sergiliyor, “İngiltere'nin
Osmanlılara karşı iyi niyetinden şüphe etmediğini" açıklıyor. (Hiç
şüphe edilebilir mi!)
Ve bu kaypaklık ve omurgasızlık, Semih Yalçın’ın dilinde “zamana,
zemine ve şartlara uygun olarak hareket edebilen güçlü politik bir kişilik” oluyor.
Yani gelene ağam, gidene paşam derseniz, bükemediğiniz her eli öperseniz,
münafıklık ve riyakârlığın destanını yazarsanız “güçlü politik bir kişilik”
sahibi oluyorsunuz, fakat kuvvetli esen rüzgârların karşısında uçak pervanesi
gibi dönen bir fırıldak olmayı şahsiyet ve haysiyetinize yakıştıramazsanız “zayıf
bir politik kişilik” olarak nitelendirilmeyi hak etmişsiniz demektir.
Kabul etmek gerekiyor ki Selanikli kendisiyle beraber Türkiye halkını da “güçlü
politik kişilik” sahibi hale getirdi.. Bunu başardı..
Maşallah bugünkü Afganistan halkı gibi “zayıf politik kişilik”
sahibi değiliz; her yanımızdan “güçlü politik kişilik” dökülüyor..
Onun için NATO’dayız ve onun için 60 küsur yıldır AB kapısında bekliyoruz.
Günümüzün devlet erkânı Türkiye halkının “güçlü politik kişiliği”ne
güvendikleri için dış politikada gayet rahatlar.
*
Semih Yalçın’ın “Hem İngilizlerin, hem de Damad Ferid ve
taraftarlarının Mustafa Kemal Paşa'yı kendi saflarında veya hiç olmazsa
kendilerine yakın gördükleri muhakkaktır” şeklindeki sözleri doğru..
Hem dönemin sadrazamı Damat Ferit’in şahsında Osmanlı hükümeti hem
de Padişah Vahideddin, Selanikli’nin kendi saflarında olduğundan şüphe
etmiyorlardı.
Nasıl şüphe etsinler ki, onların memuruydu.. Sonuçta Osmanlı subayı.. Türk
askeri..
Eski sadrazam Mareşal İzzet Paşa’nın Feryadım adlı
hatıratında belirttiği gibi, ona tarihte görülmemiş olağanüstü yetkiler vermiş,
Anadolu genel valiliği anlamına gelen geniş salahiyetlerle
donatmışlardı..
Öyle ki, Anadolu’da hem subayları hem de vali ve kaymakamları görevden
alabilecek, yerlerine atama yapabilecekti.
Kim kendi saflarında olduğuna inanmadığı bir adamı böylesi yetkilerle
taltif eder ki?! (Memuriyet tecrübesi olanlar bu söylediklerimi daha iyi
anlar.)
Evet, Selanikli Padişah Vahideddin’i ve Osmanlı hükümetini “kafaya almayı”
başarmıştı.
*
Ancak, Semih Yalçın’ın belirttiği gibi Selanikli’yi İngilizler’in de
“kendi saflarında veya hiç olmazsa kendilerine yakın gördükleri” muhakkaktı.
Peki Selanikli bunu nasıl sağlamıştı?
Bu güven, iki tane demeçle sağlanabilecek birşey miydi?!
Normal şartlarda bir devlet (hele de İngiltere gibi istihbarat
teşkilatı iyi çalışan bir devlet), başka bir devletin üst düzey
yetkilisinin kendilerine böyle uluorta “yağcılık” yapması durumunda onun ajan
olarak aralarına sızmaya, güvenlerini kazanıp onları manipüle etmeye ve
yönlendirmeye çalıştığı değerlendirmesini yapar.. Kuşkuyla yaklaşır.
Dolayısıyla, İngilizler’in Selanikli’ye olan güveninin Semih
Yalçın’ın naif ve çocuksu değerlendirmesinin ötesinde sağlam temellerinin
bulunuyor olması gerekiyor.
Yoksa ona ne güvenirler, ne de İsmet İnönü’nün sözünü ettiği desteği
onun önüne sererlerdi.
Değil Fransa ve İtalya’yı “istiklal mücadelesi”ni desteklemeye mecbur
etmeleri, kıllarını bile kıpırdatmazlardı.
Şurası çok açık: Önceki bölümde anlatmaya çalıştığımız gibi, Selanikli İngiliz
İstihbarat Teşkilatı’nın (Gizli Servisi’nin) İstanbul şefi Robert Frew ile
yaptığı müteaddit “başbaşa gizli” toplantılar neticesinde onlarla anlaştı.
Padişah Vahideddin ve Osmanlı hükümeti ona güvenirken yanılıyorlardı.
İngilizler ise yanılmıyorlardı.
Bugün bunu, hem daha sonra yaşanan gelişmelerden dolayı, hem de
Selanikli’nin daha Erzurum Kongresi günlerinde hempaları Mazhar Müfit
ile Süreyya’ya yaptığı “gizli gündem” ve takiyye ifşaatından dolayı
kesin olarak biliyoruz.
*
Semih Yalçın’a göre ise, İngilizlerin Selanikli’yi “kendi saflarında
veya hiç olmazsa kendilerine yakın gördükleri muhakkak”, bunda şüphe yok,
fakat “gerçeğin böyle olmadığı (yani İngilizler açısından güvenilir
biri olmadığı, onları aldatmış olduğu), Selanikli’nin “Anadolu'ya geçmesinden
biraz sonra” anlaşılmışmış.
O biraz sonrasının da biraz sonrasına baktığımızda İkinci Adam İsmet
İnönü’nün “tarihî” (her açıdan tarihî) açıklamasına “tosluyoruz”:
"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle
mümkün olmuştur.”
Ama sadece bu da değil..
Selanikli’nin Sivas’tan ayrılıp dokuz günlük bir yolculuktan sonra
Ankara’ya vardığı gün, yani 27 Aralık 1919 tarihinde Yarbay Rawlinson,
İngiltere Dışişleri Bakanı Curzon’un mesajını Erzurum’da Kâzım
Karabekir’e ulaştırmış bulunuyordu.
Buna göre, Curzon Türkler’le yapılacak bir barışta karşısında
Osmanlı’yı, Osmanlı hükümetini değil, Selanikli Mustafa Atatürk’ü görmek
istiyordu.
Yani İngilizler, Selanikli’ye sonuna kadar güveniyorlardı.
Semih Yalçın, al sana yalın ve yalçın gerçek, nereye çekersen çek!..
*
Semih Yalçın’ın şöyle bir cümlesi de var:
“Mustafa Kemal' in hemen hemen bütün arkadaşlarının
İngilizler tarafından tutuklanıp Malta'ya sürülürken, kendisine dokunulmaması ve 9. Ordu Müfettişliğine
tayininde de bir engel çıkarılmaması, az da olsa bu demecin tesirine bağlanabilir.”
Ne demeçmiş ama!
Ve şu İngiliz ne kadar da saf, ne kadar da ucuzmuş!
Hem çok saf, bir göz kırpmaya tav oluyor, hem de ucuz, iki çift laf
karşılığında sözde çok tehlikeli bir düşmanını tutuklamıyor, dahası onun
Anadolu’ya müfettiş etiketi altında genel vali yetkileriyle gitmesine ses
çıkarmıyor, derhal vize veriyor.
İngiliz bu, saf, aptal, Selanikli ise çok zeki, iki çift lafıyla İngiliz’i
kandırıp aldatıyor, parmağında oynatıyor..
Güzel masal..
Kötü olan taraf şu ki, Semih Yalçın gibilerin “Çocuklara Masallar” serlevhasıyla
yayınlanması gereken yazıp çiziktirmeleri bu ülkede bilimsel makale diye
yayınlanıyor, ve masalcı dedeler ile ninelere dr., doç., prof. türünden
unvanlar kazandırıyor.
Pahalılık ülkesinin ucuz akademisyenleri..
*
Evet, İngilizler, Semih Yalçın’ın yazdığı gibi, Selanikli’yi sıradan bir
arkadaşları (hem de Falih Rıfkı’nın ifadesiyle “ahlâksız, sefih, sarhoş,
haris, fırsatçı, menfaat düşkünü ve muhteris” bir arkadaşları) olarak gören
kişileri tutuklayıp Malta’ya sürerek onu gelecekteki baş ağrılarından
kurtarıyorlardı.
Ve Padişah Vahideddin ile Osmanlı hükümetinin önündeki seçenekleri yok
ediyor, ortada görevlendirilebilecek kalifiye ve işbilir adam bırakmıyorlardı.
Bu operasyonun tarihi ilginç: 30 Ocak 1919.
Bu tarihte, aralarında Selanikli’nin Fethi Okyar ve İsmail Canbolat gibi
arkadaşlarının da bulunduğu 35 kişi tutuklanıp Bekirağa Bölüğü’nde
hapsediliyor (Şimdiki İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi binası).
Semih Yalçın’a göre, bu olay, “Mustafa Kemal'in siyasî faaliyetlerinin
sonu, fikrî faaliyetlerinin başlangıcı olmuştur”muş. (A.g.m.,
s. 196-197.)
Yazıya başlarken demiştik ki, Selanikli’nin İngiliz Gizli Servisi’nin
İstanbul şefi Frew ile yaptığı “başbaşa gizli” görüşmelerin iki ay sonra
anlaşmayla neticelenmiş ve dolayısıyla 1919 yılının Ocak ayı sonlarında hem
İngiliz politikasında hem de Selanikli’nin tavırlarında radikal bir değişiklik
meydana gelmiş olması gerekiyor.
İşte anlaşmanın İstanbul ufuklarında yol açtığı fırtına ve buna bağlı
olarak payitaht deryasında meydana gelen ilk çalkantı bu..
İngiliz atmosferinde yaşanan hava değişiminin deryada yol açtığı ilk dalga
sahilde yakaladığı 35 kişiyi alıp götürmüş..
Kurtulması gereken kişi ise kurtulmuş..
Ayrıca bu felaket, Selanikli’ye rota değişikliği yapma, dümeni “siyasî
faaliyetlerden fikrî faaliyetlere çevirme” bahanesi de sunmuş..
Böyle bir felaket yaşanmasa Selanikli’deki “radikal” değişiklik
herkes için anlaşılmaz bir muamma olacak..
İngiliz, Selanikli’deki değişimi makul ve anlaşılabilir gösterecek adımı
atmayı ihmal etmemiş.
Öyle ya, kim olsa memleketteki aklı başında adamların (hem de birçoğu
arkadaşıyken) tutuklanması durumunda “dost İngiliz’in, hayırhah İngiliz'in" dostluğunu sorgulayacak şekilde “fikrî faaliyet” içine girerdi..
Durmuş kafasının dişlileri birden bire dönmeye başlardı..
Selanikli’de de öyle olmuş..
O güne kadar aklı fikri hükümette bir bakanlık koltuğu kapmadayken
birden bire dervişane zühd ile vatanın kurtarılması davası için fikrî
faaliyet moduna geçmiş..
Dervişin fikri de zikri de değişmiş..
Muhteris Mustafa gitmiş, zahid ve fedakâr Mustafa gelmiş..
Hayat bu, mucizeler eksik olmuyor.
*
Bu entrikacı muhterislikten dervişane zühde, siyasetten fikriyata, koltuk
davasından vatan aşkına geçiş sürecini inşaallah bir sonraki yazıda yakından
görmeye çalışalım.