UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 9
Uğur Mumcu’nun Kazım
Karabekir Anlatıyor (17. b., İstanbul: Tekin Yayınevi) adlı
kitabını okuyorduk.
Kaldığımız yerden devam
edelim.
TBMM’de hemen herkes,
saltanat kaldırılsa bile hilafetin devamından ve Osmanlı
hanedanının uhdesinde bulunmasından yanadır.
Ancak, bu ortak kararı
başlangıçta kabul eden Selanikli Mustafa Atatürk, sıra kararın yasa
önergesi olarak Meclis’e sunulmasına gelince çark eder, işi bir
oldubittiye getirerek Osmanlı ailesinin elinden halifeliğin de alınmasını
sağlamaya çalışır.
Fakat milletvekilleri bu
katakulliyi protesto ederek oylamaya katılmazlar, ve toplantı yeter sayısı
oluşmadığı için karar yasalaştırılamaz.
Selanikli buna çok
sinirlenir.
*
Milletvekilleri,
Selanikli’nin bu hamlesini, kendisinin halifeliği için yapılmış
bir manevra olarak yorumlar.
Onlara göre, Selanikli
“vatan, millet, Sakarya” edebiyatı yaparak, “Kendim için birşey istiyorsam
namerdim, zaferden sonra sıradan bir vatandaş olarak kenara çekileceğim”
diyerek duygu sömürüsü yapmaktadır.
Gelecekteki mevhum,
muhayyel ve mutasavver (aslı astarı olmayan) fedakârlığını pazarlayarak
halihazırda bütün yetkileri, imkânları ve makamları cebine doldurmaktadır.
Millete “hayal”
satmakta, karşılığında mücessem ve müşahhas “gerçek” kazanç sağlamaktadır.
Nitekim Uğur
Mumcu, Karabekir’den şu alıntıyı yapar (s. 59):
Bu
zatlar ileri giderek M. Kemal
Paşa'nın 20 Temmuz 1922 celsesinde (oturumunda)
başkomutanlık kendisine tevcih olunurken, zaferle beraber diktatör
olarak istediğini yapacağından endişe edenleri tatmin için
verdiği vaadi kendisine hatırlatmayı istiyorlar ve nutkunun şu parçasını
okuyorIardı:
“Makam-ı
riyasetinizde bulunmakla mübahî olan (başkanlık makamınızda olmakla övünen)
acizleri (aciz şahsım) o gün (zafer günü) iki kere mesut olacağım.
“İkinci
saadetimi temin edecek husus, benim bundan üç sene evvel dava-yı
mukaddesimize ( kutsal davamıza) başladığımız gün bulunduğum mevkie (TBMM
başkanı olmadığım, sıradan vatandaş olduğum hale) rücu edebilmekliğim
(dönebilmem) olacaktır... Hakikaten sine-i millette (milletin
bağrında) serbest bir ferd-i millet (sıradan vatandaş) olmak kadar
dünyada bahtiyarlık yoktur. Vakıf-ı hakayık (gerçekleri bilici) olarak kalb
ve vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk
tanımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun maddi
makamatın (makamların) bir kıymeti yoktur.”
Milletvekillerinin
Selanikli'nin bu sözlerini hatırlamaları ve hatırlatmak istemeleri normal,
çünkü sadece üç ay 10 gün önce söylenmiş.
Yüz (rakamla 100) gün
önce.
Evet, Selanikli,
dediğine göre, zaferden sonra iki kere mutlu olacakmış..
Birincisi, zafere
erişmiş olmaktan dolayı..
İkincisi, sine-i
millete dönüp sıradan bir vatandaş olma mutluluğu yaşayacak..
Yani aklında saltanat,
diktatörlük, cumhurbaşkanlığı, devlet başkanlığı filan yok.. Zaferi
kazanıp köşesine çekilecek..
Öyle mi peki?
Hayır!
Yine yalan söylüyor,
milleti aldatıyor..
*
Sanki Erzurum
Kongresi sırasında bir gece yarısı hempaları Mazhar Müfit
Kansu ile Süreyya Yiğit’e “İleride cumhuriyet ilan
edecek, yetkileri elime alıp Arap harflerinin de, tesettürün de
canına okuyacağım, Batı’dan Latin harflerini ve şapkayı
getireceğim” dememiş.
(Bazı insanlar vardır,
iddialarında ve davalarında yalancı çıkarlar, fakat başlangıçta aslında “yalancı
ve dönek” kişiler olduklarının kendileri bile farkında değildirler.. Mesela
henüz gençtir, fakirdir, itibarsızdır, makam-mevki yüzü görmemiştir, zenginleri
ve makam-mevki sahiplerini eleştirir, “Ben zengin olsam şöyle hayır yaparım,
yetkili olsam böyle ederim” filan der, Ebû Zerr’lik edebiyatı yapar,
Hz. Muaviye gibi isimleri yerin dibine batırır, fakat gün gelip eline ucundan
kıyısından bir makam mevki, para pul geçince, daha çok kazanmak için her tür
yolsuzluğu yapmaya hazır, yükselmek için yalakalıkta devrim yapmaya müheyya bir
insanımsı olduğu görülür. “Adam değişti” denilir fakat aslında
değişmemiştir, içindeki canavar hükmünü yürütecek uygun ortam bulmuş ve açığa
çıkmıştır.. Selanikli Mustafa Atatürk, böyleleri gibi “kendini tanımayan,
tanıma imkânı henüz bulamamış” yalancı ve döneklerden değil.. O,
profesyonel.. Erzurum Kongresi’nde gece dinsizliğin destanını
yazarken gündüz, Mazhar Müfit’in tabiriyle “müftü efendi gibi” vaaz
verip dua eden bir profesyonel yalancı..)
Adam öyle böyle değil,
büyük sahte-kâr (Kâr, Türkçe’ye Farsça’dan geçmiş bir kelimedir, “iş, fiil,
yapma, etme” ve “yapan, eden, fail” anlamlarına gelir)..
Onun için "deccal"
nitelemesini yapanların bulunduğu da biliniyor.. Deccal, sözlük anlamı
itibariyle “çok yalancı” demektir. Selanikli'nin "deccal"
olduğunu söylemezsek, onu "büyük" yalancı değil de "küçük,
basit" yalancı kabul ederek küçümsemiş, onun için "Yalancılığı bile
becerememiş, yüzüne gözüne bulaştırmış, algı yönetimi konusunda başarısız"
demiş olur muyuz?
(Küçük harfle yazılan
deccal ile, ilk harfi büyük yazılan “Deccal” farklı.. Büyük harfle
yazılan Deccal, Hz. Nuh aleyhisselam’dan itibaren bütün peygamberlerin, ümmetlerini fitnesiyle korkuttukları büyük bir bela.. Kıyametin büyük
alametlerinden.. Mekke ve Medine hariç olmak üzere Dünya’nın her tarafına
bir süre hükmedecek.. Bizim Selanikli ise yalanlarını sadece Anadolu ve
Trakya’da hakim kılabildi.)
*
Sahteliğe bakın,
milletvekillerinin, milletin karşısına geçmiş maneviyattan söz ediyor.. “Kalb
ve vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk tanımayan insanlar için ne
kadar yüksek olursa olsun maddi makamatın bir kıymeti yoktur”muş.
Bunu diyen adam, ilerde
“gökten indiği sanılan” diyerek, Allahu Teala’nın mukaddes kitaplarını
inkâr ettiğini milletin önünde ilan edecek olan maneviyat tanımaz şahıs..
Maddeye, maddiyata,
maddi makamata önem vermiyormuş..
“Zaferden sonra” bütün
bu sözlerini yalayıp yutacak, Karabekir’e, “Dini ve namusu olanlar
kazanamazlar, fakir kalmaya mahkumdurlar!. Böyle kimselerle ülkeyi
zenginleştirmek mümkün değildir. Bunun için önce insanların din ve namus
anlayışını değiştirmeliyiz” diyecektir.
Peygamber Efendimiz
sallallahu aleyhi ve sellem fakir yaşamış ya, bunun fakir
kalmaya niyeti yok..
Fakirliğin sebebi olarak
da dindarlığı ve namuskârlığı biliyor.. O yüzden kendisine bir hedef
belirlemiş: Milleti namussuz ve dinsiz yapmak!
Bu hedef doğrultusunda “baş
namussuz ve dinsiz” olmak için elinden geleni yaptığını kabul etmezsek onu
tembellik ve gayretsizlikle suçlamış olur muyuz?.
Peki, memleketi
zenginleştirme hedefine ulaşabildi mi?
Hayır!..
Milletin önemli bir
kısmının dinsiz ve namussuz hale gelmesini sağlayacak bir ortamı hazırlamış
olduğunu kabul etmek gerekiyor, fakat zenginleşme konusunda aynı başarı
düzeyini yakalayamadı; zenginleşenler, çevresindeki küçük bir tufeylî yalaka
taifesiyle sınırlı kaldı.
*
Doğal olarak, kendisi
zenginleşti.
Bunda, Hilafet'in
kurtuluşu için Hindistan-Pakistan ve Afganistan müslümanlarının gönderdiği
altınların büyük katkısı var.
Okuyalım:
"30 Ocak 1920
tarihli bilgiye göre, Hindistan Hilafet Komitesi Mustafa Kemal
Paşa adına 6.000 İngiliz lirası (36.300 Türk lirası) göndermiş,
bu para Ankara’ya iletilmişti. 16 Kasım 1921 tarihli bilgiye göre de, Londra
aracılığıyla Mustafa Kemal Paşa adına 20.000 İngiliz lirası (131.500
Türk lirası) gönderilmiş, gönderimlerin devam edeceği
bildirilmişti. Osmanlı Bankası bu parayı da Ankara’ya iletmiş,
diğer gönderilecek paraların İstanbul’da mı saklanması, yoksa Ankara’ya mı
gönderilmesi konusunda açıklama istemiştir.
"Bu
çalışmada, Hindistan Hilafet Komitesinin para yardımının sürdüğü,
26 Aralık 1921 ile 12 Ağustos 1922 tarihleri arasında toplam 106.400
İngiliz lirası (675.494 Türk lirası) yardım yapıldığı belirtilmiş,
ancak bu paraların kime gönderildiğine ilişkin bir bilgi
verilmemiştir. Çalışmadaki verilere göre, Hindistan Hilafet
Komitesinin gönderdiği para yardımının toplamı 843.294 Türk lirasıdır."
(Gültekin Kamil
Birlik, “Mustafa Kemal Atatürk’ün Mal Varlığı”, Belleten, C. 78, S. 282,
Ağustos 2013, s. 758.)
Burada sözü edilen
lirayı bugünkü lira ile karıştırmamak gerekiyor.
O dönemde 1 lira, 6,625
gr. saf altına karşılık geliyor.. “… orta dereceli bir memur İstanbul’da 235
kuruş 10 para [2 lira 35 kuruş ve çeyrek kuruş] aylıkla geçinebilirdi.” (Feridun Ergin, “Birinci Dünya Savaşı’nda ve
Atatürk Döneminde Fiyatlar ve Gelirler”, Atatürk Araştırma Merkezi
Dergisi, C. 3, S. 7, Yıl: 1986, s. 59-60.)
Söz konusu meblağ,
bugünkü para ile 11 milyar (milyon değil) lira gibi bir değere karşılık
geliyor.
Selanikli, Hilafet
için gönderilen bu parayı laiklik (siyasal dinsizlik) namına sahiplendi.
Sermaye yaptı.
Söz konusu paranın 250 bin
lirasıyla İş Bankası’nı kurdu. 120 bin
lirası ise, şahsına ait çiftlikler için harcandı:
“Mustafa Kemal Paşa Hindistan’dan
gönderilen yardım parasının geri kalan kısmını ziraat alanında kullanmayı
uygun görmüş, bu amaçla Ankara’da Orman Çiftliği, Silifke yakınlarında Tekir
ve Şövalye Çiftlikleri, Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği, Dörtyol’da Karabasamak
Çiftliği ile portakal bahçesi, Yalova’da Baltacı ve Millet Çiftlikleri,
parça parça olarak sahiplerinden ve metruk (terk edilmiş) mallar idaresinden
satın alınmıştır. Hasan Rıza Bey, arazinin çok ucuz, paranın ise çok
kıymetli olduğu kuruluş döneminde, bütün arazinin satın alınması için
ödenen paranın 100.000- 120.000 lirayı geçmediği bilgisini vermiştir.” (Birlik,
a.g.m.)
Böylece Selanikli, zenginleştikçe zenginleşti..
Rasulullah s.a.s.'in halifesi olduğunu düşünen, vatandan ayrılırken Topkapı, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarındaki değerli eşya ve mücevheratı yanında götürmeyi "namus ve din" açısından mahzurlu gördüğü için gurbet ellerde borçlanarak yaşamak zorunda kalan, öldüğünde borçlarından dolayı tabutuna haciz konulan son padişah Vahideddin gibi değildi.
Zenginleşme konusunda bir deha idi.
Öldüğünde bankadaki serveti devasa boyutlardaydı:
“Atatürk’ün vefatından
sonra Ankara Üçüncü Sulh Mahkemesi Türkiye İş Bankasından, Atatürk’ün
bankadaki “Nukut [nakit paralar] ve hisse senetleri”ni bildirmesini
istemiştir. Türkiye İş Bankasının verdiği cevap, Genel Müdür Muammer Eriş
tarafından 9 Aralık 1938’de idare meclisi üyelerinin bilgisine sunulmuştur. Bu
bilgiye göre, Atatürk’ün nakit hesaplarının bakiyesi; 2 numaralı hesapta 1.446.872.03
lira, 4 numaralı hesapta 53.453.18 lira, 649 numaralı
emeklilik hesabında ise 19.556.80 liradır. İş Bankasındaki hisse
senetleri; nama muharrer (yazılı) 62.900 hisse (her biri 10.000 lira itibari
değerindedir.), hamiline ait 56.225 hisse (her biri 10.000 lira itibari
değerindedir.) ve müessis (kurucu) 569 adet hisse senedidir.
Zonguldak Maden Kömür İşleri T.A.Ş. hisse senetleri ise; nama muharrer 12.750
hisse (her biri 10.000 lira itibari değerindedir.), hamiline ait 12.250
hisse (her biri 10.000 lira itibari değerindedir.) ve müessis 125 adet
hisse senedidir. Hasan Rıza Soyak da 10 Kasım 1938 tarihi itibariyle
Atatürk’ün nakit ve hisse senetlerini aynı şekilde ifade etmiştir.” (Birlik, a.g.m.)
Ayrıca birtakım
gayrimenkuller de var:
“Hilmi Uran’ın verdiği
bilgiye göre, vasiyetle Cumhuriyet Halk Partisine kalan Çankaya’daki gayrimenkuller,
küçük köşk, Cumhuriyet Halk Partisi Genel Sekreterinin oturması için tahsis
edilen köşk ve 400 dönüme yakın köşk etrafındaki arsadan oluşmaktadır.
…
"Afet İnan’ın belirttiği
gibi Atatürk’e, Bursa Belediyesi tarafından 20 Ocak 1923’de Bursa’da,
Samsun Belediyesi tarafından 20 Eylül 1924’de Samsun’da, Erzurum İl Özel
İdaresi tarafından 1926’da Erzurum’da, Diyarbakır Belediyesi tarafından 5 Nisan
1926’da Diyarbakır’da, İzmir Belediyesi tarafından 1927’de İzmir’de,
Konya Belediyesi tarafından 1927’de Konya’da, Trabzon İl Özel İdaresi
tarafından 1931’de Trabzon’da, Antalya’da ve İstanbul Belediyesi
tarafından Florya’da ev veya köşkler hediye edilmişti." (Birlik, a.g.m.)
Hindistan müslümanları, hilafet, Selanikli, zenginlik ve para..
Bir de Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem vefat ettiğinde ondan geriye kalanlara bakalım: Mescid-i Nebevî'nin ikamet ettiği basit müştemilatı, bir elbise, iki kilim, bir sedir, bir çarşaf, bir su kabı, tencere, tarak, makas, misvak, gümüş mühür.
*
Karabekir’in (Uğur
Mumcu’dan yaptığımız son alıntıda geçen) sözlerinin anlaşılması için bazı ek
açıklamalar yapmak gerekiyor.
TBMM’nin
20 Temmuz 1922 celsesinde (oturumunda) Selanikli’ye tekrar
başkomutanlık verilirken milletvekilleri, “zaferle beraber diktatör
olarak istediğini yapacağından” niçin endişe etmiş olabilirler?
Selanikli’nin “üç ay
süreyle olağanüstü yetkili” başkomutan yapıldığı tarih, bir yıl öncesi, 5
Ağustos 1921.
Sonra süre üç defa
uzatıldı.
20 Temmuz 1922’de ise,
dördüncü kez uzatılması gündeme geldi.
Fakat bu defa Selanikli,
üç ay için değil, süresiz olarak başkomutan olmak istiyordu.
Öyle de oldu.
Selanikli, süre uzatımı
için ikide bir TBMM’ye hesap vermek istemiyordu.
Artık “ebedî şef”
olduğunu ilan etmenin vakti gelmişti.
Fakat, klasik “gizli
gündem”ciliği, takiyyesi ve yalancılığı ile bunu “İstemez, yan cebime koyun”
formülü ile gerçekleştirdi.
TBMM’de yaptığı
konuşmanın bir bölümü şöyleydi:
“Meclis-i
Âlinizin (TBMM’nin) ilk içtima (toplanma) günlerinde kabul ettiği bir esas
vardır ki, o esas, ananat-ı millîye (ulusal geleneklerimizi) ve mukaddesat-ı
diniyemizi (dinî kutsallarımızı) tamamen mahfuz bulundurur (koruyup
saklı tutar). Şimdiye kadar olduğu gibi bundan sonra da o esasa tevfik-i
harekât ederek (uygun davranarak) netice-i mesudeye (mutlu sonuca) emniyetle
vâsıl olacağımıza şüphe yoktur. O gün kıymetli İzmir’imiz, güzel
Bursa’mız, makarr-ı Hilâfet ve Saltanat olan İstanbul’umuz,
Trakya’mız anavatana iltihak etmiş olacaktır. O mesut günün hulûlünde bütün
milletle beraber Heyet-i Celileniz ve ben de Heyet-i Âliyeniz içinde bir fert
ve bir âza olarak bittabi en büyük saadetleri idrakle müşerref olacağız.
“Efendiler;
Makam-ı Riyasetinizde (başkanlık makamınızda) bulunmakla mübahi (övünçlü) olan
âcizleri (aciz şahsım) o gün iki kere mesut (mutlu) olacağım. İkinci saadetimi
temin edecek olan husus, benim bundan üç sene evvel dâva-yı mukaddesimize
başladığımız gün bulunduğum mevkie (TBMM başkanı olmadığım, sıradan vatandaş
olduğum hale) rücu edebilmekliğim (dönmem) imkânı olacaktır. Hakikaten sine-i
millette (milletin bağrında) serbest bir ferd-i millet (sıradan vatandaş) olmak
kadar dünyada bahtiyarlık yoktur. Vâkıf-ı hakayik olan (gerçekleri
bilen), kalp ve vicdanında mânevi ve mukaddes hazlardan başka zevk
taşımayan insanlar için ne kadar yüksek olursa olsun, maddî makamatın
(makam mevkilerin) hiçbir kıymeti yoktur.”
(Bkz.
Gülseren Akalın, “Başkumandanlık Kanunu’nun Dördüncü Defa Uzatılması Sırasında
Mustafa Kemal Paşa’nın TBMM’nde Konuşması ve Elyazısıyla Hazırlık Notu”, Atatürk
Araştırma Merkezi Dergisi, Cilt:
22, Sayı: 64-65-66, Yıl: 2006, s. 211-2.)
*
Görüldüğü gibi,
“makarr-ı hilafet ve saltanat”tan söz ediyor.
Dolaylı olarak (hatta
doğrudan) “Hilafet ve saltanat makamına bağlıyım” mesajını veriyor.
Yine, herhangi bir makam
ve mevkide gözünün olmadığı mesajını da vermeyi ihmal etmiyor.
Adamı, sine-i millete
dönüp sıradan bir vatandaş olmak, zafer kadar, vatanın kurtuluşu kadar mutlu
edecekmiş.
Vâkıf-ı hakayik olan
(gerçekleri bilen), kalp ve vicdanında mânevi ve mukaddes hazlardan
başka zevk taşımayan insanlar için maddî makamatın hiç önemi olabilir
mi?!
Selanikli’nin kalp ve
vicdanında manevi ve mukaddes hazlardan başka ne zevk olabilir ki?!
Adam, tıpkı bir müftü
gibi, mukaddesat-ı diniyemize (dinî kutsallarımıza) uygun
hareket etmekten (tevfik-i harekât) söz ediyor, daha ne olsun!
Böyle sine-i millete
dönme mesut hayaliyle yanıp kavrulan bir "vakıf-ı hakayik"lik abidesi
hiç saltanat ve hilafet makamının ocağına incir dikip, cumhurbaşkanı sıfatıyla
devletin başına geçebilir, memleketi muz cumhuriyeti değilse bile balo
cumhuriyeti haline getirebilir mi?!
Kalp ve vicdanında mânevi
ve mukaddes hazlardan başka zevk taşımayan böyle
dervişmeşrep, sufimeşrep bir fazilet timsali mesela “tesettür”ü
kaldırmayı düşünebilir mi?!
Selanikli, müftü
efendilerden bile daha sofu, manevi ve mukaddes hazlarla onlardan daha fazla
meşbu bir fazilet deryasıdır.
Demek ki, Selanikli’nin
zaferden sonra diktatör olacağını düşünenler, gaflet,
dalalet ve hıyanet içindedirler.
*
Görüldüğü gibi,
Selanikli çok kolay yalan söyleyen bir takiyye abidesi..
Serapa takiyye, hile,
yalan dolan..
(FETÖ'nün, yani
Fethullahçı Takiyye Örgütü'nün takiyyesi, bununkinin yanında solda sıfır..
Takiyye turpunun büyüğü Selanikli'nin heybesindeydi.. Olaya başka bir açıdan
bakarsak, FETÖ'cülerin, en azından "yöntem, strateji veya taktik"
düzeyinde, "Selanikli Mustafa Atatürk'ün izinde" yol almış
oldukları söylenebilir.. Selanikli millete iyi örnek mi oldu, kötü örnek mi,
buna herkes kendisi karar versin.)
“Hür fikrimiz, hür
vicdanımız ve hür irfanımız”, bu (kendi tabiriyle “aciz”) şahsın deccal (çok
yalancı) sıfatını alnının akıyla hak edip etmediği sorusunu sormadan edemiyor.
Aciz olduğu doğru..
Kendisini aciz olarak
nitelerken, “kalp ve vicdanında mânevi ve mukaddes hazlardan başka zevk taşımama”
noktasından gerçeği söylediğini, bu noktada gerçekten acziyet içinde olduğunu
gönül rahatlığıyla kabul edebiliriz.