https://www.academia.edu/91770233/Haramilerce_Ya%C4%9Fmalanan_Tasavvuf
HARAMİLERCE
YAĞMALANAN TASAVVUF
Dr. Seyfi SAY
İÇİNDEKİLER
BİRİNCİ BÖLÜM: TASAVVUFU ANLAMAK
TASAVVUF NEDİR? 6
TASAVVUF MU, İHSAN MI? 10
GAZZALÎLERİN
TASAVVUFU 13
EL-BÛTÎ’YE GÖRE TASAVVUF
19
İHLAS 22
ŞEYH-MÜRİD İLİŞKİSİ VE HIZIR KISSASI 25
İLM-LEDÜN, HIZIR KISSASI VE ŞEYH-MÜRİT İLİŞKİLERİ
27
TASAVVUF VE TARİKATA DAİR SORULAR 31
ŞER’Î DELİL KARŞISINDA KEŞF VE İLHAM İDDİASI
GEÇERSİZDİR 35
ŞEYHLERİN HER İŞ VE SÖZÜNDE HİKMET Mİ ARANMALIDIR? 42
ZAMANIMIZDA TASAVVUFUN NEREDEYSE SADECE ADI KALDI 45
HACI BEKTAŞ-I VELÎ’Yİ ANLAMAK
48
İCAZET MESELESİ 59
İKİNCİ BÖLÜM: TASAVVUF TARTIŞMALARI
TASAVVUFÎ HÂL, MAKAM, MERTEBE NEDİR;
KİM VE NERESİ İÇİNDİR? 65
İMAM-I RABBANÎ’Yİ DİLİNE DOLAYAN
CAHİL NADAN (DENSİZ) 73
METAFİZİĞİ DEĞİL, KENDİ İDRAKİNİ
YENİLE, ONAR! 82
YATAK ODALARINI TAKİP ŞEYHLİĞİN
DEĞİL, MİT’ÇİLERİN MESLEĞİNİN PARÇASI 86
YUNUS EMRE VEHHABÎ MİYDİ? 89
İMAN, ŞİRK VE TASAVVUF 97
“YENİDEN DÜŞÜNMEK” DÜŞÜNCESİZLİĞİ 100
ŞEYHLER,
MÜRİTLER VE SİYASET 129
MODERN BATILI TASAVVUF 138
DÜCANE’NİN AVANGARD
SUFÎLİĞİ 148
KOLTUĞA KURUM KURUM KURULMUŞ ARTİST
CEHALET 155
TARİHSELCİLİĞİ ÖYLE ELEŞTİRMEK,
TASAVVUFU DA BÖYLE SAVUNMAK, YANLIŞTIR 159
EBU HUREYRE’NİN
(R. A.) İBN ARABÎ İÇİN İSTİSMAR EDİLEN RİVAYETİ 167
TARİKAT ŞEYHLERİNE İNTİSAP/BİAT VE
İLM-İ LEDÜN 172
“HAKİKAT EHLİ”NE GÖRE KERBELA… 179
KATOLİK PAPAZ TASAVVUFU 189
GELENEK ADI VERİLEN
GELENEKSİZLİK 198
GÜNAHÇI TASAVVUF YA DA DÜCANE’NİN AŞKI 205
İBN ARABÎCİ TASAVVUFÇUNUN LAİKLEŞTİRİLMİŞ ŞERİATSIZ
TASAVVUFU 213
MEVLÂNÂ, CUHA VE MOĞOLLAR 217
CAHİLLERİN TASAVVUFU 226
DERDİ TASAVVUF ÜZÜMÜ YEMEK DEĞİL,
ŞERİAT BAĞCISINI DÖVMEK 230
İLAHİYAT’TAKİ
KÖR KILIÇ 240
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: SAHTE TASAVVUFUN AHLÂK İSTİSMARCILIĞI
AHLÂK İSTİSMARI 247
AHLÂK
EDEBİYATI VE GERÇEK AHLÂK 251
HUKUKSUZ AHLAK, ŞERİATSİZ TASAVVUF
OLMAZ 257
HUKUK VE AHLÂK FELSEFELERİ AÇISINDAN HUKUK-AHLÂK
YA DA ŞERİAT-AHLÂK İLİŞKİSİ 262
BİR AHLÂKA ÇATTIK Kİ, AHLÂKA KURMUŞ PUSU! 273
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: İBN ARABÎCİ EFSANE VE SAFSATALAR
İBN ARABÎCİ SAPIKLIĞA GÖRE ALLAH 279
TASAVVUF, TEVHİD VE ŞİRK 289
CEHALETİN ZİRVESİNDE BİR İBN ARABÎ MÜDAFAASI 294
CÜBBELİ CEHALET’İN İBN ARABÎ UÇURTMASI 307
BİR MEZHEPSİZ MASONUN İBN ARABÎ SEVDASI
314
*
TASAVVUFÎ
HÂL, MAKAM, MERTEBE NEDİR; KİM VE NERESİ İÇİNDİR?
Yukarıdaki ‘havalı’ başlık, Yeni Şafak yazarı Ömer Lekesiz’in bir yazısının başlığı..
Lafa şöyle başlamış:
İbnü’l-Arabî, tasavvufi
hâl, makam ve mertebeyi, anlamlarındaki nüansları da yer yer belirleyerek,
biribirlerinin içinden geçebilen (biri diğerlerinde yerleşebilen) kelimeler
olarak kullanılır.
Örneğin, makamı mekân’a bağlarken,
nitelik anlamında mekânı da mertebe’ye bağlar ve der ki: “Yüce mertebeler,
mertebe oluşları yönünden varlığa sahip değildir, onlar kendilerine bakan
kimsenin varlığıyla mevcuttur. Bu kısma örnek olarak, makamları verebiliriz.
Makamlar yerleşenin varlığıyla mevcuttur. Bir yerde makam yoksa, orada yerleşen
kimse yok demektir.” (Tercüman’dan
nakleden, Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü)
Bunlar, soyut biçimde
dile getirildikleri için yüce hikmetler gibi görünen basit düşünceler.
Müşahhas hale getirildiklerinde, (Weber’den
esinlenerek söylersek) “büyüleri bozulur”.
Soyut laflar, bir insanın, x‘e nasıl bir değer verdiğini
söylemeden mesela 3 + x = 5 şeklindeki bir denklem hakkında felsefe yapmasına
benzer.
X’e hangi değeri verdiğini bildirmediği sürece, onun
akıl yürütüşünün doğru mu, yanlış mı olduğu konusunda birşey söyleyemezsiniz.
Ama, x’in mesela 4 olduğunu ileri sürmesi durumunda,
onun aslında matematikten anlamayan bir zır cahil olduğu ortaya çıkar.
İbnü’l-Arabî’nin yukarıdaki lafına dönersek, mesela
hal, makam ya da mertebe olarak cömertlik kavramını
alalım.
Cömertlik, İbnü’l-Arabî gibi konuşursak,
“cömert insanın varlığıyla mevcuttur”. Cömertlik, dış dünyada kendi başına varlığı olan birşey değildir.
Birileri bu tür basit düşünceleri soyut hale getiriyor, eşsiz hikmetler gibi yazıyor,
aslında boş gevezelik yapıyor, başka birileri de,
onları anlamadan tekrarlıyor.
*
Lekesiz’in yazısı şöyle devam ediyor:
Hâl ve makamlar hakkında, sûfî
müelliflerin sayısal bakımdan farklı tasniflere gittiklerini örnekleriyle
birlikte zikreden Abdurrezzak Tek de, el-Herevî’nin Yüz Basamak’ından (Menâzilü’s-sâirîn’den)
hareketle, zikrettiğimiz üçlü üzerinden: “… hâl ve makamlar açısından mürîdin
tasavvufî terbiye ve manevî yükselişindeki temel unsur, zâhirî ve bedenî ameller: sâlikin bâtınî ve kalbî ameller;
ârifin de söz konusu amelleri yerine getirmekle
birlikte bunlara takılıp kalmayarak sadece Allah’a yönelmesi ve
O’nda fani olmasıdır” sonucuna ulaşır.
Bunlar da, aslında herkesin bildiği basit düşünceler..
Klasik kitaplarımızda ilim, hal
ve amel ayrımı yapılır. (Makamdan
bahsedenler, halin devamlılığını kast
etmektedirler. Mesela cimri bir adam, o sıralarda okuduğu ya da dinlediği
şeylerin etkisiyle bir anda cömertçe bir ruh hali içine
girebilir, bağışta bulunabilir, fakat ertesi gün, yaptığı cömertlikten
pişmanlık duyabilir, vaatte bulunmuşsa vaadinden dönebilir. Cömertlik makamında olan kişi ise daima cömerttir.)
Bu ilim, amel ve hal ayrımı,
günümüzde sosyal psikoloji kitaplarında
“tutumun öğeleri” olarak ele alınmaktadır: Bilişsel öğe, duygusal (duyuşsal) öğe, davranışsal öğe.
Mesela tevazu (alçakgönüllülük) bahsini
ele alalım.
İnsanın tevazu sahibi
olabilmesi için, öncelikle bu haslete ilişkin bir ilminin, bir bilişsel farkındalığının
oluşması gerekir.
Kendisinin asil bir ırktan, soydan veya
aileden geldiğini, yaratılıştan bir üstünlüğünün bulunduğunu,
veya başka tür haslet ve yetenekleriyle olağanüstü bir insan olduğunu
düşünen, ve “İnsanlara karşı mütevazı davranma, senin
gerçekten değersiz olduğunu düşünürler, değerinin farkında ol” şeklindeki
ön kabullere göre yaşayan birinin mütevazı olması imkânsızdır. Çünkü, ilim, yani bilişsel öğe, işin temelidir.
Bununla birlikte, işin ilim tarafı halledilse bile,
yine de o haslet, bir hal olarak
ortaya çıkamayabilir. Bir duyguya/duyuşa dönüşemeyebilir.
Bunun çaresi olarak, kişinin kendisini amele (davranışa) zorlaması (tekellüf)
gösterilir. Mesela insan cömertlik yapa yapa sonunda o haslete sahip bir hale
gelir. Mütevazı davrana davrana mütevazı bir insana dönüşür, kalbindeki kibir
duygusu yok olur. (Beden/vücut dili kitapları da
insandaki bu özelliğe dikkat çeker.. Kibirli insan, başını dikerek duracağı,
insanlara tepeden bakacağı gibi, böyle davranmak, kasılarak
yürümek de, bir süre sonra insanın bu davranışına paralel bir ruh hali içine girmesine yol açar.)
*
el-Herevî’nin sözünü ettiği batınî ve kalbî amele gelince..
Bir insanda bir hal yerleşince,
artık amelden ziyade, o halin gereğini niyet ve kalp düzeyinde takip etmek önemli hale
gelir.
Mesela, Feridüddin Attar’ın Tezkiretü’l-Evliya‘sında, meşhur sûfîlerden birinin
bir diğerini birlikte hacca gitmeye davet etmesi olayı aktarılır. Davet edilen,
teklifi kabul etmez, gerekçe olarak da şöyle der: “Bende henüz niyet oluşmadı.”
Yani, haccı, arkadaşı teklif ettiği için değil, sırf Allah c. c. için niyetlenmiş
olarak yapmak istemektedir.
Yine aynı kitapta, meşhur sûfîlerden birinin, şeyhinin
sohbetindelerken gelip birşeyler isteyen bir fakire verdiği sadakayla ilgili
hatırası anlatılmaktadır. Hemen hırkasını çıkarıp fakire vermiş, bunun üzerine
şeyhi ona, “Halinde yalancısın,” demiştir, “önce, bir başkasının verip o sevabı kazanmasını bekleyecektin,
kimse vermezse verecektin“.
*
“Ârifin söz konusu amelleri yerine getirmekle
birlikte bunlara takılıp kalmayarak sadece Allah’a yönelmesi ve O’nda
fani olması” ise, kişinin, bir edebiyat paralama olarak
değil, bir duyuş, bir hissediş olarak, amellerini önemsememesi,
bunun Allahu Teala’nın kendisi üzerinde tecelli eden bir kaza ve kaderi olduğunu anlamasıdır. Bunun
bir lütuf olabileceği gibi, bir imtihan da olabileceğini fark etmesi, ve daima bir
korku hali üzere olmasıdır.
Lekesiz’in yazısı şöyle devam ediyor:
Gerek İbnü’l-Arabî’nin gerekse
el-Herevî’nin son tahlilde hâl, makam ve mertebe ile fizikî değil idrakî bir mekân tutmayı ve bu mekânı
da sonuçta Allah’ın mekansızlığında eritmeyi
kastettiklerini düşünebiliriz. Diğer bir ifade ile tasavvufî mertebelerin hâl
idrakiyle makamsal bir mekânda (ya da mekânsal bir makamda) toplandığını
söyleyebiliriz.
Bunlar boş ve gereksiz laflar.
Ve bu boş lafları, onlardan da boş olan şu saçma sapan
laflar izliyor:
Ancak, bunlara bağlı olarak, Hz. Ebubekir’den nakledilen “İdrak, idrakteki acziyeti idrak etmektir” deyişince
hâl, makam ve mertebenin içinden, “bunlar nedir” sorusuna bir cevap
verebildiğimizi var saysak da, “bunlar kim ve neresi içindir” sorusundan
kurtulamayacağımız gibi, “tasavvuf hâl bilgisidir, idraki mümkün
olmadığından izahı da mümkün değildir” şeklindeki
genel kanaate teslimiyet ile, soru üretmekte mahir merakımızı da gidermiş
olmuyoruz.
Bir defa, Hz. Ebubekir’in sözü bu haliyle eksik..
Aktarılan ifade, sadece marifetullah bahsi için geçerlidir.
Diğer pekçok hususta idrakte acziyet diye
birşey söz konusu olmayabilir. Adamına göre değişir.
“Tasavvuf hâl bilgisidir, idraki mümkün olmadığından izahı da mümkün değildir” şeklindeki söz de
yanlış.
Hal ile halin bilgisi farklı şeylerdir. Ve tasavvuf, hal bilgisi değil,
halin bilgisiyle birlikte bulunan veya bulunmayan haldir.
“İdraki mümkün olmadığından izahı da
mümkün değildir” şeklindeki ifade de yanlış.
İdraki mümkündür, fakat aynı idraki yaşamamış olanlara
izah etmek mümkün olmaz.
Mesela ‘sevgi‘yi ele alalım.
Hayatında hiç sevgi diye bir duygu yaşamamış olana bunu izah etmek mümkün
olmaz. Anlatılanları anladığını zannettiği zaman bile, anladığı başka
birşeydir, sevgi değil. Anladığı o farklı şeye hatalı biçimde sevgi adını
verir.
Buna karşılık, bir hal olarak
sevgi durumunu yaşamış kişi, sevginin ne olduğunu bildiğinin farkındadır. Ona
ilişkin edebiyata itibar etmez. Sevgi bilgisi diye
birşeyle uğraşmayı anlamsız, gereksiz ve boş görür.
Lekesiz’in yazısı şöyle devam ediyor:
Sonuçta mesele şurada toplanıyor:
Zikrettiğimiz sorular esasında kurtulmamız ve merakımızı yenmemiz,
bu zamana kadar sûfî müellifler tarafından
ortaya koyulmuş ilgili tasniflerle ve tefsirlerle bugün de yine mümkün olabilir
mi?
Anlayışın/idrakin yetersiz olduğundan, senin için
mümkün olmayacak gibi görünüyor.
O yüzden, entellik meraklısı Lekesiz’in yazısının şu
ifadelerle devam ediyor olmasını doğal karşılıyoruz:
Eğer zorunlu modernler olmasaydık
ve Kant, Husserl, Heidegger, Marleau-Ponty vb. idraki fenomenolojik düzeyde deşelemeselerdi
bu mümkün olabilirdi. Bunlar yüzünden, en özet söyleyişle
ancak insan için, ancak insanda ve ancak insanın mekanı olan yeryüzünde tasavvufi hâl, makam ve mertebe’yi eski kelimelerle
konuşmamız şimdi çok zor görünüyor.
İşte buna, “okumuş cehalet” deniyor.
Bunun ardından Lekesiz, “Bu hususu Marleau-Ponty’nin (ki o bir Marksist’tir) Algının
Fenomenolojisi adıyla çevrilen idrakin anlaşılmasına dair
çalışmasından yapacağım şu alıntıyla resmetmeye çalışayım” diyor
ve Marul mu her neyse, ondan gereksiz ve ilgisiz bir alıntı yapıyor.
Ardından da şöyle diyor:
Bu alıntıdan hareketle, aşırı
tutuculuk (yobazlık) ve reddiyecilik (münkirlik) ekseninde süren güncel tartışmaları
elimizin tersiyle bir kenara iterek tasavvufa baktığımızda, onu kültür düzeyine indirilmesi mümkün olmayan dine (İslâm şeriatına) mahsus
yetkin bir kültür formu olarak görebiliyorsak, ona mahsus terminolojiyi,
tefsiri yenileme iddiasını yüklenebiliriz, demektir.
Ömer bey, bu işler senin ve senin gibilerin boyunu
aşıyor.
Ama, Ömer Lekesiz kendisinden emin:
Zira, bir kere başarılmış olan, bir
daha başarılabilir ve dolayısıyla özü elimizin altında olandan yeni zamana mahsus yeni ideal formları üretmek hiç
de zor olmasa gerektir.
Bu manada asıl mesele,
kimlerin cahillikle, yanılgıyla, reformistlikle, zındıklıkla suçlanmayı daha
baştan kabul ederek (sineye çekerek) yola çıkacağıdır.
Serdengeçtilerin ve Müslümanca
idraki nedeniyle taşlanmayı göze alanların yokluğu, düşüncenin yokluğudur.
Ne yazık ki (yani ne mutlu ki) “özü”, senin elinin
altında değil. Elinin altında sadece, anlamayı başaramadığın sözü var.
Ve bu anlayışsızlık, seni, itiraf ettiğin gibi,
ancak cahillik, yanılgı, reformistlik ve zındıklık limanlarına
götürebilir.
Çünkü sizde düşünce yok.. Düşünce edebiyatı ve artistliği var.
Ve bu artistlik, ne yazık ki, düşüncesizliğin ta
kendisi durumunda.