HANGİSİ: ATATÜRK'ÜN HAİNLİĞİ, YA DA KÖRLÜĞÜ

 









UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 75

 

Falih Rıfkı Atay’ın, Selanikli deccal (çok yalancı) Mustafa Atatürk’ün Samsun’a çıkışını konu edinen M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs adlı kitabını okuyorduk.

Selanikli anlatmış, bu da kâğıda aktarmış.

Tahmin edilebileceği gibi, olayı çarpıtarak, bazı gerçekleri gizleyerek, bazılarını da değiştirerek anlatıyor.

Mesela, İstanbul’dan ayrılışından önce Padişah Vahideddin’in huzurunda ettiği yeminden hiç söz etmiyor.

Dönemin Bahriye Nazırı (Denizcilik ve Deniz Kuvvetleri Bakanı) Avni Paşa’nın hatıratında (Vahdeddin'in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor: Milli Mücadele ve Sürgün Yılları, haz.: Osman Öndeş, İstanbul: Timaş Y., 2012) bu yemin seremonisi şu şekilde anlatılıyor:

Olayın önemine binaen Padişah askerî üniformasını giymiştir ve ayakta durmaktadır. Sadrazam (başbakan) Damat Ferid ile Bahriye Nazırı yaver Avni Paşa da iki yanında, birer adım gerisinde yerlerini almışlardır. Selanikli Atatürk bu üçlünün karşısında askerî duruşuna dinî bir eda katarak ilerler ve sağ elini Kur’an-ı Kerim’in üzerine basarak şu yemini eder (sadeleştirilmiş hali):

“Bakanlar Kurulu’nca düzenlenip Padişah’ın iradesine sunulan 21 maddelik özel talimatta bana verilen yetkiler doğrultusunda Padişahımızın Anadolu illerindeki bütün mülki ve askeri memurlar üzerinde icrasına görevlendirildiğim denetleme ve soruşturmaları, Halife hazretlerinin yüksek rızası çerçevesinde iftihar kaynağım ve kölece övüncüm olan tam bir sadakatla elimden geldiği kadar yapacağıma vallahi billahi.”

(http://www.mustafaarmagan.com.tr/genel/tarihe-isik-tutan-avni-pasanin-hatirati-cikti/)

Selanikli sahtekâr, işine gelmediği için bu yeminden söz etmiyor.. Masal anlatıyor.

*

Doğal olarak, Avni Paşa’nın hatıratı Selanikli’nin Türkiye’ye getirdiği “hürriyet” ortamında yayınlanabilmiş değil..  

Zaten Selanikli, Avni Paşa’yı 150’likler listesine dahil ederek vatandan deport etmiş, sürgüne göndermiş bulunuyor.. Malına mülküne el koyarak.

Hatıratının yayınlanabilmesi için Selanikli sahtekârın ölümünün üzerinden 74 yıl geçmesi gerekiyordu.

Bununla birlikte, “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür” bir Türkiye için biraz daha beklememiz gerektiği anlaşılıyor. Çünkü hatırattaki bazı ifadeler parantez içi üç nokta ile sansürlenmiş.

Avni Paşa’nın Selanikli hakkında dikkat çektiği hususlardan birisi, Padişah Vahideddin’e dalkavukluk yaparak itimadını kazanmış olması..

Öyle ki, Filistin’e padişah yaveri üniformasıyla 7. Ordu komutanı olarak gönderildiğinde, onuruna Şam civarındaki Başmenzil karargâhında bir yemek veriliyor. Burada yaptığı konuşmada Padişah’ı övüyor ve yüksek hoşgörüsünden onur duyduğunu dile getiriyor.

Ona göre Padışah “feraset ve zekâ” sahibidir, olayları çok yerinde değerlendirmektedir ve “tek taraflı barış yaparak ülkeyi savaştan çıkarmaya” çalışmaktadır.

Zaten kendisi de oraya “Padişah’ın bu hedefini gerçekleştirmek üzere” gelmiştir.

Dediği bu.

*

Padişah Vahideddin adına konuşuyor..

Nerden geliyor bu samimiyet? Padişah’ın ne düşündüğünü sen nerden biliyorsun?

Bu soruya cevap vermek için biraz geriye gitmek gerekiyor.

Selanikli Atatürk’ün bu, 7. Ordu komutanlığına ikinci atanışı.. İlk atama, 5 Temmuz 1917’de yapılmış. Fakat vatandaşın görevinin başına gitmek için İstanbul’dan ayrılış tarihi 8 Ağustos.. Bir ay üç gün beklemiş.. Orada iki ay bile kalmadan 4 Ekim’de istifa edip tekrar İstanbul’a dönmüş.

Yaklaşık iki ay sonra onu, veliaht (geleceğin padişahı) Vahideddin’in yanı başında görüyoruz. Onun 15 Aralık 1917 – 5 Ocak 1918 tarihleri arasında yaptığı Berlin seyahatinde beraberindedir. 

Selanikli’nin yıldızı parlamaya başlamıştır.

Selanikli, Avrupa’yı sevmiştir. İstanbul’a döndükten dört buçuk ay kadar sonra, 25 Mayıs’ta, böbrek rahatsızlığının tedavisi için Viyana ve Karlsbad’a gidiyor.

Beni Türk hekimlerine emanet edin” demiyor. “İlla da gâvur hekimleri” diyor.

*

Karlsbad’dan bahsedip de Selanikli’nin “manevî kızları”ndan Afet İnan’ın, bu konuyla ilgili kitabına değinmemek olmaz. (Zampara vatandaş, “kızlar” söz konusu olunca “materyalizm” ve “pozitivizm”ini unutturmak için “maneviyat” zımparasıyla arz-ı endam etmeyi unutmuyor. Toprağı bol olsun, çok uyanık adamdı çook.)

Kitap, Türk Tarih Kurumu tarafından yayınlanmış bulunuyor: M. Kemal Atatürk’ün Karlsbad Hatıraları, Ankara, 1983.

Afet İnan, kitabı kafasından yazmış değil.. Selanikli’nin günlüklerinden aktarmış.. Ancak, baş tarafa kendisinin bazı değerlendirmelerini eklemiş durumda:

“Ben bu kitabı hazırlarken baş tarafına iki konuyu da yazmayı gerekli buldum. 1881'den 1918'e kadar Mustafa Kemal Atatürk'ün meslek ve fikir hayatı ve diğer hatıra defterlerinden kısa bilgiler, asıl el yazısı ile defterden ise bir derleme yaptım. Çünkü Atatürk bu defterleri bana verirken öyle bir telkinde bulunmuştu. Yani daha çok kamuoyunu ilgilendiren ve faydalı olacak konular üzerinde durmamı istemiştir.”

*

Yazdıklarından şunu anlıyoruz: Selanikli, Hicaz (Mekke ve Medine), Suriye, Filistin ve Irak’ın savaşsız olarak İngilizler’e hediye edilmesini istemektedir.

Öyle ya, bizim orada ne işimiz var?.. Orada ancak İngilizler ile Fransızlar’ın işi olabilir.

Afet İnan, kitabında şunu diyor:

“Bu esnada diğer bir cephe olan güneyde ''Hicaz Kuvve-i Seferiyesi'' adı ile teşkil edilmek istenilen kuvvetin kumandanlığına, Mustafa Kemal Paşa tayin edilmiş (1917). Kendisi bu emri alınca Başkumandan Vekili Enver Paşa'nın da bulunduğu Şam'a gitmiştir. Burada, Hicaz ve Suriye'nin askeri durumunu, özellikle cephelerdeki genel durumun tehlikeli olduğu ve bunun için esaslı tedbirler alınması gerektiğini delilleriyle anlatmıştır. Önerdiği esaslar şöyle idi: ''Derhal Hicaz'ın boşaltılması ve toplanabilecek kuvvetlerle Suriye Cephesi'nin kuvvetlendirilmesi''. Bunu delilleriyle oradaki heyete anlattığı için, kabul edilmiş ve böylece kendisine verilmek istenen vazifeye de gerek olmadığı anlaşılmıştır.”

Aslında Suriye cephesi de adamın umurunda değil, fakat Hicaz’ın (Arabistan’ın) İngilizler’e altın tepsi içinde hediye edilmesini makul göstermek için suret-i haktan gelme numarası yapıyor.

Böylece, Osmanlı Genelkurmayı’nın savaşma kararlılığını tahrip ediyor, cepheyi içerden çökertiyor. Su katılmamış gerçek bir hain.

*

Osmanlı Devleti'nin geleceğiyle ilgili planları, eski Hindistan Valisi Lord Curzon yapıyordu. O, Türkler'in İslam dünyasındaki itibarının ortadan kaldırılması gerektiğini düşünüyordu ve bunun için, önceki bölümlerde genişçe anlattığımız gibi, şu üç şeyi gerekli görüyordu:

Birincisi, kutsal beldeler Mekke ile Medine Türkler'in elinden alınmalıydı.

İkincisi, Türkler'in halifelik makamını ellerinde tutmalarına son verilmeliydi. (Bu durum, laiklik [siyasal dinsizlik] ilkesi ile sağlam kazığa bağlandı.)

Üçüncüsü, Türkler'e yeni bir devlet kurdurulmalı ve böylece (eşsiz bir marka değeri bulunan) imparatorluk geçmişleri unutturulmalıydı. Bu hedef doğrultusunda İstanbul'un başkentliğine son verilmeli, yeni devletin başkenti Anadolu'daki bir şehir olmalıydı. 

Çünkü İstanbul'un başkent olması, Bizans ve Osmanlı İmparatorluklarının payitahtı olması itibariyle yeni devlete de imparatorluk "havası" verme istidadına sahipti. Merkezi Anadolu'daki bir şehir olan yeni devletin ise, Afrika'daki köksüz, tarihsiz ve medeniyetsiz muz cumhuriyetlerinden hiçbir farkı olmayacaktı. Ortaya Lidya, Frigya filan gibi (devletler şampiyonasının ikinci ya da üçüncü liginde oynayan) "iddiasız" bir devlet çıkacaktı.

Bu üç şartın gerçekleşmesi, Türkler'in genel olarak dünyadaki, özel olarak da İslam alemindeki itibarının ve "hava"sının yerle bir olması için yeterli olur gibi görünüyordu.

Selanikli Mustafa Atatürk'ün gelecek vizyonu ile İngilizler'inkinin tamamen örtüştüğü açık.. Onun "ilke ve devrimleri" de Türkler'in "itibarsızlık, tarihsizlik ve medeniyetsizlik"lerini "değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez" hale getirme amacına yönelmişti. 

*

Afet İnan’ın sonraki satırları, Selanikli’nin 7. Ordu komutanlığına atanması hakkında şunları söylüyor:

“Suriye Cephesi tehlikeli durumu muhafaza etmekte iken, Bağdat'ı geri almak için hazırlanan ''Yıldırım Orduları Grubu'' Kumandanlığı'na Alman generali Falkenhayn tayin edilmiştir. Mustafa Kemal Paşa da (5 Temmuz 1917) bu gruba bağlı olan 7. Ordu'ya nakledilmiştir. Ancak kendisi Alman kumandasının askeri planlarını uygun bulmadığı gibi, iç idareye karışmalarına da razı olmuyor ve bu zihniyete karşı geliyordu. General Mustafa Kemal bu fikirlerini delilleriyle raporlar halinde Osmanlı hükümetine, sadrazama, başkumandan vekili ve Harbiye Nazırı'na bildirmiştir. Irak'ta yapılacak askeri hareketin de hiçbir sonuç vermeyeceğini görüyordu. Hakikaten bu cephelerdeki durum gittikçe tehlikeli bir hal almakta iken, Sina Cephesi'ndeki İngiliz ordusu ve donanması Filistin ve Suriye'yi tehdit eder durumda, hazırlık içinde idi. Buna karşı ''Yıldırım Orduları Grubu'' Kumandanı Falkenhayn tarafından tertip edilen askeri planın başarı sağlaması mümkün değildi. Mustafa Kemal Paşa, buradaki inceleme ve izlenimlerinin sonucu, bu tertiplerin başarılı olmayacağını ve memleketin genel zaafını, mülki idarenin artık güvenilemeyecek bir hale geldiğini, ekonomik hayatın felce uğradığını belirten ve bunlara çare olarak tavsiyelerde bulunan bir raporu hükümete vermiştir (2 Eylül 1917). Bu önerileri kabul edilmemiştir. Fakat O, yine rapora ek olarak, yeni tekliflerde bulunmuştur (24 Eylül 1917). Madde madde açıkladığı fikirlerinde I. maddenin sonundaki şu cümle dikkate değer: ''Savaş devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen büyük saltanat binasının bir gün içten, birdenbire ve hep birlikte çökmesi ihtimalidir.''

Hicaz konusunda yaptığı bozgunculuk yetmemiş, Suriye’de de milletin moralini bozmak ve savaşma azmini kırmak için elinden geleni yapmış.

Afet İnan’ın “dikkate değer” dediği cümle de gerçekten dikkate değer.. En büyük tehlike olarak düşman (İngiliz, Fransız) işgalini görmüyor da, saltanat binasının “bir gün içten, birdenbire çökmesi”ni dert ediniyor.

Güya.. 

Saltanat binası çökmemeli, çünkü onu bir gün içten, birdenbire çökertme misyonunun talibi kendisi.. Bunu başkası yapmamalı, kendisi beklenmeli.

"Saltanat binası" konusunda sergilediği "en büyük tehlike"li hassasiyeti, yalancılık ve takiyye (Ki bu özelliklere milletimiz sahtekârlık diyor) alanlarında ne kadar mahir ve becerikli olduğunu da ispatlıyor.

Çok değil iki yıl sonra, Erzurum Kongresi sırasında bir gece hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e, "zafer"den sonra saltanat binasının ocağına incir dikeceğini açıklayacaktır.

Kimseye söylenmemesi kayıt ve şartıyla..

Çünkü, milletin önünde saltanat ve hilafetin kurtarılması ve korunması davasının sahibi gibi konuşmaktadır.. Sözde, kendisi için hiçbir şey istememektedir.

Gerçekteyse yalan söylemekte, milleti aldatmaktadır.

Çünkü, Mazhar Müfit ile Süreyya'ya kendi cumhurbaşkanlığının ve cumhurbaşkanı sıfatıyla yapacağı "devirme"lerin müjdesini vermektedir.

"Zafer" ve "cumhurbaşkanlığı" çantada kekliktir.. Çünkü arkasında İngilizler ile müttefikleri vardır.. Gayet emin konuşmaktadır.

*

Afet İnan, Selanikli sahtekâr hain için, “Irak'ta yapılacak askeri hareketin de hiçbir sonuç vermeyeceğini görüyordu” diyor.

Demek ki körmüş.. Basbayağı kör.. Hiçbir şeyi gördüğü yokmuş.. Sağır duymaz uydurursa, körün neyi eksik, o da görmezken, görmüş gibi konuşabilir.

Gördüğü birşey yoktu.. Birincisi, Osmanlı ordusu Irak’ta başarılı oldu, Kûtu’l-Amare (Amare Kalesi) Savaşı kazanıldı, binlerce İngiliz askeri esir edildi. Daha sonraki İstiklal Harbi sürecinde de Cafer Tayyar Paşa Musul ve Kerkük’ü ele geçirme imkânına sahipti fakat onun bunu yapmasına Selanikli engel oldu.

Birinci körlüğü bu.. İkinci körlüğü ise, Hicaz ile Suriye arasında kurduğu “Ya o, ya bu” illüzyonist denkleminin çökmüş olması.. 

Hicaz’ın bırakılması Suriye’nin elde tutulmasını sağlamadı.. Fakat, Suriye’deki yenilginin asıl müsebbibi de kendisi.. İngilizler'in önünden yıldırım hızıyla kaçtı.. 

Avni Paşa'nın ifadesiyle, "Ordu ve kolordularını düşmana teslim edip yalnız aziz canıını kurtaran kahraman komutan" durumundaydı. Ve de "Halep’te sahra muharebesi yapacak halde değilken, Halep’in meşhur ‘sahra âlemleri’nin birçoklarına katılmaktan geri kalmamıştı".

*

Beyanlarına ve tavrına bakılırsa, adam inançsız, zafere inanmıyor.. Ve kafasında vatan/memleket mefhumu adına belirli ve kesin birşey yok.. 

"Mevzubahis vatansa gerisi teferruattır" lafı palavra.. (Doğrusu şu: "Mevzubahis olan benim muz çiftliğim olacak toprak parçasıysa vatan da, memleket de teferruat.)

Böyle bir adamın cephede sahici bir hizmette bulunması mümkün değildir.. 

Adeta düşmanın beşinci kolu gibi içeride milletin maneviyatını çökertmeye çalışmış.. Afet İnan’ın sözlerinin devamı bunu ortaya koyuyor:

“Madde madde açıkladığı fikirlerinde I. maddenin sonundaki şu cümle dikkate değer: ''Savaş devam ettiği halde karşısında bulunduğumuz en büyük tehlike, her taraftan çürüyen büyük saltanat binasının bir gün içten, birdenbire ve hep birlikte çökmesi ihtimalidir.''

“4. maddede ise şu sonuca varıyor: ''Bu genel durumdan çıkacak sonuç, artık her iş bitmiştir ve bulunacak bir çare kalmamıştır, demek değildir. Böyle bir kötümser kanaatin, düşmanların ve tehlikelerin en büyüğü olduğunu açıklamaya lüzum görmem. Kurtuluş ve yaşama imkânı var olup, ancak tedbirleri bulmak gerek'' diyor ve alınacak kararlar için fikrini açıklayarak devam ediyor:

''Askeri siyasetimiz, bir savunma siyaseti ve elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek neferi dahi son ana kadar saklamak siyaseti olmalıdır. Bu siyasetin memleket dışında bir tek Osmanlı neferinin kalmasına tahammülü olamaz.'' Bu rapor uzundur. Bütün alınacak tedbirleri açıklar. Başkumandanlık bu fikirlere katılmaz. Fakat az zamanda düşmanın üstün kuvvetlerle taarruzu Filistin'in istilası ile neticelenir ve Kudüs İngilizlerin eline geçer.”

Tedbir diye öne sürdüğü şeye bak, hiç çatışmadan, tek kurşun atmadan geri çekiliyorsun, “memleket dışında” bir tek Osmanlı neferi bırakmıyorsun.. 

(Bir zaman gelecek tam tersini söyleyecek, "Hattı [belli bir sınır çizgisini] müdafaa değil sathı [karış karış bütün yüzeyi] savunma vardır" diyecek, vatanın bir karış toprağının bile kan dökülmeden terk edilmemesi edebiyatı yapacaktır. Fakat bunları söylerken de samimiyetten nasipsiz kalacak, TBMM'de Lozan'a "Misak-ı Millî" gerekçesiyle itiraz edildiğinde, bir zamanlar en hararetli savunucusu gibi göründüğü söz konusu misak aleyhine konuşacaktır.)

Memlekete çekilmeliymiş.. Sanki bırakıp geri çekildiğin yerler “memleket” değil. 

Evet, adamda gerçek anlamda vatan sevgisi de, vatan tasavvuru ve nosyonu da yok.

Bugün bile Suriye, Lübnan ve Irak’ta dünya kadar Türk yaşıyor. (Filistinliler’in de önemli bir bölümü Araplaşmış Türk’tür.) Onlar için "memleket" ya da "vatan" neresidir? Neresiydi?

Bari Orta Asya’ya gitseydik.. Bu kafaya göre, Alparslan bizi Anadolu’ya getirmekle çok yanlış yapmış..

*

Bu vatansız sakat kafa, Yunan ordusu Kütahya-Eskişehir muharebelerini kazanıp Polatlı’ya kadar geldiği zaman da harekete geçecek, TBMM’yi Kayseri’ye taşımak için kolları sıvayacaktır. 

Fakat vatansever TBMM kabul etmeyecek, Sakarya Savaşı yaşanacaktır.. 

Firarî kafa orada da devreye girip ricat (geri çekilme) emri verecek, fakat Fevzi Çakmak’ın emrin ifasını ertelemesi sonucunda, Yunan’ın da manen çöktüğü için geri çekilmeye başlamış olduğu anlaşılacaktır. (General İshal, Mareşal Açlık ve Albay Salgın Hastalık onların savaşma azmini yok etmişti.)

Selanikli fırsatçı, inançsızdı.. Daha doğrusu bütün umudunu İngilizler’e bağlamıştı.. Erzurum Kongresi sırasında bir gece hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e “zafer” müjdesini ve "İngiliz ilke ve inkılapları projesini" anlatırken de güvendiği yer “İngiliz dayı”sıydı. 

Yunan’a kendisini dövme fırsatı vermeyeceklerini düşünüyordu. 

(Selanikli, İstanbul'da görüştüğü üst düzey İngiliz istihbaratçı/ajan Robert Frew'dan kesin söz almasaydı bu kadar kendisinden emin konuşamazdı. Bu işler salt düşünmekle, tahminle, zanla olmaz.. Kesin konuşmak için garanti almış olmak gerekir. Evet Selanikli, İngilizler'in Milne Hattı ile durdurmuş oldukları Yunan ordusu konusunda İngilizler'e güveniyordu.. Yunanistan’da Almanya yanlısı eski kral Konstantin tekrar tahta çıkıp Venizelos başbakanlığı kaybedince hesaplar altüst oldu.. 

Evdeki hesap çarşıya her zaman uymaz.)

*

Mustafa Atatürk, İngilizler’in bir piyonu olmaktan öteye gitmeyen bir sahte kahramandır.. İngiliz işbirlikçisidir.. Kanunlarla koruma altına alınmaya çalışılması gerçeği örtemez.

Örtülmeye çalışılan bu gerçeği, Türkiye’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı General İsmet İnönü, 1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde, son derece veciz ve özlü bir şekilde, “kör gözüne parmağım” açıklığında dile getirmiş bulunuyor:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Adam daha ne desindi?!

İngilizler Selanikli'ye medyun-u şükrandı, ve ona, Lord Curzon'un projeksiyonu çerçevesinde bir "devlet" bağışladılar.


İNGİLİZ PİYONU ZAMPARA ATATÜRK'ÜN, İŞVERENİ İNGİLİZ İSTİHBARATI (GİZLİ SERVİSİ) ŞEFİ ROBERT FREW İLE MACERALARI

  Mehmet Hasan Bulut’un “ İngiliz Derviş: Yeni Türkiye’nin Doğuşu ve Aubrey Herbert ” adlı kitabı (4. b., İstanbul: IQ Kültür Sanat Yayıncıl...