UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 37
Bir
önceki bölümde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün Birici Dünya Savaşı’nı izleyen
mütareke (ateşkes) döneminde İstanbul’da yaşadığı mucizevî dönüşüm
ve değişimi görmüştük.
13
Kasım 1918 – 16 Mayıs 1919 tarihleri arasında İstanbul’da geçirdiği altı aylık
sürenin ilk aylarında harbiye nazırı (savunma bakanı) olmak
için her yolu deniyor.
Padişah
Vahideddin’i de devreye sokarak hükümeti devirmek istiyor, bundan netice
alamayınca darbe planları yapıyor.
Falih
Rıfkı Atay’a söylediğine göre, bu amaçla ihtilal komitesi/çetesi (terör
örgütü) kurmaya kalkışıyor.. Kafasından Sultan Vahideddin’i
öldürme bile geçiyor.
Yine Selanikli, (Rauf Orbay’ın yazdığına göre) İttihat ve Terakki’nin komitacı siyasetçilerinden Kara Kemal ile, (Sadrazam/Başbakan Tevfik Paşa’yı kaçırmak suretiyle) hükümet darbesi yapmayı planlıyor.
(Ancak bu hamlesi İsmail Canbulat’ın kızmasına neden oluyor ve böylece Selanikli’nin “hayal”indeki çete şişesi sert zemine düşüp paramparça oluyor, hayalleri yıkılıyor..
Fakat zamanı gelince
İzmir Suikasti parodisini bahane ederek Canbulat’ı astıracak, Rauf
Orbay’ı da 10 yıl hapse mahkum ettirip bütün mal ve mülküne el koyduracak,
böylece eski arkadaşlarıyla olan hesabını kapatacaktır.)
*
Sonrası
ilginç..
Nasıl
oluyorsa komitacı (çeteci, terörist) Kemal bütün siyasî
hırslarını ve çılgın planlarını ansızın bir tarafa bırakmaya
karar veriyor, akıllanıp uslanıyor, ve sözde “hiçbir sıfat (makam, mevki, unvan) ve salahiyet (yetki)
sahibi olmaksızın Anadolu'ya geçmek ve orada milleti uyandırarak
kurtulma çarelerini aramak” istiyor.
Ve,
“ne yaptığını bilen” bir adam olarak, Saray’ın ve Hükümet’in kulağına gitsin,
böyle düşündüğü zannedilsin diye (algı operasyonu babından) dönemin
Harbiye Nezareti (Savunma Bakanlığı) Müsteşarı İsmet İnönü’ye öyle
bir niyet taşıdığını söylüyor.
Gerçekte, Falih
Rıfkı’nın beyanına göre İttihatçılar’ın “fırsatçı” olarak bildikleri
Selanikli, “netice” görmeyince harekete geçmeyen bir “işbilir”
hesap uzmanı.
Sözde
Anadolu’ya etkisiz ve yetkisiz Sarı Çizmeli Mustafa Ağa olarak gidecek ve orada
çareler arayacakmış..
Halbuki,
Anadolu’ya geçtikten sonra kongre için bulunduğu Erzurum'dan anasına yazdığı
ve Salih Bozok vasıtasıyla gönderdiği mektupta, Anadolu’ya
gidişi için “Pekala bilirsiniz ki
ben yaptığımı bilirim. Netice görmeseydim başlamazdım” demiş bulunuyor.
(Bkz.
https://whoisataturk.com/g/icerik/Zubeyde-Hanim-a-Yazdigi-Mektup-081919/816)
Yani
“Mevzubahis olan vatansa, netice görmem teferruattır, ya istiklal ya ölüm!”
diye düşünmüyor.
“Mevzubahis
olan netice ise, vatan da teferruattır” modunda..
*
Fakat
adamımız neticeden emin..
O
yüzden hiç tereddüt etmeden işe “başlamış”..
Ne
yaptığını gayet iyi biliyor.. O sırada onun ne yaptığını, ve ne yapmayı planladığını
bilmeyen, millet..
Ve
Kâzım Karabekir başta olmak üzere ona yardımcı olan vatansever zevat..
(Mazhar
Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit gibi hempalarına “gizli gündem”ini ucundan
kıyısından koklatıyorsa da, bunlar, söylediklerini “Paşa’nın olmayacak
hayalleri” olarak görüyor, ciddiye almıyorlar.. Arkasındaki devasa İngiliz
desteğinden haberleri yok.)
Evet,
“ne yaptığını bilen” Selanikli “netice”den emin olarak işe başlamış, bu arada
bütün sıfatları (Padişah yaveri olarak müfettişlik etiketli
Anadolu genel valiliğini) ve salahiyetleri (Anadolu’daki bütün
vali, kaymakam ve subayları görevden alma, tayin etme, yerlerine atama yapma
yetkisini) cebine doldurmayı da ihmal etmemiş.
Ne
yaptığını biliyor, neticeyi garanti görüyor.
Netice
görmese işe başlamayacak, “Vatanın milletin canı cehenneme!” türünden bir tavır
sergileyecek.
Fakat
neticeden emin.
Çünkü,
Osmanlı’yı mağlup eden ve gelip İstanbul’a çöreklenen İngilizler’le (İngiliz
gizli servisinin / istihbarat teşkilatının İstanbul şefi Frew vasıtasıyla)
anlaşmış, işgalcilerin desteğini arkasına almış durumda..
Bu
gerçeği İsmet İnönü, 1973 yılında Cumhuriyet’in 50’nci yıldönümü
münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecinde şu
şekilde ifade edecektir:
"İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin
buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle
mümkün olmuştur.”
(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim
1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam
Kitap, 2018, s. 60.)
*
Daha
önce de söylediğimiz gibi, konuyu Selanikli Mustafa Atatürk’ün kendi sözlerini
temel alarak tartışıyor, ilk söz hakkını ona tanıyoruz.
Laflarını
aktaran kişi, has adamı Falih Rıfkı Atay..
Falih
Rıfkı’ya açıklamalarda bulunan Selanikli, İsmet İnönü’yle olan (bir önceki
bölümde konu edindiğimiz) görüşmesini aktardıktan sonra biraz duraklamış,
düşünmüş, ve sonra mütareke (ateşkes) dönemindeki hatt-ı hareketine dair yeni
yalanlar söylemiş.
Okuyalım:
“Biraz durarak ilave etti:
(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19
Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul: Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve
Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 130-131.)
Evet,
Selanikli kendisine şöyle bir soru yöneltilebileceğinden çekiniyor (Aslında
boşuna çekiniyor, aklını kullanıp “tam Şeriatçı” olanlarının oranının
yüzde 10’u bile bulmadığı bu Aziz Nesin’lik safderun ve düşünmeyi
sevmeyen milletten çekinmeye gerek yok):
“Madem
sıfat ve salahiyet umurunda olmadan vatana hizmeti düşünüyordun, niye Adana’dan
direkt Anadolu içlerine gitmedin de İstanbul’a kapağı attın, İngiliz
subaylarının karargâhı Pera Palas’a postu serdin?.. Niye hükümette koltuk kapıp
bakan olmak, elindeki Padişah yaverliği ve paşalık yetmiyormuş gibi yeni sıfat
ve salahiyet edinmek için komite (illegal çete, terör örgütü) kurdun?..
Niye darbe ve ihtilal planları yaptın?”
*
Sözünü
“ettiği ağır ve kati karar” şu: “Anadolu'ya geçmek ve orada
milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak”.
Yalan
söylüyor.
Başta
aklında böyle birşey yok..
“Bu
dakikada siz de düşünürsünüz ki verilmiş bir kararım varken onu niçin
hemen tatbik etmiyorum?” diyerek masal anlatmaya başlıyor.. “Tamam,
yapmadım, ama hele bir sor, niye yapmadım!”
Şunun
için yapmadı: Aslında verilmiş bir kararı yoktu, o kararı ona sonradan
İngilizler aldırdı.
Başlangıçta
aklında ne Anadolu’ya gitme (Anadolu’da kalma) var, ne vatanı kurtarma..
Suriye’den Padişah’a telgraf çekip İngilizler’le “behemahal barış”
yapılmasını isteyen o.
Mütarekenin
ardından aklından geçen, (“kafaya almış” olduğu yeni padişah Vahideddin’in
torpiliyle) İstanbul hükümetinde savunma bakanlığı koltuğunu kapmak,
etkisi altındaki arkadaşlarını da diğer bakanlık koltuklarına oturtarak ülke
siyasetinde belirleyici konuma gelmek.
Bir
taraftan da (İngiliz gazeteci Ward Price vasıtasıyla temas
kurduğu) İngilizler’le anlaşmak ve onların barış dönemi senaryolarında
rol kapmak istiyor.
Hükümette
koltuk kapma planları gerçekleşmiyor.. Fakat İngilizler’le anlaşmayı
başarıyor..
*
İngiltere
Dışişleri Bakanı kurt politikacı Lord Curzon’un kafasındaki plan,
(önceki bölümlerde anlattığımız gibi) Türk devletinin İslam dünyasının
gözünden düşürülmesi..
Bunun
için yapılması gerekenler, birincisi Mekke ve Medine üzerindeki
hakimiyetinin sona erdirilmesi (Ki bunu Şerif Hüseyin’le anlaşarak
başarmış durumdalardı), ikincisi devletin başkentinin Anadolu’ya
taşınması, üçüncüsü de hilafet kurumunun apolitik (siyaset
dışı ve sembolik) hale getirilmesiydi..
İstanbul
başkent olarak kalmamalmıydı, çünkü İstanbul, devlete imparatorluk
heybet ve havası veriyordu..
Türk
devleti eski çağların Lidya ve Frigya’sı gibi Anadolu merkezli bir dermeçatma
gecekondu devlet görünümünde olmalıydı.
Asıl
mesele ise Türkler’in elinde olan hilafet kurumunun
itibarsızlaştırılması ve etkisizleştirilmesi, Türkler’in bu kurumu İslam
dünyası üzerindeki nüfuzlarını pekiştirmek ve devam ettirmek için
kullanamamasıydı..
Bunun
için de istenen, hilafetin ulusal ve uluslararası siyasete karışmayan,
apolitik, sembolik nitelikte, kolu kanadı kırılmış, tüyü yolunmuş bir
kuruma dönüştürülmesiydi.
*
Uğur
Mumcu’nun Kâzım
Karabekir’den yaptığı iktibasları aktarırken belirttiğimiz gibi, Selanikli,
daha önce arkadaşlarıyla yaptığı anlaşmaya aykırı olarak bir katakulli ile
Osmanlı hanedanının elinden saltanatla beraber hilafeti de almak istemiş, Doğu
Cephesi Komutanı Kâzım Karabekir ile Başbakan Rauf Orbay’ın tepki
göstermesi, TBMM’nin de protesto etmesi sonucunda bu plan başarısızlıkla
sonuçlanmıştı.
Böylece Abdülmecid etkisiz
ve yetkisiz, naylon bir halife olarak atanmıştı..
Ancak,
bu yeterli değildi, hilafet kurumu tümden etkisizleştirilmeli, özellikle de
Osmanlı hanedanının elinden alınmalıydı..
Çünkü
ilerleyen yıllarda halife olan bir Osmanlı, aynı zamanda siyasî güce de
kavuşabilir, hilafet kurumu tekrar eski azametine sahip olabilirdi.
Bulunduğu
konum itibariyle devlet sırlarını bilme durumunda olan Turgut Özal,
Lozan’da, “hilafetin beş yıl içinde ilgası” sözünün verildiğini açıklamıştı..
Lozan, Selanikli’nin
İstanbul’da İngilizler’le yaptığı gizli anlaşmanın aleniyete
dökülüşüne, resmiyet kazanmasına sahne oldu..
Gizli
İngiliz-Selanikli anlaşması, (ufak tefek rötuşlarla) açık ve aşikâr İngiliz-Türk
anlaşmasına dönüştü..
Devletler
arası anlaşma halini aldı.
*
Selanikli’deki
potansiyeli ve yeteneği fark eden İngiliz Hariciyesi (Dışişleri Bakanlığı) ve
istihbaratı (gizli servisi), ona, Anadolu’ya geçip yeni bir meclis toplamak
suretiyle millete dayanma iddiasıyla ortaya çıkmasını ve yeni
bir devlet kurmasını, böylece Osmanlı Devleti’nin altındaki halıyı
çekerek onun yıkılmasını sağlamasını teklif ettiler..
Ve
Selanikli bunu memnuniyetle kabul etti.
İşte,
Selanikli’nin Erzurum Kongresi gecelerinden birinde
hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e
(kendisine göre gerçekleşmesi kuşkusuz olan) zaferden sonra cumhuriyet ilan
edileceğini, Osmanlı saltanatına son verileceğini büyük bir özgüvenle müjdelemiş
olmasının nedeni, İngilizler’in ona vermiş olduğu garantiydi..
Yunan’ı
durdurma garantisi de vermişlerdi.
Ancak
Yunanistan’da Alman yanlısı Kral Konstantin’in başa geçmesi
planları bozdu, bu yüzden Selanikli Yunan ordusu ile çarpışmak zorunda
kaldı..
Yoksa
(başlangıçtaki İngiliz-Selanikli anlaşmasına göre) sadece TBMM’yi kurması ve
kendisine biat etmeyip Osmanlı Devleti’ne bağlı kalanları Hıyanet-i Vataniye
Kanunu ile asıp kesmesi, Anadolu'da kişisel otoritesini kurması, İngilizler
ile müttefikleri tarafından yeni bir devlet kurmuş adam olarak
"tanınması" için yeterli olacaktı.
*
Selanikli,
İngilizler’le başka hususlarda da anlaşmıştı: Türkiye, Batı uygarlığı
ve çağdaşlığını ithal edecek, tesettür kaldırılacak, Latin
harfleri alınacak, sarık yasaklanarak şapka halka
dayatılacaktı.
Selanikli’ye,
Osmanlı Devleti ile bir barış antlaşması yapılmayacağı, ipe un serilip barış
görüşmelerinin çıkmaza sokulacağı (Ki Amerikan mandası tartışmalarıyla bu
gerçekleştirildi), nihaî anlaşmanın kendisiyle yapılacağı garantisi
verilmişti.
Nitekim,
tam da Selanikli’nin Ankara’ya adım attığı 27 Aralık 1919 günü Erzurum’da
(Selanikli’yi himaye etmekte olan) Kâzım Karabekir’i ziyaret eden (Lord
Curzon’un yeğeni) Yarbay Rawlinson, İngiliz Dışişleri Bakanlığı
adına Karabekir’e, İngiltere’nin, barış masasında muhatap olarak (o sırada
durumu iç güveysi Sarı Çizmeli Mustafa Ağa’dan hallice olan) Selanikli’yi ya da
onu temsil eden birini görmek istediğini tebliğ etmiş bulunuyordu.
İngiliz,
önceden anlaşmadığı ve ne yapacağını bilmediği “sapı silik”, elinde fiilen bir
güç bulunmayan bir adamı böyle taltif etmez.
*
Selanikli’nin
laflarına dönelim..
Görüldüğü
gibi, şöyle diyor:
"- Bu dakikada siz de düşünürsünüz ki verilmiş bir
kararım varken onu niçin hemen tatbik etmiyorum? Ben de hemen
söyleyeyim ki ağır ve kati bir kararın doğruluğuna inanmak için vaziyeti
her köşesinden mütalâa etmek lazımdır. Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeye
başlandıktan sonra: ‘Keşke şu tarafını bu tarafını da düşünseydim. Belki bir
çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan dökmeye, bunca can
yakmaya ihtiyaç kalmazdı’ gibi tereddütlere yer kalmamalıdır.”
Lafa
bakın, hem karar vermişmiş, hem de kararın doğruluğuna henüz inanmamışmış.
Karar
vermişsen, doğruluğuna inanmışsındır, doğruluğuna inanmamışsan, yani “vaziyeti
her köşesinden mütalaa etmek lazımgeldiğini” düşünüyorsan, o zaman
da henüz karar vermemişsin demektir.
Lafının
devamı, aslında karar vermediğini, başka “bir çıkar yol” aradığını
gösteriyor:
“Ağır ve kati bir karar tatbik edilmeye
başlandıktan sonra: ‘Keşke şu tarafını bu tarafını da düşünseydim.
Belki bir çıkar yol bulurduk, yeniden bunca kan
dökmeye, bunca can yakmaya ihtiyaç kalmazdı’ gibi
tereddütlere yer kalmamalıdır.”
Evet,
aslında “bir çıkar yol” arıyor, ve bu çıkar yol, ülkenin selameti ve
istiklali ile igili çıkar yol değil, kendi kişisel istikbaliyle ilgili yol.
İddia
ettiği gibi, memleket için “bir çıkar yol” aradığını, “Kendi derdi gönlümün billah gelmez yâdına” diye düşündüğünü kabul
edelim.. Aradığı yol, dediğine göre, “kan dökmeye, can yakmaya ihtiyaç
bırakmayan” bir yol..
Böyle
bir yol var: Düşmanla anlaşır, istediği tavizleri verirsin, ne kan dökülür ne
de can yakılır.
*
Ancak,
Selanikli kan dökmeme ve can yakmama hassasiyetine, iç politikada
sahip değildi..
Harbiye
nazırı (savunma bakanı) olabilmek, arkadaşlarına da hükümette koltuk
bağışlayabilmek için ihtilal komitesi (terör örgütü) kurmayı
düşünebiliyor, Kara Kemal’le Sadrazam Tevfik Paşa’yı kaçırma
planları yapabiliyor, gerekirse Padişah Vahideddin’i öldürmeyi bile
aklından geçirebiliyor..
“Kan
dökmeye, can yakmaya ihtiyaç bırakmayan yol arayalım”
demiyor.
Evet,
Selanikli aslında İngilizler’le “kan dökülmesini, can yakılmasını”
gerektirmeyen bir anlaşma yapmıştı..
Bu,
büyük ölçüde de gerçekleşti.. Selanikli İtalyanlar’la savaşmak
zorunda kalmadı.. Kendiliklerinden çekip gittiler..
Fransızlar’la da savaşmasına
gerek kalmadı.. Maraş, Urfa ve Antep’te
Fransızlar’la millet kendisi savaştı.. Ardından Selanikli ile Fransızlar, Misak-ı
Millî’yi ayaklar altına alıp çiğneyerek Ankara Antlaşması’nı imzaladılar.
Şayet
millet Fransızlar’ı Maraş, Urfa ve Antep’ten kovmamış olsaydı, Selanikli
Misak-ı Millî sınırları içindeki Halep’i Fransızlar’a bağışladığı
gibi, bu şehirleri de onlara bırakabilirdi. (Kemalistler’e göre Ankara
Antlaşması büyük bir zafer, çünkü böylece TBMM Hükümeti Fransızlar
tarafından “resmen tanınmış” oluyordu.. “Resmen tanınma” zaferi için
Urfa ve Antep de feda edilebilirdi.)
Doğal
olarak Selanikli İngilizler’le de savaşmadı.. Öyle anlaşmışlardı.
Bir
tek Yunan sorun çıkardı.
Alman
yanlısı Kral Konstantin Yunanistan’da tahta oturunca Venizelos’un
İngilizler’e vermiş olduğu sözleri tutmadı, Ege’deki “Milne Hattı”nı
çiğneyip geçti, Ankara’ya doğru yürüdü, böylece kan dökülmesine ve can
yakılmasına sebep oldu.
*
Selanikli
sözlerini şöyle sürdürüyor:
“Bundan başka, beraber çalışacak olanlar, yapılandan
başka bir şey yapılmak ihtimali kalmadığına inanmalı idiler. İşte
benim mütareke sırasında dört beş ay İstanbul'da kalışım, sırf
bunun içindir.”
Gerçekten
de İngilizler, Osmanlı bürokrasisinin, siyasetçilerinin, subaylarının
ve aydınlarının “Selanikli tarafından yapılandan başka bir şey
yapılmak ihtimali kalmadığına” inanmaları için ellerinden
gelen herşeyi yaptılar.
Ocak
1919 sonlarından itibaren (Ki artık Selanikli ile anlaşmış durumdaydılar)
Osmanlı’nın dişli budaklı adamlarını tutuklayıp Malta’ya sürmeye başladılar.
(İsmail Canbulat, Kara Kemal, Fethi Okyar ve Rauf
Orbay da bu sürgünler arasındaydı.. Bunların sürülmeleri,
Selanikli’nin çılgın darbe planlarının ve Minber gazetesinde
sergilediği İngiliz yağcılığının Malta’ya sürgün edilip unutturulması anlamına
geliyordu.)
Tabiî
Selanikli’ye dokunulmadı..
Bu,
başlangıçta Selanikli’nin alternatifsiz kalmasına,
“rekabetsiz” ortamda ümitlerin bağlandığı odak haline gelmesine hizmet
etti..
Daha
sonraki süreçte ise, bu mahkum ve sürgünlerin (görünüşte "Selanikli’nin
itiraz ve protestoları, resti sayesinde serbest bırakılmış"
kişiler olarak) onun karşısında minnettar, borçlu, ezik ve boynu eğik kalmaları
sağlandı.
Fil
terbiyesi yöntemi.. Siyah elbiseliler döver, beyaz elbiseliler kurtarır.
*
Kara
listeler, Selanikli’nin İstanbul’a gelişinden iki ay dört gün sonra, 17 Ocak
1919’da gündeme geldi..
Tutuklamalar
ise 30 Ocak’ta 27 kişi ile başladı:
“İstanbul’daki işgalci İngiliz makamları, 25 Ocak-20 Nisan 1919
günleri arasındaki üç aylık dönemde yakalanmaları için 223 kişinin adını resmen
İstanbul Hükümetlerine vermişlerdir. 23 Ocak-14 Mart 1919 arasında 100 kişi, 15
Mart-7 Nisan 1919 arasında 61 kişi, 8-9 Nisan 1919’da 18 kişi, 10-20 Nisan 1919
arasında 44 kişinin tutuklanması istenmiştir.”
(Mehmet Akif Bal, “İşgalcilerin Milli Mücadele’yi Kadrosuz
Bırakma Çabası: Malta Sürgünleri”, Türk Dünyası Araştırmaları,
C. 132, S. 261, Kasım-Aralık 2022, s. 339.)
Tutuklama
ve sürgün uygulaması daha sonra da devam etti:
“… İstanbul’dan gönderilen üst düzey sürgün sayısı … Mart
1919’dan Kasım 1920’ye kadar 144 kişiye ulaşmıştır.” (A.g.m.,
s. 352.)
Bu
süreçte Selanikli’ye dokunulmadığı gibi, İngilizler’in Doğu Karadeniz’deki bir
“tertib”inin sonucu olarak olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya geçmesi “İngiliz
vizesi”yle sağlanmıştır..
Lord
Curzon’un yeğeni Yarbay Rawlinson’un Karabekir’e,
İngiltere adına, barış masasında karşılarında muhatap olarak Selanikli’yi
görmek istediklerini tebliğ etmiş olması sebepsiz değildir.
*
Evet İngilizler, Osmanlı bürokrasisinin “Selanikli tarafından yapılandan başka bir şey
yapılmak ihtimali kalmadığına” inanmaları için akla
gelebilecek herşeyi yaptılar.
Mesela,
TBMM’nin kurulmasının arefesinde İstanbul’daki Meclis-i Mebusan’ı
(milletvekilleri meclisini) kapatıp dağıtarak, bazı mebusları
(milletvekillerini) tutuklayarak, TBMM için araziyi hazırladılar, onu rakipsiz
ve alternatifsiz hale getirdiler.
Meclis-i
Mebusan’ın tutuklanmayan üyelerinin önemli bir bölümünün “doğal üye”
olarak TBMM’ye katılmaları, bu yeni meclisin hem Osmanlı bürokrasisi
hem de millet nezdinde itibar kazanmasını, meşru görülmesini sağladı.
İngilizler, “Selanikli
tarafından yapılandan başka bir şey yapılmak ihtimali
kalmadığına” inanılması için ayrıca Harbiye
Nezareti’ni (Savunma Bakanlığı’nı) ve Osmanlı Genelkurmay’ını da
bastılar ve kapattılar.. Osmanlı Devleti’nin kurumları felç edildi.
Böylece,
Anadolu’daki bütün ordu mensupları (rütbesiz erinden paşasına
kadar) yönünü Ankara’ya çevirmek, ondan gelecek emirleri beklemek durumunda
kaldılar.
Aynı
durum vali ve kaymakamlar için de varitti.
İngilizler,
Osmanlı bürokrasisine ve Anadolu halkına, “Selanikli tarafından yapılandan başka
birşey yapılmak ihtimali kalmadığına” inanma dışında bir seçenek
bırakmadılar.
*
Selanikli
şunu da diyor:
“Bu geçirdiğim zamanın bir kısmını da hazırlıklara ayırdım.
Tahmin edersiniz ki fikir hazırlıkları, seferberlikte asker
toplamak için davul zurna ile temin edilemez. Fikir hazırlıklarında tevazuyla
çalışmak, kendini silmek, karşısındakine samimi bir ilham etmek lazımdır."
Hazırlık
dediği, laflarına bakılırsa, fikrî hazırlık..
“Karşısındakine
samimiyetle ilhamda bulunma”dan söz ediyor.
Fakat
laflarının bütününe bakılırsa ortada samimiyetle ilhamda bulunma değil, samimiyetsizce sır
saklama var.
Nitekim,
Falih Rıfkı’nın (yukarıda alıntı yapmış olduğumuz) kitabının önceki
sayfalarında yer alan şu ifadeleri, bu yazı dizisinin önceki bölümlerinde
aktarmıştık:
“Günler geldi, geçti. Mustafa Kemal ve bazı arkadaşları şu
kanaate vardılar ki Vahdettin'i öldürmekten, hükümeti düşürmekten esaslı
bir netice almaya imkân yoktu. Nihayet [kendilerinin belirleyecekleri] yeni
hükümdar ve yeni hükümet de düşman süngüleri karşısında bulunmak
vaziyetinden kurtulmuş olmayacaklardı [Selanikli’nin ifadesiyle]:
“- Bununla beraber bu temaslarımda devam ediyordum. İçlerinden
bir kısmında saf bir vatanperverlik hissinin coşkunluğundan başka, ne fikir, ne
de tedbir kabiliyeti vardı. Bir kısmının hâlâ hasis (bayağı, adi)
politikacılık menfaatlerinden başka düşündükleri yoktu. Kendi
kendime şu kararı verdim: Münasip bir zaman ve fırsatta İstanbul'dan
kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içine girmek, bir
müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine
felaketi haber vermek!
"İçimde çok dikkatle gizlediğim bu sırrı vakti
gelmedikçe kimseye söylemedim. Böyle bir karar vermemişim gibi,
herhangi temaslara devam ettim….” (s. 128-129.)
*
Gerçekte,
ortada tevazuyla çalışma yoktu.. Gurur, kibir ve
enaniyetle ihtilal komitesi (terör örgütü) oluşturma
hadsizliği, çılgın planlar yapma sorumsuzluğu vardı.
Kendini
silme yoktu,
ne yapıp edip, gerekirse Padişah’ı da öldürüp hükümette bakan olma
ihtirası vardı.
Karşısındakine
samimiyetle ilham verme yoktu, “içinde çok dikkatle sır
saklama”, olduğundan farklı görünme, karar vermemiş gibi davranma vardı.
Selanikli
herkese başka türlü konuşuyor, “binbir surat” gibi herkesin karşısına bir başka
yüzle çıkıyordu:
“Temas ettiklerim arasında eski İttihatçılardan
[İttihat ve Terakki Partisi’nden], yahut, İtilafçılardan [Hürriyet ve İtilaf
Fırkası/Partisi mensuplarından], işgal kuvvetleri ile beraber
çalışanlardan birçok kimse vardı. Her biri ile büsbütün başka
türlü görüşüyordum.” (Falih Rıfkı, a.g.e., s. 127.)
*
Evet,
İngilizler, önlerine geleni tutuklayıp Malta’ya sürerken, “içinde çok
dikkatle sakladığı sırlar” bulunan Selanikli’nin “basit bir tertip”le
Anadolu’ya geçmesini sağladılar.
İçinde,
“çok dikkatle saklanması gereken” sırlar vardı.
Çok
dikkatle saklanması gereken sırlar..
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder