SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

 




UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38

 

Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında İstanbul’da geçirdiği altı aylık sürede çevirdiği dolapları konu edinmiştik.

Meseleyi bizzat kendi itirafları çerçevesinde tartışmıştık.

Şimdi bir de konu üzerinde yapılmış akademik çalışmaları ve özel araştırmaları gözden geçirmeyi deneyelim.

Bunlardan biri, Mehmet Fatih Cebeci’nin (daha önce atıfta bulunmuş olduğumuz) Mütareke Döneminde Mustafa Kemal’in İstanbul’daki Faaliyetleri ve Anadolu’da Görevlendirilmesi başlıklı yüksek lisans tezi (Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013).

Cebeci şunu söylüyor:

Yıldırım Orduları Gurup Komutanlığı lağvedilip bölgedeki görevi sonlandırılan Mustafa Kemal 10-11 Kasım 1918’de Adana’dan ayrıldı. Adana’dan İstanbul’a giderken Mustafa Kemal’in bindiği trene Konya civarında Çumra istasyonunda Avni Paşa da dahil oldu. Avni Paşa İstanbul’a giderken Mustafa Kemal’in sergilemiş olduğu tavır ile ilgili izlenimlerini şu şekilde aktarır: “Mustafa Kemal Paşa adeta Harbiye Nazırı [Savunma Bakanı] sıfatıyla İstanbul’a geliyor idi. [İstanbul’a yaklaşıp] Maltepe’ye vardığımızda satın alınan bir gazeteden İzzet Paşa Kabinesinin düştüğünü ve Tevfik Paşa kabinesiyle Harbiye Nezareti’ne Abdullah Paşa’nın tayinini okuduğu zaman, pek çok sıkıldığını saklayamadı.” (s. 32-33.)

Evet, veliahtlığı döneminde Berlin’e yaptığı seyahatte Vahideddin’e refakat eden ve bu arada onu “kafaya alan” Selanikli, onun padişah olmasının ardından “padişah yaverliği” görevine getirilmiş durumda.

Savaş sırasında cepheden Padişah’a telgraf çekip “İngilizler’le behemahal barış” aklı verebiliyor.

Ayrıca “Beni savunma bakanı yapın, falan ve filanlar da bakan olsunlar, hükümette koltuk kapsınlar” diyebiliyor.

Gerçekten de Vahideddin, bunun dediği gibi İngilizler’le barış yapma kararı alıyor, ve bu doğrultuda Mondros Mütarekesi (ateşkesi) yapılıyor.

Geriye kalmış sadece Selanikli’nin harbiye nazırı olması..

Bundan da emin.. Avni Paşa’nın anlattığı gibi, müstakbel savunma bakanı havalarında trenle İstanbul’a doğru geliyor.

Fakat bir sürprizle karşılaşıyor.. Hükümeti kurma görevi tecrübeli bir hariciyeci (dışişleri bakanlığı kökenli diplomat) olan Tevfik Paşa’ya verilmiştir.

Ve Tevfik Paşa, Selanikli’yi adamdan sayan biri değil.

*

Ancak, hükümeti kurma görevini Tevfik Paşa üstlenmiş ve kabinesini de kurmuş ise de, hükümet henüz güvenoyu almış değildir.

O yüzden Selanikli ilk entrika, dolap ve dümen atraksiyonunu gerçekleştirir.

Tevfik Paşa hükümetinin güvenoyu almaması için canını dişine takar.

İstanbul’a geldiği tarih, 13 Kasım 1918’dir.. Aynı gün İngiliz donanması da (mütareke gereği) Çanakkale’yi geçip İstanbul’a demir atmıştır.

İngiliz subayları Pera Palas’ı ikâmetgâh yaparlar.. Selanikli de, anasının Beşiktaş-Akaratler’deki evi dururken gelip Pera Palas’a postu serer.

İngilizler’e yakın olması gerekmektedir.. Nitekim, ertesi gün (14 Kasım) İngiliz gazeteci Ward Price’a İngiliz yetkililerle görüşmesi için aracı olmasını rica eder.

15 Kasım’da ise Padişah’la görüşür.. İstanbul’a geleli dün bir, bugün iki, ve Padişah’la (“selamsız sabahsız çat kapı” denilebilecek şekilde) hemen görüşebiliyor. (Şu samimiyete bakın.. Dolmabahçe Sarayı’nda çalıştığım sıradaydı, bir gün Milli Saraylar Başkan Yardımcısı, Milli Saraylar Başkanı’nı bir ziyaret etmemin iyi olacağını söylemişti. Demek ki aralarında böyle bir konu geçmiş diyerek Başkan’ın sekreteryasını arayıp randevu talep etmiştim.. Başkan’ın makamı ile benim odamın arası 200 metreyi ya bulur ya bulmaz.. Bir ay sonra aradılar, Başkan’ın beni beklediğini söylediler.. Bir ay sonra..)

*

Selanikli’nin İstanbul’a varışından iki gün sonra Padişah Vahideddin’le yaptığı bu görüşmeyle ilgili olarak Cebeci şunları söylüyor:

“Tevfik Paşa hükümetinin güven oylamasına az bir süre kalmıştı. Hızlı davranmak gerekliydi. Mustafa Kemal padişahtan randevu aldı ve görüşme 15 Kasım 1918’de gerçekleşti. Bu görüşme ertesi gün [Fethi Okyar’ ait olan, Selanikli’nin de ortak olduğu] Minber Gazetesinde Mustafa Kemal Paşa dün uzun müddet Huzur-u Hümayun’da [Padişah’ın yanında] kalarak iltifat-ı şahaneye mazhar olmuştur şeklinde bildirildi fakat ayrıntılar verilmedi.

“Yalnız bu görüşmede konuyla ilgili tam bir belirginliğin oluşmadığını güven oylaması öncesinde Tevfik Paşa’nın nazırlarından (bakanlarından) birisinin Fethi Bey’e (Fethi Okyar’a) ‘Aranızdaki [arkadaşlarınızdan] Mustafa Kemal Paşa’nın böyle bir teşebbüsün [hükümetin güvenoyu almasını engelleme girişiminin] içinde olmasına ihtimal vermediğini Zatı Şahane, Tevfik Paşa’ya söylemiş’ şeklindeki ifadesi Mustafa Kemal’in bu görüşmede arzulanan konuşmayı yapıp yapmadığı konusunda tam da bir kafa karışıklığı yaratmaktaydı. Diğer taraftan Sabahattin Selek bu görüşmeyi Bu, sadece bağlılık ifade eden bir ziyarettir’ şeklinde ifade etmiştir.” (s. 38-39.)

Buradan anlaşılıyor ki, Selanikli’nin hükümetin güvenoyu almasını engellemek için yaptığı kulis faaliyetlerini bir şekilde öğrenen Tevfik Paşa, onu Padişah’a şikayet etmiş.

Vahideddin de, yaveri Selanikli’ye güvendiği ve sempati duyduğu için onu savunmuş.

Burada iki ihtimal var..

Birinci ihtimal, Selanikli’nin kendi entrika ve dalaverelerinin sonuç vereceğini düşünerek konuyu Vahideddin’e hiç açmamış olması..

İkinci ihtimal ise, Selanikli’nin Padişah’a “Haşmetmeab (ekselans, majeste), yeni hükümeti de önceki gibi yine İzzet Paşa kursa daha iyi olmaz mı?” diye telkinde bulunmuş, Vahideddin’in de “Paşa, bunu ne sen söylemiş ol, ne de ben duymuş olayım.. Bu saatten sonra böyle bir adım atmak devlet adabına aykırıdır, sözü ayağa düşürmemek gerekir” gibi birşey demiş olmasıdır.

Birinci ihtimalin doğru olduğu anlaşılıyor.. Çünkü Vahideddin, Tevfik Paşa’ya yalan söyleyip kendisini Selanikli’nin hatırı için küçük düşürmek istemez.

Kemalistlere göre de hain Vahideddin aslan asker Selanikli’yi böyle kendi itibarına zarar verecek şekilde savunacak biri değildir. Tam aksine kendisi gibi hain olan Tevfik Paşa ile (Filistin’de cepheden en hızlı firar etme rekorunu kırmış olan defolu kahraman) Selanikli’nin önünü kesmek için hain planlar yapıyor olması gerekiyor.. Yine Kemalistlere göre, Selanikli “hain Vahideddin”den bu konuda yardım isteyecek adam değildir.

Konunun uzmanı kabul edilen yazarlardan Sabahattin Selek de “Bu, sadece bağlılık ifade eden bir ziyarettir” demiş, birinci ihtimali benimsemiş.. Yani Selanikli Padişah’ın huzuruna sadece “yağ çekmek” için gitmiş.. (Daha doğrusu geleceğe yatırım için..)

Selanikli’nin yağ çekmiş olduğunu Minber’deki haber de doğruluyor:

“Mustafa Kemal Paşa dün uzun müddet Huzur-u Hümayun’da [Padişah’ın yanında] kalarak iltifat-ı şahaneye mazhar olmuştur.”

Yağ çekmiş ve iltifata nail olmuş.

*

Yazıya başlarken, İstanbul’a harbiye nazırı (savunma bakanı) olma umuduyla gelmekte olan Selanikli’nin Maltepe istasyonunda aldığı gazetede okuduğu haber ile yaşadığı hayalkırıklığını (Avni Paşa’nın dilinden) aktarmıştık.

Selanikli ikinci hayalkırıklığını Meclis-i Mebusan’da (milletvekilleri meclisi’nde) yaşadı.

Rauf Orbay, hatıratında şunu söylüyor:

“… Mustafa Kemal Paşa, Ali Fethi (Okyar) ve İsmail Canbolat Beylerle ben, [yeni hükümet henüz güvenoyu almamış olduğu için hâlâ hükümetin başında olan] Ahmet İzzet Paşa’nın [sadrazamlık] konağında verdiğimiz karara uyarak, tam bir ümitle, tanıdığımız mebuslara (milletvekillerine) ve onlar vasıtasıyla diğerlerine de Tevfik Paşa Kabinesine (hükümetine) itimat reyi (güvenoyu) verdirmemek için geceli gündüzlü çalışmalara koyulmuştuk.(Cebeci, a.g.e., s. 34, dn. 92.)

Görüldüğü gibi Selanikli’nin “ihtilal komitesi” iş başında..

Fakat sonuç hüsran.. Selanikli duygularını şu şekilde dile getirmiş:

“Ne yalan söyleyeyim biraz mütahayyir (hayrette, şaşkın) kaldım. Benim teklifimi kabul etiklerini söyleyen mebus (milletvekili) adedi, istisgar olunacak (küçümsenecek) gibi değildi; bahusus bunlar arasında sözlerinin ve mevkilerinin çok nafiz (etkili) olduğu zannını verenler de vardı.” (Cebeci, a.g.e., s. 35, dn. 94.)

Oylamaya 124 mebus (milletvekili) katılmış, bunlardan 91’i hükümete güvenoyu vermiş, 26‟sı ret oyu kullanmış, yedi kişi de çekimser kalmıştır. (Bkz. Sibel Yazıcı, Osmanlı Meclis-i Mebusanı ve Faaliyetleri, doktora tezi, Afyonkarahisar: Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Mayıs 2018, s. 367.)

Hükümetin güvenoyu aldığı ve Selanikli’nin ikinci kez hayak kırıklığı yaşadığı tarih 19 Kasım 1918’dir.. İlk hayalkırıklığından altı gün sonra..

Üçüncü hayalkırıklığı ise üç gün sonra gelecektir.

*

Meclis-i Mebusan’ın kendisine “kazık” attığını düşünen Selanikli bu defa umudunu (yağ çekip kafaya almış olduğu) Padişah Vahideddin’e bağlar:

“Tevfik Paşa Hükümetinin güven oylaması Mustafa Kemal ve arkadaşlarının istediği şekilde sonuçlanmayınca Paşa, meclisi terk edip evine gitti. Saraya telefon ederek başyaver Naci Bey’den Padişah’la kendisini görüştürmesi talebinde bulundu. Bu talep cevap buldu ve padişahla ikinci görüşme 22 Kasım 1918’de [Cuma günü] selamlık resminden sonra gerçekleşti. Görüşme normalden uzun süre gerçekleşmişti. [Selanikli’nin naklettiği] Konuşmalardan bu görüşmenin çok resmi havada olmadığı anlaşılmakta yalnız Mustafa Kemal kendisi açısından görüşmeyi tatmin edici bulmamıştı.” (Cebeci, s. 39.)

İmdi, Selanikli’nin Padişah’la görüşmek istediği tarih, 19 Kasım 1918 Salı..

Fakat, dört gün önce, 15 Kasım’da Padişah’ı zaten ziyaret etmiş, uzun uzun konuşmuşlar.

Dolayısıyla, Padişah açısından, ona yeni bir randevu vermek için mantıklı ve makul bir neden yok.

Yine de, Selanikli’yi kırmak istemiyor, üç gün sonraya randevu veriyor.

Fakat Selanikli (önceki bölümlerde Falih Rıfkı’dan yaptığımız alıntıların ortaya koyduğu gibi) buna bozuluyor..

Adam özel ilgiden şımarmış.. Padişah’ın iyi niyetini sûistimal ediyor.

Onun beklentisi, o gün ya da ertesi gün görüşmeleri.. Durum kendisi açısından acil..

Fakat Vahideddin, “Lan daha dört gün önce görüşmüştük, ne randevusuymuş, ne görüşmesiymiş!” demiyor, üç gün sonraya randevu veriyor..

Dikkat buyurun, bir ay sonraya değil..

*

Bu görüşmelerle ilgili bilgimiz Selanikli’nin açıklamalarına dayanıyor.

Onun ihanetine uğrayıp tacı ve tahtından olduğu gibi vatanını da terk etmek zorunda kalan Vahideddin hayata küstüğü ve hatıralarını bile yazmadığı, hesabı ahirete bıraktığı için, bu görüşmenin içeriğini tam olarak bilmiyoruz.

Selanikli, mutadı vechile bu görüşmeyle ilgili olarak da yalan destanı yazmış durumda..

Konuyla ilgili iki ayrı anlatımı var.. Birincisini nakleden Falih Rıfkı..

Önceki bölümlerde aktarmıştık, fakat tekrar nakletmek faydadan hali olmaz:

“Meclis'ten çıkınca, Almanya seyahatindeki tanışıklığa güvenereksaraya telefon etti, Vahdettin'in kendisini kabul etmesini rica etti. Maksadı padişahla açık konuşmak, tedbir diye düşündüğünü açık söylemekti. Bu ricasını bildirecek zat, hocası Naci Bey'di (Mebus General Naci Eldeniz). Kendisine maksadını ima bile etti [Selanikli’nin ifadesiyle]:

“- Naci Bey'in o gün veya ertesi gün için bir mülakat (randevu) almaya elinden geldiği kadar çalıştığında şüphe yoktu. Fakat kafasındaki kararını gizliyen Vahdettin, saflıktan gelerek, önümüzdeki cuma selamlığına gelmekliğimi ve benimle orada konuşacağını tebliğ etti. Cumaya birkaç gün vardı. Beklemekten başka ne yapabilirdim? Cuma günü selamlığa gittim ve dışarda bekleyenlerce hayli tefsire (yoruma) uğrayan mülakatta (görüşmede) bulundum.

Konuşma uzun sürdü. Ancak konuştuklarımız çok kısa idi. Ben sözüme başlangıç ararken, padişah beni önledi, dedi ki:

" ‘- Bilirim ki ordunun zabitleri ve kumandanları sizi severler. Bana teminat verebilir misiniz ki onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir.’

“Böyle bir sualin sebebi ne olduğunu hemen kavrayamadım.

" ‘- Orduya ait bazı malumat mı var, efendim?’ diye sordum. Gözlerini kapadı, ne evet, ne hayır dedi, yalnız sualini bir daha tekrar etti.

" ‘- Gerçi, dedim, ben İstanbul'a geleli birkaç gün var. Buradaki vaziyeti tamamıyla bilmiyorum. Yalnız ordu kumandan ve zabitlerinde zatı-şahanenize karşı bir cereyan olması için sebep görmüyorum.’

“Anlaşılmaz bir tavırla ilave etti:

" ‘- Yalnız bugünden bahsetmiyorum, bugünden ve yarından...’

“Bu son cümle beni şüpheye düşürdü. Demek yarın padişah öyle bir hareket yapabilir ki ordunun vatanını seven kumanda ve zabit (subay) heyeti bundan müteessir olabilir. Padişahın verilmiş bir kararı olmalı idi. Biz ise bu kararın ne olduğunu bilmeyen veya anlamak istemeyen kimselerle konuşuyorduk.

“Zat-ı şahane gözlerini açarken ayağa kalktı, şu sözlerle mülakata son verdi:

" ‘- Siz akıllı bir kumandansınız. Tecrübesiz arkadaşlarınızı tenvir edeceğinizden (aydınlatacağınızdan) eminim."

(Falih Rıfkı Atay, “M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 125-126.)

*

Görüldüğü gibi Selanikli saçmalıyor.. Konuşma uzun sürdü. Ancak konuştuklarımız çok kısa idi” diyor.

“Film uzundu, görüntü kısaydı” der gibi konuşmuş.

Konuşma uzun sürdü ise, konuşulanlar da uzundur..

Ne yani, Mesut Yılmaz gibi bir cümleyi iki dakikada söyleyip sonra 10 dakika durup nefeslendiniz, Padişah (vakti bol ya, senin uzun süredir görmediği, hasretinden prangalar eskittiği) gül cemalinin seyrine daldı, uzun uzun birbirinizin yüzüne baktınız, sonra da Abdullah Gül gibi derinden gelen esrarengiz havalarda bir sesle yeniden kelimeleri saymaya başladınız, öyle mi?!

Padişah’la niçin görüşmek istemişmiş?.. Şunun için: “Maksadı padişahla açık konuşmak, tedbir diye düşündüğünü açık söylemekti.”

Ancak, aslında Selanikli’nin tedbir diye düşündüğü herhangi birşey yok.

Olsaydı, bunları Falih Rıfkı gibi isimlere anlatır, onlar da ballandıra ballandıra naklederlerdi.

Tek derdi vardı: Kendisinin (yarıştığı Enver Paşa gibi) harbiye nazırı olması..

*

Selanikli çok akıllı, biz de ahmağız ya, masal anlatıyor.. Ona göre, “kararını gizliyen Vahdettin, saflıktan geliyor”, üç gün sonraya, Cuma gününe randevu vermesinin nedeni bu.. 

Sivri zekâ, Padişah’ın sana ne borcu var?!.. Tahta senin referansınla mı oturdu?!

Ortada saklanacak bir karar yok ki gizlesin.. Herşey alenî..

Hükümeti Tevfik Paşa’nın kurmasını istemiş, o da kurmuş.. Karar istiyorsan al sana karar.

Ha, senin vatanın selameti için söyleyeceğin başka birşeyler vardıysa, bunları dört gün önceki görüşmende anlatabilirdin.. Niye anlatmadın artiz?

Ayrıca, ha o gün görüşmüşsün, ha üç gün sonra, ne farkı var?!.. Sanki padişaha kelle yetiştiriyor.. Bu neyin acelesi?

*

Evet, Selanikli aptalca konuşuyor, saçmalıyor, fakat böyle aptalca konuşabilmesinin nedeni, bu milletin aptal olduğunu, kendisini sorgulayamayacağını, sözlerini mantık süzgecinden geçiremeyeceğini düşünüyor olması.

Ancak, Vahideddin’e atfattiği “gizli karar” konusu önemli..

Evet, Vahideddin gelecekte bir “gizli karar” alacak, İngilizler’in Doğu Karadeniz’deki karışıklıkların yatıştırılması için bir yetkilinin görevlendirilmesi talebini aklınca fırsata çevirerek Selanikli’yi “vatanı kurtarmak” üzere müfettişlik etiketi altında Anadolu genel valiliği yetkileriyle Samsun’a gönderecektir.

Doğal olarak, bu kararın devlet sırrı olarak gizlenmesi, İngilizler’den ve İngiliz ajanlarından saklanması gerekiyordu.

Ancak, Vahideddin tam da vatanı kurtarmak için görevlendirdiği kişinin (İngiliz gizli servisinin İstanbul şefi Frew ile bağlantılı bir) İngiliz ajanı olduğunun farkında değildi.

Daha doğrusu, Selanikli’nin İngilizler’le olan temaslarının “Osmanlı lehine casusluk” gibi bir mahiyet taşıdığını, devletine hizmet için İngilizler’in, İtalyanlar’ın ve sairenin ağızlarını aradığını zannediyordu.

(Böyle bir ağız arama huyu olduğu yalanını Kara Kemal’le yaptığı darbe planları için Rauf Orbay’a da söylemiş durumdaydı.. İhaneti ortaya çıkıp sıkıştığı zaman bahane hazır: “Ben ağızlarını arıyordum, bilgi topluyordum.”)

Sonradan Vahideddin’in bu gizli kararındaki (şartlar gereği başvurulması gereken) gizliliği de istismar ettiler, herşey kendiliğinden olmuş, Selanikli’yi Vahideddin göndermemiş gibi deccalane yalanlar söylediler.

*

Selanikli’nin Tevfik Paşa yerine hükümet kurmasını istediği, bunun için uğraştığı İzzet Paşa (Mareşal Ahmet İzzet Paşa) hatıratında şöyle diyor:

“M. Kemal Paşa, istediği kadar Padişah’ın özel memuru olarak bu işe başlamış olduğunu inkara savaşsın. Benim bu hususta kanaatim sağlamdır. Çünkü kendisine verilen yetki, şimdiye kadar hiçbir faniye nasip olmamış bir genişlikteydi. Kendi teftiş dairesindeki askeri kıt’alardan başka komşu kolordulara ve bütün Anadolu vilayetlerine emri geçerli olacak, memurları istediği gibi görevinden alacak veya tayin edecektir.

Benim bildiğim Babıali (Başbakanlık) bu gibi işlerde, özellikle askerlerin yöneticileri hükmü altına alması meselesinde çok kıskançtır. Hele gurur ve kıskançlığı delilik derecesinde olan (Damat) Ferit Paşa’nın Sadaret (sadrazamlık/başbakanlık) makamında (bile) olmayan yetkileri başkasına bahşetmek istemesi, doğal olmayan bir durumdur.

Bu tarihlerde eski politikasının ilkelerini değiştirerek güya halka hoş görünmek ve güven vermek için, Tevfik Paşa’yla benim kabinelerimizin (bakanlar kurullarımızın) seçtiği ve tayin ettirdiği on iki nezaretsiz (bakanlıksız) bakanın katılmasıyla oluşturulan kabinenin içinde ben de vardım. Mustafa Kemal Paşa’nın müfettişliğe tayinini içine alan ve yetkilerini belirleyen belge görüşülüp tasdik olunmak üzere Vükela Meclisi’ne (Bakanlar Kurulu’na) verildiği tarihten bir hafta on gün önce Paşa fermanını, yetki mektubunu taşıyarak hareket etmiş bulunuyordu.

Bu haller açıkça gösterir ki bu memuriyet resmî hükümetin değil, Padişah‘ın düşüncesinin ürünü ve tedbirinin eseridir. Babıali ve Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Saray’dan aldıkları işaretle bunu uygulamaya koymuşlardır.

Fakat bu gerçeğin gizlenmesi, M. Kemal Paşa’ca olduğu kadar, sinsi Padişah’ca da gerekliydi. (Mustafa Kemal) Paşa, büründüğü esrarlı kisveye, gelecek için beslediği emeller ve hayallere uymaması yönünden (yüzünden) Saray’a bağlılığını gizlemek, memur ve mensubu olduğu hükümdara karşı işlediği iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikleri halkın gözünden saklamak, hiç olmazsa hafifletmek istiyor, Padişah da ne şekilde olursa olsun, bir kimse tarafından aldatılmış olmayı (aldatıldığını itiraf etmeyi) kibrine yediremiyor, bir yandan da yabancılarca el altından [onlara] oyun yapmak istediğinin anlaşılmasından korkuyordu.

(Ahmet İzzet Paşa, Feryadım, C. 2, İstanbul: Nehir Y., 1993, s. 214.)

Evet, Selanikli, memuru ve mensubu olduğu hükümdara (devlete) karşı iğfal (aldatma), sözünden cayma, küfran-ı nimet gibi basitlikler sergilemiş durumda.

Fakat mesele sadece bunlardan ibaret değil.. İşin bir de İngilizler’le kotarılan ihanet boyutu var.

Onu da bir başka paşa, İsmet İnönü söylüyor:

"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

*

Konuya bir sonraki yazıda devam edelim inşaallah.


EY YAHUDİ VE HRİSTİYANLAR'IN ÇAĞDAŞ UYGARLIĞININ TAKİPÇİLERİ!

 

EY ONLARDAN LAİKLİK (SİYASAL DİNSİZLİK) ÖĞRENENLER!

EY ONLARDAN MİLLİYETÇİLİK AŞIRANLAR!

EY "MİLLİ BİRLİK VE BERABERLİK"ÇİLER!

EY "ULUS-DEVLETÇİ"LER!

EY TÜRKİYECİLER!

SİZ DE (KUR'AN'I TATBÎK ETMEDİKÇE, ANAYASANIZI KUR'AN'A GÖRE HAZIRLAMADIKÇA) HİÇBİR ŞEY ÜZERİNDE DEĞİLSİNİZ!

BOMBOŞSUNUZ!


"De ki: 'Ey ehl-i kitab (Yahudi ve Hristiyanlar)! (Siz) Tevrât'ı, İncîl'i ve Rabbinizden size indirileni (Kur'ân'ı) hakkıyla tatbîk etmedikçe, hiçbir şey üzere değilsiniz!' Ve andolsun ki Rabbinden sana indirilen (bu Kur'ân), onlardan birçoğuna azgınlık ve küfrü artıracaktır! Öyleyse o kâfirler topluluğu için üzülme!"

(Maide, 5/68)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN “İÇİNDE ÇOK DİKKATLE SAKLADIĞI” DEPDERİN SIRLARI

 











UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 37

 

Bir önceki bölümde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün Birici Dünya Savaşı’nı izleyen mütareke (ateşkes) döneminde İstanbul’da yaşadığı mucizevî dönüşüm ve değişimi görmüştük.

13 Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında İstanbul’da geçirdiği altı aylık sürenin ilk aylarında harbiye nazırı (savunma bakanı) olmak için her yolu deniyor.

Padişah Vahideddin’i de devreye sokarak hükümeti devirmek istiyor, bundan netice alamayınca darbe planları yapıyor.

Falih Rıfkı Atay’a söylediğine göre, bu amaçla ihtilal komitesi/çetesi (terör örgütü) kurmaya kalkışıyor.. Kafasından Sultan Vahideddin’i öldürme bile geçiyor.

Yine Selanikli, (Rauf Orbay’ın yazdığına göre) İttihat ve Terakki’nin komitacı siyasetçilerinden Kara Kemal ile, (Sadrazam/Başbakan Tevfik Paşa’yı kaçırmak suretiyle) hükümet darbesi yapmayı planlıyor. 

(Ancak bu hamlesi İsmail Canbulat’ın kızmasına neden oluyor ve böylece Selanikli’nin “hayal”indeki çete şişesi sert zemine düşüp paramparça oluyor, hayalleri yıkılıyor.. 

Fakat zamanı gelince İzmir Suikasti parodisini bahane ederek Canbulat’ı astıracak, Rauf Orbay’ı da 10 yıl hapse mahkum ettirip bütün mal ve mülküne el koyduracak, böylece eski arkadaşlarıyla olan hesabını kapatacaktır.)

*

Sonrası ilginç..

Nasıl oluyorsa komitacı (çeteci, terörist) Kemal bütün siyasî hırslarını ve çılgın planlarını ansızın bir tarafa bırakmaya karar veriyor, akıllanıp uslanıyor, ve sözde hiçbir sıfat (makam, mevki, unvan) ve salahiyet (yetki) sahibi olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak” istiyor.

Ve, “ne yaptığını bilen” bir adam olarak, Saray’ın ve Hükümet’in kulağına gitsin, böyle düşündüğü zannedilsin diye (algı operasyonu babından) dönemin Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Müsteşarı İsmet İnönü’ye öyle bir niyet taşıdığını söylüyor.

Gerçekte, Falih Rıfkı’nın beyanına göre İttihatçılar’ın “fırsatçı” olarak bildikleri Selanikli, “netice” görmeyince harekete geçmeyen bir “işbilir” hesap uzmanı.

Sözde Anadolu’ya etkisiz ve yetkisiz Sarı Çizmeli Mustafa Ağa olarak gidecek ve orada çareler arayacakmış..

Halbuki, Anadolu’ya geçtikten sonra kongre için bulunduğu Sivas’tan anasına yazdığı ve Salih Bozok vasıtasıyla gönderdiği mektupta, Anadolu’ya gidişi için Pekala bilirsiniz ki ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım” demiş bulunuyor. (Bkz. https://whoisataturk.com/g/icerik/Zubeyde-Hanim-a-Yazdigi-Mektup-081919/816)

Yani “Mevzubahis olan vatansa, netice görmem teferruattır, ya istiklal ya ölüm!” diye düşünmüyor.

Mevzubahis olan netice ise, vatan da teferruattır” modunda..

*

Fakat adamımız neticeden emin..

O yüzden hiç tereddüt etmeden işe “başlamış”..

Ne yaptığını gayet iyi biliyor.. O sırada onun ne yaptığını, ve ne yapmayı planladığını bilmeyen, millet..

Ve Kâzım Karabekir başta olmak üzere ona yardımcı olan vatansever zevat..

(Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit gibi hempalarına “gizli gündem”ini ucundan kıyısından koklatıyorsa da, bunlar, söylediklerini “Paşa’nın olmayacak hayalleri” olarak görüyor, ciddiye almıyorlar.. Arkasındaki devasa İngiliz desteğinden haberleri yok.)

Evet, “ne yaptığını bilen” Selanikli “netice”den emin olarak işe başlamış, bu arada bütün sıfatları (Padişah yaveri olarak müfettişlik etiketli Anadolu genel valiliğini) ve salahiyetleri (Anadolu’daki bütün vali, kaymakam ve subayları görevden alma, tayin etme, yerlerine atama yapma yetkisini) cebine doldurmayı da ihmal etmemiş.

Ne yaptığını biliyor, neticeyi garanti görüyor.

Netice görmese işe başlamayacak, “Vatanın milletin canı cehenneme!” türünden bir tavır sergileyecek.

Fakat neticeden emin.

Çünkü, Osmanlı’yı mağlup eden ve gelip İstanbul’a çöreklenen İngilizler’le (İngiliz gizli servisinin / istihbarat teşkilatının İstanbul şefi Frew vasıtasıyla) anlaşmış, işgalcilerin desteğini arkasına almış durumda..

Bu gerçeği İsmet İnönü, 1973 yılında Cumhuriyet’in 50’nci yıldönümü münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecinde şu şekilde ifade edecektir:

"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

*

Daha önce de söylediğimiz gibi, konuyu Selanikli Mustafa Atatürk’ün kendi sözlerini temel alarak tartışıyor, ilk söz hakkını ona tanıyoruz.

Laflarını aktaran kişi, has adamı Falih Rıfkı Atay..

Falih Rıfkı’ya açıklamalarda bulunan Selanikli, İsmet İnönü’yle olan (bir önceki bölümde konu edindiğimiz) görüşmesini aktardıktan sonra biraz duraklamış, düşünmüş, ve sonra mütareke (ateşkes) dönemindeki hatt-ı hareketine dair yeni yalanlar söylemiş.

Okuyalım:

“Biraz durarak ilave etti:

"- Bu dakikada siz de düşünürsünüz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum? Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalâa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeye başlandıktan sonra: ‘Keşke şu tarafını bu tarafını da düşünseydim. Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı’ gibi tereddütlere yer kalmamalıdır. Böyle bir tereddüt, karar sahibinin vicdanında kanayan bir nokta olur ve onuyaptığının doğruluğunda da şüpheye düşürür.  Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke sırasında dört beş ay İstanbul'da kalışım, sırf bunun içindir. Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak için davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında tevazuyla çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimi bir ilham etmek lazımdır."

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 130-131.)

Evet, Selanikli kendisine şöyle bir soru yöneltilebileceğinden çekiniyor (Aslında boşuna çekiniyor, aklını kullanıp “tam Şeriatçı” olanlarının oranının yüzde 10’u bile bulmadığı bu Aziz Nesin’lik safderun ve düşünmeyi sevmeyen milletten çekinmeye gerek yok):

“Madem sıfat ve salahiyet umurunda olmadan vatana hizmeti düşünüyordun, niye Adana’dan direkt Anadolu içlerine gitmedin de İstanbul’a kapağı attın, İngiliz subaylarının karargâhı Pera Palas’a postu serdin?.. Niye hükümette koltuk kapıp bakan olmak, elindeki Padişah yaverliği ve paşalık yetmiyormuş gibi yeni sıfat ve salahiyet edinmek için komite (illegal çete, terör örgütü) kurdun?.. Niye darbe ve ihtilal planları yaptın?”

*

Sözünü “ettiği ağır ve kati karar” şu: “Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak”.

Yalan söylüyor.

Başta aklında böyle birşey yok..

“Bu dakikada siz de düşünürsünüz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum?” diyerek masal anlatmaya başlıyor.. “Tamam, yapmadım, ama hele bir sor, niye yapmadım!”

Şunun için yapmadı: Aslında verilmiş bir kararı yoktu, o kararı ona sonradan İngilizler aldırdı.

Başlangıçta aklında ne Anadolu’ya gitme (Anadolu’da kalma) var, ne vatanı kurtarma.. Suriye’den Padişah’a telgraf çekip İngilizler’le “behemahal barış” yapılmasını isteyen o.

Mütarekenin ardından aklından geçen, (“kafaya almış” olduğu yeni padişah Vahideddin’in torpiliyle) İstanbul hükümetinde savunma bakanlığı koltuğunu kapmak, etkisi altındaki arkadaşlarını da diğer bakanlık koltuklarına oturtarak ülke siyasetinde belirleyici konuma gelmek.

Bir taraftan da (İngiliz gazeteci Ward Price vasıtasıyla temas kurduğu) İngilizler’le anlaşmak ve onların barış dönemi senaryolarında rol kapmak istiyor.

Hükümette koltuk kapma planları gerçekleşmiyor.. Fakat İngilizler’le anlaşmayı başarıyor..

*

İngiltere Dışişleri Bakanı kurt politikacı Lord Curzon’un kafasındaki plan, (önceki bölümlerde anlattığımız gibi) Türk devletinin İslam dünyasının gözünden düşürülmesi..

Bunun için yapılması gerekenler, birincisi Mekke ve Medine üzerindeki hakimiyetinin sona erdirilmesi (Ki bunu Şerif Hüseyin’le anlaşarak başarmış durumdalardı), ikincisi devletin başkentinin Anadolu’ya taşınması, üçüncüsü de hilafet kurumunun apolitik (siyaset dışı ve sembolik) hale getirilmesiydi..

İstanbul başkent olarak kalmamalmıydı, çünkü İstanbul, devlete imparatorluk heybet ve havası veriyordu..

Türk devleti eski çağların Lidya ve Frigya’sı gibi Anadolu merkezli bir dermeçatma gecekondu devlet görünümünde olmalıydı.

Asıl mesele ise Türkler’in elinde olan hilafet kurumunun itibarsızlaştırılması ve etkisizleştirilmesi, Türkler’in bu kurumu İslam dünyası üzerindeki nüfuzlarını pekiştirmek ve devam ettirmek için kullanamamasıydı..

Bunun için de istenen, hilafetin ulusal ve uluslararası siyasete karışmayan, apolitik, sembolik nitelikte, kolu kanadı kırılmış, tüyü yolunmuş bir kuruma dönüştürülmesiydi.

*

Uğur Mumcu’nun Kâzım Karabekir’den yaptığı iktibasları aktarırken belirttiğimiz gibi, Selanikli, daha önce arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmaya aykırı olarak bir katakulli ile Osmanlı hanedanının elinden saltanatla beraber hilafeti de almak istemiş, Doğu Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir ile Başbakan Rauf Orbay’ın tepki göstermesi, TBMM’nin de protesto etmesi sonucunda bu plan başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 

Böylece Abdülmecid etkisiz ve yetkisiz, naylon bir halife olarak atanmıştı.. 

Ancak, bu yeterli değildi, hilafet kurumu tümden etkisizleştirilmeli, özellikle de Osmanlı hanedanının elinden alınmalıydı.. 

Çünkü ilerleyen yıllarda halife olan bir Osmanlı, aynı zamanda siyasî güce de kavuşabilir, hilafet kurumu tekrar eski azametine sahip olabilirdi.

Bulunduğu konum itibariyle devlet sırlarını bilme durumunda olan Turgut Özal, Lozan’da, “hilafetin beş yıl içinde ilgası” sözünün verildiğini açıklamıştı..

Lozan, Selanikli’nin İstanbul’da İngilizler’le yaptığı gizli anlaşmanın aleniyete dökülüşüne, resmiyet kazanmasına sahne oldu..

Gizli İngiliz-Selanikli anlaşması, (ufak tefek rötuşlarla) açık ve aşikâr İngiliz-Türk anlaşmasına dönüştü..

Devletler arası anlaşma halini aldı.

*

Selanikli’deki potansiyeli ve yeteneği fark eden İngiliz Hariciyesi (Dışişleri Bakanlığı) ve istihbaratı (gizli servisi), ona, Anadolu’ya geçip yeni bir meclis toplamak suretiyle millete dayanma iddiasıyla ortaya çıkmasını ve yeni bir devlet kurmasını, böylece Osmanlı Devleti’nin altındaki halıyı çekerek onun yıkılmasını sağlamasını teklif ettiler..

Ve Selanikli bunu memnuniyetle kabul etti.

İşte, Selanikli’nin Erzurum Kongresi gecelerinden birinde hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e (kendisine göre gerçekleşmesi kuşkusuz olan) zaferden sonra cumhuriyet ilan edileceğini, Osmanlı saltanatına son verileceğini büyük bir özgüvenle müjdelemiş olmasının nedeni, İngilizler’in ona vermiş olduğu garantiydi..

Yunan’ı durdurma garantisi de vermişlerdi. 

Ancak Yunanistan’da Alman yanlısı Kral Konstantin’in başa geçmesi planları bozdu, bu yüzden Selanikli Yunan ordusu ile çarpışmak zorunda kaldı.. 

Yoksa (başlangıçtaki İngiliz-Selanikli anlaşmasına göre) sadece TBMM’yi kurması ve kendisine biat etmeyip Osmanlı Devleti’ne bağlı kalanları Hıyanet-i Vataniye Kanunu ile asıp kesmesi, Anadolu'da kişisel otoritesini kurması, İngilizler ile müttefikleri tarafından yeni bir devlet kurmuş adam olarak "tanınması" için yeterli olacaktı.

*

Selanikli, İngilizler’le başka hususlarda da anlaşmıştı: Türkiye, Batı uygarlığı ve çağdaşlığını ithal edecek, tesettür kaldırılacak, Latin harfleri alınacak, sarık yasaklanarak şapka halka dayatılacaktı.

Selanikli’ye, Osmanlı Devleti ile bir barış antlaşması yapılmayacağı, ipe un serilip barış görüşmelerinin çıkmaza sokulacağı (Ki Amerikan mandası tartışmalarıyla bu gerçekleştirildi), nihaî anlaşmanın kendisiyle yapılacağı garantisi verilmişti.

Nitekim, tam da Selanikli’nin Ankara’ya adım attığı 27 Aralık 1919 günü Erzurum’da (Selanikli’yi himaye etmekte olan) Kâzım Karabekir’i ziyaret eden (Lord Curzon’un yeğeni) Yarbay Rawlinson, İngiliz Dışişleri Bakanlığı adına Karabekir’e, İngiltere’nin, barış masasında muhatap olarak (o sırada durumu iç güveysi Sarı Çizmeli Mustafa Ağa’dan hallice olan) Selanikli’yi ya da onu temsil eden birini görmek istediğini tebliğ etmiş bulunuyordu.

İngiliz, önceden anlaşmadığı ve ne yapacağını bilmediği “sapı silik”, elinde fiilen bir güç bulunmayan bir adamı böyle taltif etmez.

*

Selanikli’nin laflarına dönelim..

Görüldüğü gibi, şöyle diyor:

"- Bu dakikada siz de düşünürsünüz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum? Ben de hemen söyleyeyim ki ağır ve kati bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti her köşesinden mütalâa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeye başlandıktan sonra: ‘Keşke şu tarafını bu tarafını da düşünseydim. Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı’ gibi tereddütlere yer kalmamalıdır.”

Lafa bakın, hem karar vermişmiş, hem de kararın doğruluğuna henüz inanmamışmış.

Karar vermişsen, doğruluğuna inanmışsındır, doğruluğuna inanmamışsan, yani “vaziyeti her köşesinden mütalaa etmek lazımgeldiğini” düşünüyorsan, o zaman da henüz karar vermemişsin demektir.

Lafının devamı, aslında karar vermediğini, başka “bir çıkar yol” aradığını gösteriyor:

“Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeye başlandıktan sonra: ‘Keşke şu tarafını bu tarafını da düşünseydim. Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı’ gibi tereddütlere yer kalmamalıdır.”

Evet, aslında “bir çıkar yol” arıyor, ve bu çıkar yol, ülkenin selameti ve istiklali ile igili çıkar yol değil, kendi kişisel istikbaliyle ilgili yol.

İddia ettiği gibi, memleket için “bir çıkar yol” aradığını, “Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına” diye düşündüğünü kabul edelim.. Aradığı yol, dediğine göre, “kan dökmeyecan yakmaya ihtiyaç bırakmayan” bir yol..

Böyle bir yol var: Düşmanla anlaşır, istediği tavizleri verirsin, ne kan dökülür ne de can yakılır.

*

Ancak, Selanikli kan dökmeme ve can yakmama hassasiyetine, iç politikada sahip değildi..

Harbiye nazırı (savunma bakanı) olabilmek, arkadaşlarına da hükümette koltuk bağışlayabilmek için ihtilal komitesi (terör örgütü) kurmayı düşünebiliyor, Kara Kemal’le Sadrazam Tevfik Paşa’yı kaçırma planları yapabiliyor, gerekirse Padişah Vahideddin’i öldürmeyi bile aklından geçirebiliyor..

Kan dökmeyecan yakmaya ihtiyaç bırakmayan yol arayalım” demiyor.

Evet, Selanikli aslında İngilizler’le “kan dökülmesini, can yakılmasını” gerektirmeyen bir anlaşma yapmıştı..

Bu, büyük ölçüde de gerçekleşti.. Selanikli İtalyanlar’la savaşmak zorunda kalmadı.. Kendiliklerinden çekip gittiler..

Fransızlar’la da savaşmasına gerek kalmadı.. Maraş, Urfa ve Antep’te Fransızlar’la millet kendisi savaştı.. Ardından Selanikli ile Fransızlar, Misak-ı Millî’yi ayaklar altına alıp çiğneyerek Ankara Antlaşması’nı imzaladılar.

Şayet millet Fransızlar’ı Maraş, Urfa ve Antep’ten kovmamış olsaydı, Selanikli Misak-ı Millî sınırları içindeki Halep’i Fransızlar’a bağışladığı gibi, bu şehirleri de onlara bırakabilirdi. (Kemalistler’e göre Ankara Antlaşması büyük bir zafer, çünkü böylece TBMM Hükümeti Fransızlar tarafından “resmen tanınmış” oluyordu.. “Resmen tanınma” zaferi için Urfa ve Antep de feda edilebilirdi.)

Doğal olarak Selanikli İngilizler’le de savaşmadı.. Öyle anlaşmışlardı.

Bir tek Yunan sorun çıkardı.

Alman yanlısı Kral Konstantin Yunanistan’da tahta oturunca Venizelos’un İngilizler’e vermiş olduğu sözleri tutmadı, Ege’deki “Milne Hattı”nı çiğneyip geçti, Ankara’ya doğru yürüdü, böylece kan dökülmesine ve can yakılmasına sebep oldu.

*

Selanikli sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte benim mütareke sırasında dört beş ay İstanbul'da kalışım, sırf bunun içindir.”

Gerçekten de İngilizler, Osmanlı bürokrasisinin, siyasetçilerinin, subaylarının ve aydınlarının “Selanikli tarafından yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına” inanmaları için ellerinden gelen herşeyi yaptılar.

Ocak 1919 sonlarından itibaren (Ki artık Selanikli ile anlaşmış durumdaydılar) Osmanlı’nın dişli budaklı adamlarını tutuklayıp Malta’ya sürmeye başladılar. (İsmail Canbulat, Kara KemalFethi Okyar ve Rauf Orbay da bu sürgünler arasındaydı.. Bunların sürülmeleri, Selanikli’nin çılgın darbe planlarının ve Minber gazetesinde sergilediği İngiliz yağcılığının Malta’ya sürgün edilip unutturulması anlamına geliyordu.)

Tabiî Selanikli’ye dokunulmadı..

Bu, başlangıçta Selanikli’nin alternatifsiz kalmasına, “rekabetsiz” ortamda ümitlerin bağlandığı odak haline gelmesine hizmet etti.. 

Daha sonraki süreçte ise, bu mahkum ve sürgünlerin (görünüşte "Selanikli’nin itiraz ve protestoları, resti sayesinde serbest bırakılmış" kişiler olarak) onun karşısında minnettar, borçlu, ezik ve boynu eğik kalmaları sağlandı. 

Fil terbiyesi yöntemi.. Siyah elbiseliler döver, beyaz elbiseliler kurtarır.

*

Kara listeler, Selanikli’nin İstanbul’a gelişinden iki ay dört gün sonra, 17 Ocak 1919’da gündeme geldi.. 

Tutuklamalar ise 30 Ocak’ta 27 kişi ile başladı: 

“İstanbul’daki işgalci İngiliz makamları, 25 Ocak-20 Nisan 1919 günleri arasındaki üç aylık dönemde yakalanmaları için 223 kişinin adını resmen İstanbul Hükümetlerine vermişlerdir. 23 Ocak-14 Mart 1919 arasında 100 kişi, 15 Mart-7 Nisan 1919 arasında 61 kişi, 8-9 Nisan 1919’da 18 kişi, 10-20 Nisan 1919 arasında 44 kişinin tutuklanması istenmiştir.” 

(Mehmet Akif Bal, “İşgalcilerin Milli Mücadele’yi Kadrosuz Bırakma Çabası: Malta Sürgünleri”, Türk Dünyası Araştırmaları, C. 132, S. 261, Kasım-Aralık 2022, s. 339.)

Tutuklama ve sürgün uygulaması daha sonra da devam etti: 

“… İstanbul’dan gönderilen üst düzey sürgün sayısı … Mart 1919’dan Kasım 1920’ye kadar 144 kişiye ulaşmıştır.” (A.g.m., s. 352.)

Bu süreçte Selanikli’ye dokunulmadığı gibi, İngilizler’in Doğu Karadeniz’deki bir “tertib”inin sonucu olarak olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya geçmesi “İngiliz vizesi”yle sağlanmıştır..

Lord Curzon’un yeğeni Yarbay Rawlinson’un Karabekir’e, İngiltere adına, barış masasında karşılarında muhatap olarak Selanikli’yi görmek istediklerini tebliğ etmiş olması sebepsiz değildir.

*

Evet İngilizler, Osmanlı bürokrasisinin “Selanikli tarafından yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına” inanmaları için akla gelebilecek herşeyi yaptılar.

Mesela, TBMM’nin kurulmasının arefesinde İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı (milletvekilleri meclisini) kapatıp dağıtarak, bazı mebusları (milletvekillerini) tutuklayarak, TBMM için araziyi hazırladılar, onu rakipsiz ve alternatifsiz hale getirdiler.

Meclis-i Mebusan’ın tutuklanmayan üyelerinin önemli bir bölümünün “doğal üye” olarak TBMM’ye katılmaları, bu yeni meclisin hem Osmanlı bürokrasisi hem de millet nezdinde itibar kazanmasını, meşru görülmesini sağladı.

İngilizler, “Selanikli tarafından yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına” inanılması için ayrıca Harbiye Nezareti’ni (Savunma Bakanlığı’nı) ve Osmanlı Genelkurmay’ını da bastılar ve kapattılar.. Osmanlı Devleti’nin kurumları felç edildi.

Böylece, Anadolu’daki bütün ordu mensupları (rütbesiz erinden paşasına kadar) yönünü Ankara’ya çevirmek, ondan gelecek emirleri beklemek durumunda kaldılar.

Aynı durum vali ve kaymakamlar için de varitti.

İngilizler, Osmanlı bürokrasisine ve Anadolu halkına, “Selanikli tarafından yapılandan başka birşey yapılmak ihtimali kalmadığına” inanma dışında bir seçenek bırakmadılar.

*

Selanikli şunu da diyor:

“Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım. Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları, seferberlikte asker toplamak için davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında tevazuyla çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimi bir ilham etmek lazımdır."

Hazırlık dediği, laflarına bakılırsa, fikrî hazırlık..

Karşısındakine samimiyetle ilhamda bulunma”dan söz ediyor.

Fakat laflarının bütününe bakılırsa ortada samimiyetle ilhamda bulunma değil, samimiyetsizce sır saklama var.

Nitekim, Falih Rıfkı’nın (yukarıda alıntı yapmış olduğumuz) kitabının önceki sayfalarında yer alan şu ifadeleri, bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde aktarmıştık:

“Günler geldi, geçti. Mustafa Kemal ve bazı arkadaşları şu kanaate vardılar ki Vahdettin'i öldürmekten, hükümeti düşürmekten esaslı bir netice almaya imkân yoktu. Nihayet [kendilerinin belirleyecekleri] yeni hükümdar ve yeni hükümet de düşman süngüleri karşısında bulunmak vaziyetinden kurtulmuş olmayacaklardı [Selanikli’nin ifadesiyle]:

“- Bununla beraber bu temaslarımda devam ediyordum. İçlerinden bir kısmında saf bir vatanperverlik hissinin coşkunluğundan başka, ne fikir, ne de tedbir kabiliyeti vardı. Bir kısmının hâlâ hasis (bayağı, adi) politikacılık menfaatlerinden başka düşündükleri yoktu. Kendi kendime şu kararı verdim: Münasip bir zaman ve fırsatta İstanbul'dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek!

"İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı vakti gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi, herhangi temaslara devam ettim….” (s. 128-129.)

*

Gerçekte, ortada tevazuyla çalışma yoktu.. Gurur, kibir ve enaniyetle ihtilal komitesi (terör örgütü) oluşturma hadsizliği, çılgın planlar yapma sorumsuzluğu vardı.

Kendini silme yoktu, ne yapıp edip, gerekirse Padişah’ı da öldürüp hükümette bakan olma ihtirası vardı.

Karşısındakine samimiyetle ilham verme yoktu, “içinde çok dikkatle sır saklama”, olduğundan farklı görünme, karar vermemiş gibi davranma vardı.

Selanikli herkese başka türlü konuşuyor, “binbir surat” gibi herkesin karşısına bir başka yüzle çıkıyordu:

“Temas ettiklerim arasında eski İttihatçılardan [İttihat ve Terakki Partisi’nden], yahut, İtilafçılardan [Hürriyet ve İtilaf Fırkası/Partisi mensuplarından], işgal kuvvetleri ile beraber çalışanlardan birçok kimse vardı. Her biri ile büsbütün başka türlü görüşüyordum.” (Falih Rıfkı, a.g.e., s. 127.)

*

Evet, İngilizler, önlerine geleni tutuklayıp Malta’ya sürerken, “içinde çok dikkatle sakladığı sırlar” bulunan Selanikli’nin “basit bir tertip”le Anadolu’ya geçmesini sağladılar.

İçinde, “çok dikkatle saklanması gereken” sırlar vardı.

Çok dikkatle saklanması gereken sırlar..


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...