E-KİTAP: DÂRU’L-İSLÂM VE DÂRU’Ş-ŞİRK

 

https://archive.org/details/darul-islam-ve-darus-sirk


DÂRU’L-İSLÂM VE

DÂRU’Ş-ŞİRK

 

Dr. Seyfi SAY

 

İÇİNDEKİLER

 

DEVLET KURUMUNU KUTSAL KABUL ETME VE FAŞİST ŞEFE TAPMA REJİMİ 5

DEVLET, REJİM, VE ÇAĞDAŞ DÜZENLERE ÖDENEN İDEOLOJİK VERGİ 15

ÜMMET, ULUS, DEVLET 25

İSLAM’IN İSTİMLAK EDİLİP KAMULAŞTIRILMASI, DEVLETLEŞTİRİLİP MİLLÎLEŞTİRİLMESİ 31

“MEVZUBAHİS OLAN VATANSA GERİSİ TEFERRUATTIR” DİYENLERİN “DEĞİŞTİRİLEMEZ, DEĞİŞTİRİLMESİ TEKLİF DAHİ EDİLEMEZ” TEFERRUATI 40

OSMANLI’NIN DEVLET FELSEFESİ 45

VATAN SEVGİSİ VE İMAN 50

LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEVLETİN “DEVLETÇİ”Sİ, İSLAM DEVLETİNİN İNKÂRCISI 57

TANRILIK TASLAYAN DEVLET 62

NE MEVZUBAHİS OLDUĞUNDA GERİYE KALAN HERŞEY SANA TEFERRUAT GÖRÜNÜYORSA, İŞTE SENİN ASIL TAPTIĞIN ODUR 71

İSLAM ŞERİATİ’NİN UYGULANMADIĞI BİR ÜLKE, İSLAM ÜLKESİ OLABİLİR Mİ? 80

AHLÂKA SAVAŞ AÇAN AHLÂKÇILIK 84

İSLAMSIZ DARU’L-İSLAM 90

LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEVLETİN SÖZDE REJİM KARŞITI BAĞLILARI 99

DEVLETİN BEKASI, MİT VE DAVUTOĞLU 106

KUNG FU SİYASETİ: BELEDİYELERİN BEKASI 110

AHLÂKSIZ AHLÂKÇILIK, “DİN”SİZ DEVLETÇİLİK 113

“BİZ EŞKIYAYIZ AMA IRZ DÜŞMANI DEĞİLİZ” 117

HALİÇ SİMONLARI VE ÖRGÜTÜN BEKASI 132

VATANSEVERLİKÇİLİK 135

VATANSEVERLİKÇİLİK İDEOLOJİSİ (PATRIOTISM): HER ALÇAĞIN EN SON SIĞINAĞI 146

“DEĞER”SİZ LİDER KULLARI, VATANDAŞLAR, VE KÖPEKLER 147

ÇAĞIN VATANSEVERLİK PUTPERESTLİĞİ 156

DEVLETÇİ PUTPERESTLİK HADSİZLİĞİ 160

DEVLET, REJİM VE MÜSLÜMANIMSI FAŞİSTLER 163

İBN ARABÎCİ DEVLETÇİLİK 168

ERBAKAN’DAN ERDOĞAN’A… 171

EHL-İ SÜNNETÇİLİK PROTESTANLIĞI (REFORMA TABİ TUTULUP GÜNCELLENMİŞ EHL-İ SÜNNETÇİLİK) 175

DEVLET ARAPLAR’IN PUTLARI GİBİ KUTSAL VE DOKUNULMAZ, TARTIŞMA ÜSTÜ.. SÜNNÎLİK İSE TEHDİTMİŞ 183

DEVLETÇİLİKLE GELEN ŞİRK 195

ŞERİAT’İN HÜKÜMSÜZ OLDUĞU YERDE ŞERİAT MAHKEMESİNİN HÜKMÜNÜ BEKLEMEK 207

BANA HER FAŞİZM SENİ HATIRLATIYOR! 215

DEVLET VATANDA ŞERİK KABUL ETMEZ, PEKİ ALLAHU TEALA?.. 221

ASR-I SAADET SİMÜLASYONU VE TUHAF NOSTALJİ 225

FAİLİ MEÇHUL, AZMETTİRİCİSİ MALUM 236

BİR MESLEK VE GEÇİM KAPISI VE BİR SUÇ DOKUNULMAZLIK ZIRHI OLARAK VATANSEVERLİKÇİLİK 241

DEVLETİ AYAĞA DÜŞÜRMEK 250

VAHİY VE İNSAN AKLI, ŞERİAT VE LAİKLİK 259

İNANÇLARI DEVLETÇİLİK, MEZHEPLERİ VATANPERESTLİK, TARİKATLARI YERLİLİK-MİLLİLİK 261


KADER EDEBİYAT PARALANACAK VE FELSEFE YAPILACAK BİR MESELE DEĞİLDİR, İLAHÎ SIRDIR, MÜSLÜMANSAN İMAN EDER VE SUSARSIN

 



Yeni Şafak gazetesi yazarı Ömer Lekesiz, “Bâtınîlerle ilgili siyaset Osmanlı’da nasıl değişti” başlığını taşıyan 12 Eylül 2024 tarihli yazısında işi mutadı vechile yine getirip İbn Arabî’ye ve vahdet-i vücutçuluğa bağlamış.

Mezheben mutaassıp bir İbn Arabîci olduğu söylenebilir.

Şunu diyor:

“Vahdet-i Vücûd nazariyesi İbnü’l Arabî’nin görüşlerinden mülhemdir. Diğer bir söyleyişle o, İbnü’l-Arabî’nin ilgili görüşlerinin müntesiplerince yorumlanmasından elde edilmiştir.

“Bu nazariyenin tasavvuf ve kelam yönünden derinliğini bilen okurlarımız bizim bir köşe yazısında onun mana ve uygulamasını ihata edemeyeceğimizi takdir edeceklerdir. Bu sebeple söz konusu bağlamda İbnü’l-Arabî’nin Fusûs’unda nakşettiği “Kader, eşyanın ‘ayn’ında ve kendiliğinde sâbit olduğu hal üzerine hükmün zamanının tespit edilmesidir. İlâhi kaza, eşya üzerine eşyanın kendisiyle hükmetmiştir. Bu, kader sırrının kendisidir. Buna muttali olmak, müşahede sahibi olduğu halde ‘kulak veren’ kimseye mahsustur. Böylelikle, hüccet-i bâliğa Allah için sâbit olmuştur.” şeklindeki paragrafla ilgili olarak Ebu’l Alâ Afîfî’nin yaptığı yorumu nakletmekle yetineceğiz:

“Yani, kullarına karşı kesin delil Allah’a aittir, çünkü onlar, kendilikleriyle sevap veya cezayı hak etmişlerdir. Binâenaleyh, fiiller ezelde hakikatlerine yerleşmiş ve kendilerinden sadır olmaktadır. Allah’ın kazası, eşya hakkında kendileriyle, yani tabiâtlarının iktizasına göre hüküm verir. Şu halde eşya, a’yân-i sâbitelerine yerleşmiş olan şeylerle kendileri hakkında hüküm vermektedirler. Allah, sadece inâyetiyle bu ‘a’yân’da bulunan şeylerin orada bulunduğu şekliyle gerçekleşmesini iktiza eder. Bu durumda insan hayır işlerse, bu onun hayır işlemeye dair ezeli istidâdındandır; eğer kötülük yaparsa, bu da onun kötülük yapmaya dair ezeli istidâdındandır. Her iki halde de insan, ektiğini biçmektedir, başka bir ifâdeyle yaratılışında ekilmiş olan şeyi devşirmektedir. 

“Böyle bir cebrî sistemde, 'o halde, cezanın anlamı nedir; mükafat ve azabın anlamı nedir?' diye iddia edilebilir. İbnü’l Arabi, buna şöyle cevap verir: Mükafat ve azap, kulların içinde bulunduğu itaat ve günah halleri ve dünya hayatında bunların ardından gelen lezzet ve elemin ismidirler; bu lezzet ve elem ise, kulların itaat ve günah davranışlarının neticesidir. Üstelik bizzat bu hal bile, kulların hakikatlerinin ilk yaratılış hallerinde iktiza ettiği şeylerden birisidir. Buna göre kulun, hayır veya şer fiiller işlemesi, itaat ve günah amellerde bulunması fıtri olduğu gibi, aynı şekilde, fiilleriyle şaki ve sait olması da fıtrîdir. Bunun anlamı, ceza ve mükafatın Allah’ın ahirette uygulayacağı bir ceza olmadığı, aksine, bunların daha çok fiilin sahibine celp ettiği tabii cezaya benzedikleri demektir.” (Fusûsu’l Hikem Okumaları İçin Anahtar, trc.: Ekrem Demirli, İz, İstanbul 2006)

“Sünnî anlayışa tabi bu görüşün, kurulmasına ramak kalmış Osmanlı’nın sadece Sünnî ve heretik unsurlarıyla İslam ümmetini değil, kitap ehli olan ve olmayan unsurları da yöneteceğine dair mümince bir ferasetten kaynaklandığına ve onun hitabının o zamanki devlet ehlince de doğru anlaşıldığına dair bir tereddüdümüz yoktur.

*

Öncelikle, Osmanlı’yı yekten İbn Arabîci ve vahdet-i vücutçu göstermek doğru değildir.. İbn Arabî’ye hüsnüzanda bulunanlar olduğu gibi Ebussuud Efendi gibi reddedenler de var.

Kader konusundaki görüşlerine gelince.. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, “İnsan ve Kader” adıyla tercüme edilen eserinin son kısmını İbn Arabî’nin laflarına ayırmış durumda.. Onun laflarını Ehl-i Sünnet’e aykırı buluyor.

Lekesiz’in İbn Arabî’den aktardığı laflara gelelim..

Boş lafazanlık.

Kader hakkında iki boş cümle kurmuş ve “Bu, kader sırrının kendisidir” demiş.

Mesele bu kadar basitse, bu iş nasıl oluyor da sır oluyor?!

Yok gerçekten sır ise, mesele bu kadar açık olabilir mi?!

Sonra tutuyor bir de sırrın anlaşılmasını iki şarta bağlıyor: Bir, müşahede sahibi olacaksınız.. İki, “kulak veren” olacaksınız..

Müşahede dediği şey bir muamma, sır içinde sır.. Yenir mi yenmez mi, canlı mı cansız mı, belli değil.. Mavi boncuk kimdeyse müşahede sahibi olan o.. (“Din”de müşahede diye bir bilgi kaynağı ve delil nosyonu yok.)

Bir de kulak veren olmaktan söz ediyor.. Tamam da, neye kulak vereceksin, onu söyle.. Ucu açık konuşma!.. Madem böyle diyorsun, kulak veren ol da kendi kendine boş felsefe yapma!

Kulak verilecek yer Kur’an ve Sünnet ise, onlar bu kader konusunu kurcalamayı yasak etmiş.

*

Lekesiz, İbn Arabî’nin laflarından birşey anlamamış olacak ki Ebu’l Alâ Afîfî adlı çenebazın yorumunu aktarıyor.

Bu durumda Ebu’l Alâ Afîfî müşahede sahibi “kulak veren” şahıs olarak arz-ı endam etmiş oluyor.

Ancak, yorumu bir facia.

Çünkü, meseleyi bir tabiatçı/doğacı/dehrî gibi hükme bağlıyor.

Fakat lafa (cebriye mezhebinin tam zıddı noktada duran) bir Mutezilî gibi başlamış: “Yani, kullarına karşı kesin delil Allah’a aittir, çünkü onlar, kendilikleriyle sevap veya cezayı hak etmişlerdir.

Kendilikleriyle..

Mutezilîlik tamam.

Fakat ikinci cümle tam aksi yönü gösteriyor, cebrîlik türküsü söylüyor: “Binâenaleyh, fiiller ezelde hakikatlerine yerleşmiş ve kendilerinden sadır olmaktadır.”

Diyelim öyle.. Fiiller ezelde hakikatlerine nasıl yerleşmiş peki, kendi kendilerine mi, yoksa onları bir yerleştiren mi var?

Cevap bir sonraki cümlede gizli: “Allah’ın kazası, eşya hakkında kendileriyle, yani tabiâtlarının iktizasına göre hüküm verir.”

Böylece tabiat, Allahu Teala’dan daha etkili bir tür tanrı olmuyor mu?

*

Söz konusu yorumcu, aynı minvalde (aynı mantık ya da mantıksızlıkta, bir Mutezilî gibi) bir iki cümle daha kurduktan sonra başladığı noktaya dönüyor: “Her iki halde de insan, ektiğini biçmektedir, başka bir ifâdeyle yaratılışında ekilmiş olan şeyi devşirmektedir.”

Tamam da kardeş, yaratılışına o şeyi kim ekti?

Hayır, beyzade o topa hiç girmiyor.. Halbuki meselenin püf noktası ya da bam teli orası.

Bununla birlikte, gelip durduğu noktanın cebriyecilik olduğunun farkında.. Nitekim bir sonraki cümlesi şöyle:  “Böyle bir cebrî sistemde, 'o halde, cezanın anlamı nedir; mükafat ve azabın anlamı nedir?' diye iddia edilebilir.”

Öyle ya, burada sorumlu olan, yaratılıştaki şeyi eken kim ise o.. Kulun bunu değiştirmeye “tabiat”ı müsait değil.

Eh, yorumcumuz “müşahede sahibi kulak veren” allamenin bu konuda da bir yorumu olmalı..

Hayır, o, bu noktada müşahede minderinden kaçıp kulaklarına pamuk tıkayarak tekrar topu İbn Arabî’nin ayağına gönderiyor.

*

Peki İbn Arabî ne diyor?

“Mış” gibi yapıyor.. Cevap veriyormuş gibi yaparak top çeviriyor, zaman öldürüyor.. Anlamsız, içi boş, aklı başında herkesin gülüp geçeceği lafları sıralıyor.

Fakat son cümlesi boş değil, saatli bomba: “Bunun anlamı, ceza ve mükafatın Allah’ın ahirette uygulayacağı bir ceza olmadığı, aksine, bunların daha çok fiilin sahibine celp ettiği tabii cezaya benzedikleri demektir.”

Bu durumda aklı başında biri “Adamın nerdeyse Allah yok demediği kalmış” diye düşünmez mi?

"Tabiî ceza"ymış.. Tabiatın kendi kendisine cezası..

Bütün bu denklemde Allah Azze ve Celle nerede?

*

İbn Arabî, yaldızlı laflarla parlak cümleler kuran bir şarlatandır vesselam.

Yazdıklarında doğrular yok mu?.. Var!..

Fakat yanlışlar doğruları götürdüğünde kasa borçlu çıkıyor.

Çamurda da su var ama, makul olan saf su içmektir, içindeki suyun hatırına nemli toprak yemek değil.

Bir gram zehir, bir damacana suyu helak edici hale getirir.

Bir damla idrar bir bidon kaynak suyuna eklendiğinde zevk-i selim sahibi insan onu içemez.

İbn Arabî’nin kitaplarının durumu da budur.

Muzırdır.

İbn Arabî'nin kitaplarında hikmet arayan akademisyen ve entelektüellerin durumu biraz define avcılarının haline benziyor.

Ömürleri define peşinde harabeleri delik deşik etmekle geçiyor, sonunda ellerine geçense yorgunluktan başka birşey değil. 

Aynı gayreti verimli bir araziyi ekip biçmede gösterseler zengin olacaklar da, define efsanesinin akıllarını başlarından alması yüzünden bunu anlayamıyorlar. 


DÜZELTME VE ÖZÜR

  "Sen Utanmazlığın ve Karaktersizliğin Resmini Yapabilir misin Abidin?" başlıklı yazımız şu satırlarla başlıyordu:  MİT’i (Milli ...