EHL-İ SÜNNET VE SELEFÎLİK




Said Ramazan el-Bûtî, Selefîlik adı altında ortaya çıkanların yanlış görüşleriyle mücadele için müstakil kitap yazmış bir isim.

Selefiye adlı kitabında Selefîlik konusunu tartışırken, öncelikle, Müslümanlar arasında ortaya çıkan "fırkalara/gruplara bölünme olgusu" çerçevesinde "hak olan fırka"nın özelliğine dikkat çekiyor.

Doğal olarak, bunu yaparken şer’î delile dayanmaya çalışıyor. 

Bu delil ise, hemen herkesin bildiği bir hadîs-i şerîf:

 

“Bizleri davet ettiği şey, aklımızla, gidişatımızla selef’e tabi olmak, [onların] nassları anlama yöntemlerine bağlanmak, Selef’in [tamamının] veya büyük bir kısmının ittifak ettikleri itikad ve ahlâk esaslarına tabi olmak; sapıkların, cahillerin ortaya attığı bid’atlerden yüz çevirmektir. 

Bu husus, Tirmizîİbn Mace ve Ebu Davud’un çeşitli varyantlarla merfu olarak rivayet ettikleri sahih hadîste Resulullah s.a.s.’in bizlere olan vasiyetidir: “İsrailoğulları yetmiş iki fırkaya ayrıldılar; benim ümmetim de yetmiş üç fırkaya ayrılacaktır. Bir fırka dışında hepsi cehennemliktir.” 

“Ey Allah’ın Resulü, onlar kimlerdir?” dediklerinde, “Benim ve ashabımın yolundan gidenlerdir buyurdu.’ “

(Selefiye, İstanbul: Ehli Sünnet ve Cemaat Y., 2009, s. 9.)

 

Bu hadîs, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’in temel özelliğini de ortaya koymaktadır: Peygamber Efendimiz s.a.s.’in ve ashabının yolundan gitmek.

Aynı zamanda bu hadîs, gerçek anlamda tabi olunması gereken selefin ashabdan (Peygamber Efendimiz s.a.s.'i görenlerden) ibaret olduğunu da ortaya koymaktadır. 

Tabiîn ve tebe-i tabiîn (ashabı görenler ile onları görenleri görenler) ise, bir başka hadîste “hayırlı” topluluklar olarak nitelendirilmişlerdir. 

Onların hayırlı oluşları da, aslında, ashabı daha iyi tanımaları ve onlara daha iyi tabi olmalarından kaynaklanmaktadır.

Peygamber Efendimiz s.a.s. ve ashabı, yolundan gidilmesi, örnek alınması gereken tek topluluktur; ve onların yolundan gidenler, onlara tabi olanlar fırka-yı naciyedir, yani kurtuluşa eren topluluk. 

İşte bunlar, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat durumundadır.

*

Bu noktada el-Bûtî, ashabın yolundan gitmenin, ancak onların Kitap ve Sünnet’i anlama yöntemlerine, bir başka deyişle dinî ilimlerin ashab tarafından benimsenmiş olan usûl ilkelerine uymakla mümkün olabileceğine dikkat çekmektedir:

“Onlara tabi olmamızı gerekli ve vacip kılan bu husus, salt Allah’ın Kitabı ve Resulallah’ın (s.a.s.) sünnetine tabi olmakla gerçekleşmez; selef-i salihînin Kitab ve Sünneti anlamak için uyguladıkları metoda uymakla ancak gerçekleşir….

“Selefe uymak, onların her konuştuklarına veya her yaptıklarına harfiyyen uymak değildir. Çünkü onlar kendileri de bunu yapmamışlar. Onlara uyma nasslara getirdikleri yorum ilkelerine, içtihat esaslarına, genel hüküm ve prensiplere uymakla olur.

“Bu kural ve esaslara uymak, onlardan sonra gelen bütün Müslümanlara vaciptir.”

(s. 9-10)

İşte İmam Matüridî ile İmam Eş'arî'yi (rh. a.) Ehl-i Sünnet'in (Sünnet ehlinin) imamları kabul etmemizin nedeni, onların "selefin yöntemini" benimsemiş olmalarıdır.

Selefin ortaya koymuş olduğu yorum ilkelerine, içtihat esaslarına, Şeriat'in genel hüküm ve prensiplerine uymuş olmalarıdır.

*

el-Bûtî, aktardığımız ifadeleri, Selefî olduklarını söyleyenleri uyarmak için yazıyor, ancak, Türkiye’nin şartları dikkate alındığında, bu uyarıları, ülkemizdeki Selefî olduklarını söyleyenlerden ziyade, Kitap ve Sünnet’i doğru dürüst bilmeyen cahil Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat savunucularının dinlemeye ihtiyaçlarının bulunduğu görülüyor.

Çünkü, genelde bunların ne “nasslara getirilen yorum ilkeleri”nden, ne “içtihat esasları”ndan, ne de Şeriat'e ait “genel hüküm ve prensipler”den haberleri var.

el-Bûtî, “Selefe uymak, onların her konuştuklarına ve her yaptıklarına harfiyyen uymak değildir” derken, bunlar için Ehl-i Sünnet’ten olmak, mesela İmam Matüridî'nin eserlerini okumadan birilerinin "Matüridîlik şudur" şeklindeki doğru mu yanlış mı olduğu belli olmayan rivayetlerine körü körüne ve harfiyyen uymaktan ibarettir.

*

Ancak, bunda da samimi, dürüst ve tutarlı davranmıyorlar. 

Çünkü, İmam Matüridî rh. a. gibi âlimlerin yazdıklarını anlama ve anlatma çabası içinde değiller. 

Onların isminin arkasına saklanarak, İslam'ı bugünün müstekbirlerinin (küresel güçler ile yerel müttefiklerinin) heva ve hevesine göre çarpıtma, ve dini onların (Şeriat'e aykırı) dünyevî emellerine hizmet eder hale getirme gayesi güdüyorlar.

Küresel güçler ile, Şeriat'i (Allahu Teala'nın emir ve yasaklarının yürürlükte olmasını) açıkça tehlike ilan ederek küfrünü açıklayan bölgesel güçlerin maskeli ve hilekâr hizmetçileri olarak Ehl-i Sünnet kavramını istismar ediyorlar.

*

Said Ramazan el-Bûtî’nin Selefîlik konusundaki yaklaşımının, ülkemizdeki bazı sözde Ehl-i Sünnet savunucusu zır cahillerin tutumlarının aksine makul ve dengeli olduğu görülmektedir.

Bunun nedeni, el-Bûtî’nin konuyu bilerek, ilmî usûle bağlı kalarak tartışıyor olmasıdır.

Ülkemizdekilerin ise, istisnalar bir yana bırakılırsa, cehalet ve taassuplarını, riya ve inatçılıklarını Ehl-i Sünnet’i savunma maskesi altında sürdürdükleri görülmektedir.

el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlere yönelik temel eleştirisini, usûl-ü fıkıh çerçevesinde normal kabul edilmesi gereken ictihadî ihtilaflara tahammülsüzlük göstermeleri oluşturmaktadır. 

Şöyle demektedir:

… Zira bu metotta birçok görüş ve yöntemler mevcuttur. Bazı görüşlerde seleften sadır olan ahkâm ve fer’î hükümler üzerinde ittifak edilmiş, bundan bid’at ehli ve sapkın cahiller yüz çevirmiştir. [Selefin ittifak ettiği görüş ve yöntemlerden yüz çevirenler bid'atçidir, yanlış yoldadır.]

Diğer farklı bir görüş olarak muhalefet anlamında ele alındığında ise, [onlar,] üzerinde âlim ve müçtehitlerin ihtilaf ettiği, farklı değerlendirmelerin bulunduğu, kesinlik ifade etmeyen zanna dayalı görüşlerden müteşekkildir. İçeriğinde zan ve ihtimal bulunan bu metodun usul ve kaidelerindeki ihtilaflar olumlu bir ihtilaf çeşidi olup sahiplerini fısk ve dalalete sürüklemez…. [Salih selefin ihtilaf ettiği hususlarda onlardan herhangi bir kesimin görüşünü benimsemek bid'atçilik anlamına gelmez.]

Selefiyye’nin kendisini tarif ettiği ve muhaliflerini ise dalalet ve fasıklıkla nitelediği görüşlerinin tümü veya bir kısmı incelendiğinde şu kanaate varılacaktır: Bütün bu görüşler ictihadî olup, muhalefet içermektedir….[İctihadî olmaları, kesin olmayıp zannî olmaları anlamına gelmektedir. Bu yüzden muhaliflerini kesin biçimde (hakkı terk etme, haktan sapma anlamında) hatalı olmakla suçlayamazlar. Yanlış içtihatta bulunmakla suçlayabilirler.]

Selefiyye’nin perde arkasından kendilerini tek hak ve doğru mezhep olarak ileri sürmelerinin onların bir kuruntusu olduğunu anlamak pek zor değildir….

Bu geniş kapsamlı tefekkürle izah olunan gerçekler, Selefiyyenin önde gelen simalarından birinin de eserinde beyan edip kabullendiği bir düşüncedir. 

(s. 219-220)

Buradan anlaşılabileceği gibi, el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlere yönelik tepkisi, onların tümden yanlış kanaatlere sahip olduklarını savunmasından ileri gelmiyor, ictihad konusu olan (yani farklı düşünmeye imkân veren) bazı mevzularda muhataplarını dalalet ve bid’atçilik ile suçlamalarından kaynaklanıyor.

Ayrıca, bütün Selefîler’in bu hatayı sergilediklerini de iddia etmiyor. “Selefiyyenin önde gelen simalarından birinin” kendisi gibi düşündüğünü belirtiyor.

Buna bağlı olarak el-Bûtî, Selefî olduklarını söyleyenlerin, görüşlerini terk etmelerini de istemiyor. 

*

Şayet bunu yapmış olsaydı, Selefîler’i tenkid ettiği “farklı ictihatlara tahammülsüzlük bağnazlığı” hatasına kendisi de düşmüş olurdu. 

Bizdeki Selefîlik düşmanları ise Selefîlere, değil farklı bir görüşü savunma, yaşama hakkı bile tanımak istemiyorlar.

Nerdeyse "Bunları kıtır kıtır keselim, İstiklal Mahkemeleri kurup asalım" diyecekler.

el-Bûtî şöyle diyor:

Sözün özü, kendi görüş ve içtihatlarıyla ikna olan bu kardeşlerimizin kendi görüşlerini bırakmalarını istemiyoruz

Çünkü buna muktedir de değiliz [Ehl-i Sünnet'in usûlü çerçevesinde buna yetkimiz, böyle bir hakkımız yok]. 

Şayet bu içtihatlarını Şeriat’e uygun görerek [delile dayalı olarak] öne sürmüşlerse [bu konuda vicdanen mutmainseler], onlar dahi bu görüşleri değiştirme istidadına [hakkına] sahip olamazlar

Aksine bu görüşlerine sadık kalıp müdafaa etmek ve karşıt görüşleri reddetmek zorundadırlar.

Ancak onlara şunu hatırlatmak istiyorum. 

İçtihat ettikleri bu görüşlerini hak dinin [doğruluğu kesin] gerçek [tek] tezahürleri olarak öne sürmesinler.[Yani İmam Şafiî rh. a. gibi konuşsunlar: "Bizim görüşümüz/içtihadımız doğrudur, fakat yanlış olması ihtimali var; muhataplarımızın görüşü yanlıştır, fakat doğru olması ihtimali var."]

Bu görüşlerden [ki içtihadî niteliktedir, zanna dayanmaktadır, selefin ittifak ettiği hususlardan değildir] yüz çevirenleri de küfür, şirk ve dalaletle itham etmesinler. 

Çünkü onların bu [kendi] görüşleri [ancak] birer içtihat konusu olarak alındığı gibi, [başka] müslümanların bu ve benzeri konularda onları irşad eden [farklı] içtihatlar yapmalarının da onlar için caiz olduğunu unutmasınlar. 

(s. 222-223)

Bunlar, dengeli ve makul eleştiriler.. 

Ancak, Türkiye’de Selefîler’e yöneltilen eleştirilerin, genelde, tam da el-Bûtî’nin Selefî olduklarını söyleyenlerde gördüğü hataları içerdiği bilinmektedir.

Sözde Ehl-i Sünnet davası güden bu zır cahil tipler, el-Bûtî’nin aksine, Selefîleri, Ehl-i Sünnet şemsiyesi altına gelmesi gereken sapıklar olarak nitelendirebilmektedirler. 

*

Böylece, el-Bûtî’nin Selefîler’de gördüğü hatayı tersinden üretmekte ve eleştirdikleri Selefîler’den daha kötü bir duruma düşmektedirler. 

Bu, farklı fikre/içtihada tahammülsüz, selefin üzerinde ittifak ettiği kesin gerçekler ile zannî doğruları ayırmaktan aciz fanatikler, her ne kadar lafta Ehl-i Sünnet’i savunma davası güdüyor olsalar da, bu tutumlarıyla gerçekte Ehl-i Sünnet anlayışını terk etmektedirler.

Evet, el-Bûtî’nin Selefîler’e (hepsine değil) yönelttiği eleştirilerin esasını, ictihadî çoğulculuğu kabul etmeyip hakkı kendi tekellerinde görmeleri ve muhataplarını ictihadî hususlarda bile dalaletle suçlayabilmeleri oluşturmaktadır. 

Tekrar edelim, Türkiye’de bunu yapanların Selefîler’i aşırı biçimde eleştirenler olduğu görülüyor.

*

Bu yüzden el-Bûtî, eserinde Selefîlerin müşahhas görüşlerini değerlendirme konusu yapmadığını söylemekte, “… o zaman [yazdığım bu kitapta] Selefiyye’nin birçok konuda serdettiği görüşleri kabul etmem ve onların görüşlerini desteklemem söz konusu olacaktı” demektedir (s. 217). 

Böyledir.

Bugün Selefîlerin dile getirdiği kimi gerçekler ile onlara savaş açan sahtekârların zırvalarına baktığımızda, Selefiîlerin birçok sözüne hak vermek zorunda kalıyoruz.

el-Bûtî şu ifadeleri de kullanmaktadır:

… Bu kapıları kapatmanın anlamı bu mezhep mensuplarını ikna oldukları [doğruluğuna kanaat getirdikleri] mezhebî içtihat ve görüşlerinden vazgeçirmek anlamında değil, bilakis onları şeriatın usûl ve kaidelerine göre doğru içtihatlar yapmaya yönlendirmek [usûl çerçevesinde beliren kat'î doğrular ile zannî doğrular arasındaki farkı anlamalarını sağlamak] içindir. 

Ben şahsen bu mezhebin ilme ve delillere dayalı birçok görüşünü alıp, sahip çıkıp müdafaa etmişimdir. [İlme ve delile dayandıkları zaman da görüşleri ya kat'î/kesin doğru olurlar ya da zannî doğru, veya bizim açımızdan, doğru olması ihtimali bulunan bir yanlış.. Kesin doğrular zaten ihtilaf ve muhalefet kabul etmez. Zannî doğru oldukları zaman da, farklı deliller çerçevesinde bizim zannımız farklı olabilir, fakat kendî zannî görüşümüzü onlara dayatma hakkımız olamaz. Bu durumda onların zannî görüşünü benimsemesek bile, onların kendi görüşlerini savunabilme, farklı içtihada tabi olabilme haklarını müdafaa etmek durumundayızdır. Bu onları savunma değildir, Ehl-i Sünnet'in usûlünü savunma ve mezheben Ehl-i Sünnet olmadır.]

(s. 212) 

Bizdeki zır cahiller ya da fanatikler ise, Selefîlik düşmanlığını neredeyse bir iman esası haline getirmiş durumdalar. 

Onlar aleyhindeki iftiraları bile hemen sahiplenebilmektedirler

Çünkü Ehl-i Sünnet'in usûlü değilse de Hegelist "zamanın ruhu" ve küresel küfür güçleri nezdinde akredite ve himayeye mazhar olan yeni trend, Selefîliğin şamar oğlanı kabul edilmesini emrediyor. 

Ve bu emir karşısında "emir kulu" haline gelmenin dünyevî cazibesi, menfaatperestlikten başka ilke tanımayan kişisel ve ulusal çıkar düşkünlerini ayartıyor.

Sahte ve içi boş Ehl-i Sünnet edebiyatı ise, vicdanları üzerinde narkoz etkisi göstererek onun tümden hissiz ve duyarsız hale gelmesine hizmet ediyor.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...