PROF. HAYRETTİN KARAMAN’IN “OLMAYACAK DAVA”SI

 



Yeni Şafak gazetesi yazarı Prof. Dr. Hayrettin Karaman yazılarında dengeli ve ölçülü ifadeler kullanmasıyla tanınır, fakat bugünkü (19 Mart 2023 tarihli) yazısında ölçüyü biraz kaçırmış.

Şöyle diyor:

“Biz altmış yıldır bu davanın peşindeyiz, çok şükür sapmadık, taviz vermedik. Zekâ özürlü, bizi okumayan, okuduğunu anlamayan veya kasten saptıran, işine geldiği gibi anlayan, anlatan ve yayan kimseleri Allah’a havale ediyoruz ve asırlar boyunca böyle sineklerin (yine de dört ayaklılardan örnek vermedim) var olageldiğini biliyoruz, yılmıyoruz.”

Son zamanlarda Hayrettin Karaman’ı eleştirenlerin çoğaldığını biliyoruz. Özellikle Akparti muhalifi kesimin ve bu arada eski Akpartili Karar gazetesi cemaatinin ona yüklendiği malum.

Bir de öteden beri (onunla hocalıkta rekabet etmeye kalkışıp) laf sokuşturan Cübbeli gibi tipler var.

Ancak, Karaman’ın yukarıya aldığımız ifadelerinden, muhatabının bunlar olmadığı anlaşılıyor. Öyle görünüyor ki, öfkesi kendisini “dava” açısından sorgulayanlara..

Onları sinekler olarak nitelendiriyor, kendisi kartal ya..

Lutfedip dört ayaklı olduklarını söylemiyor. Kibar adam.

*

Karaman, yazısında “dava”sını da anlatmış:

Dava nedir ve davaya nasıl yardımcı olunur?

Benim, rahmet-i Rahman’a kavuşmuş veya halen hayatta bulunan dava arkadaşlarımla en azından altmışlı yıllardan beri kendimizi adadığımız davamız şudur:

1. İslâm doğru anlaşılsın; usulüne uygun içtihada, yoruma açık konularda bir şahıs veya grup, kendine ait olanı tek doğru kabul edip başkalarına dayatmasın, başkalarını dışlamasın,

2. İslâm, bir bütün halinde milletin ve ümmetin özel ve genel hayatında uygulama (amel) olarak yaşasın,

3. Bunu sağlamak üzere donanımlı ve vazifelere göre uygun yetiştirilmiş bir öğretim ve eğitim camiası hazırlansın,

4. Bu camia sivil organizasyon (mesela bir STK şeklinde) açık olarak faaliyet göstersin (din ve düşünce hürriyetinin kısıtlandığı zamanlarda faaliyet örtülü de olabilir),

5. Bu camianın günlük siyasetle ilişkisi kenarından olsun; yani vazifesini engellemeyen, aksine imkân bulduğu kadar destekleyen siyasi kadroların iktidara gelmeleri ve orada kalmaları için kendine düşeni-toplum nezdindeki konum, saygınlık ve asıl vazifesine zarar vermeyecek dozda- yerine getirsin,

6. Elbette bütün bunları, gemiyi batırmadan (ülkeyi ve halkı bölmeden, Allah korusun düşman işgaline meydan vermeden) yapsın,

7. Çoğu hâlâ örtük sömürge, manda, işgal durumunda bulunan İslâm ülkelerinin uyanması, maddi ve manevi olarak ayağa kalkması, tam bağımsızlığa kavuşması ve bir şekilde birleşmesi için olanca gayretini sarf etsin.

*

Karaman’ın “dava”sı fena değil, güzel..

Altıncı madde “gemiyi batırma (ülkeyi ve halkı bölme)” gibi muğlak ve istismar edilmeye açık bir ifade taşıması itibariyle sıkıntılı, bunu da söylemek gerekiyor.

Mesela Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’e Mekke müşrikleri böylesi bir suçlamada bulunuyorlardı. Kuvvetlinin zayıfı ezdiği, zenginin fakiri sömürdüğü, kız çocuklarının diri diri toprağa gömülüp öldürüldüğü, efendinin köleye her tür işkenceyi yapabildiği bir toplum oldukları halde Mekke'nin kodamanları Rasulullah s.a.s.'e “Sen ortaya çıkmadan önce ne güzel birlik ve beraberlik içindeydik, Mekke'de huzur vardı, sen geldin karı ile kocanın, baba ile oğulun, kardeş ile kardeşin, ana ile kızın arasını ayırdın. İkiye bölündük. Birlik ve beraberliğe her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz bir zamanda bizi bölüp parçaladın, fesat çıkardın” anlamına gelen sözler söylüyorlardı.

Rasulullah s.a.s. ise onlara Allahu Teala’nın mesajını iletiyordu. “Sizi yaratan, bünyenize uygun yiyecekleri yaratarak sizi rızıklandıran, sizi yaşatan o.. Fakat siz O’na ortak koşuyorsunuz. Ahiretinizi mahvedip Cehennem’e girmek için uğraşıyor, başkalarının da sizinle birlikte ateşe girmesini istiyorsunuz” mesajını veriyordu.

*

Karaman’ın dördüncü maddesi de sorunlu.. Daha doğrusu naif ve tabiri caizse çocuksu..

Sen bugünün dünyasında “örtülü” faaliyeti nasıl yapabilirsin ki?!

Örtülü faaliyetin ustası gizli servislerdir, istihbarat teşkilatlarıdır.

Onlar bu işin ilmini yapmış, kitabını yazmışlardır.

Saman altından su yürütmek onların hayat tarzı, doğal refleksi ve karakteri haline gelmiştir.

Sen örtülü çalıştığını zannettiğin zaman bile hiç aklına gelmeyecek şekilde seni örtülü biçimde yönlendirir, sana örtülü akıllar verirler.

Hatta bazen seni yasa dışı gizli örgüt olmakla suçlayıp tepelemek için sana örtülü çalışma telkininde bile bulunurlar.

Bunun zeminini ve vasatını hazırlar, önüne imkânları bile sererler.

Hatta yanına “Muhterem hocam, sen Allah’ın bu millete büyük bir lütfusun”diyerek elini öpen “örtülü” bir yığın adamlar, fedakâr ve cömert “dava aşıkları” gönderirler.

(Tam bu noktada aklıma, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocaya son yıllarında Avrupa ve Avustralya’da eşlik eden, yanından ayrılmayan, Almanya-Essen’de tripleks ev tutup ona tahsis eden, Avustralya’ya yerleşince kalkıp kendisi de Brisbane’a yerleşen, fakat trafik kazası geçirip vefat ettiği seyahatinde şans eseri onu yolcu edip evinde oturan S. G. geldi.)

*

Her neyse..

Karaman’ın davası şunu da içeriyor:

“İslâm, bir bütün halinde milletin ve ümmetin özel ve genel hayatında uygulama (amel) olarak yaşasın.”

Bunun daha anlaşılır Türkçesi şu oluyor: İslam Şeriati hayata hakim olsun.

(Ben böyle anladım. Umarım yanlış anlamamışımdır, Karaman “laikliğe [siyasal dinsizliğe] uydurulup güncellenmiş bir yeni İslam”dan söz etmiyordur.)

*

Karaman’ın bu sözleri beni 20 yıl öncesine götürdü.

Yeni Şafak’ta yine bir pazar günü yayınlanan 19 Ekim 2003 tarihli “İmam Hatipler tartışılıyor” başlıklı yazısında şöyle diyordu:

“Bu okulların bazı öğrencileri ... ‘ülkeye şeriat getirmek’ gibi olmayacak davaların peşine düşmüş olabilirler, ... ama bunlar İmam Hatiplerin ortak aklı ve ortak iradesi değildir; ...”

Allah da diyor ki (Karaman’ın mealine göre):

“Sonra da seni din konusunda bir şeriat [alâ şerîatin] sahibi kıldık. Sen ona uy; bilmeyenlerin isteklerine [ehva, hevalar] uyma.” (Casiye, 45/18)

Bu ayetin ortaya koyduğu ve İmam Şatıbî’nin de buna bağlı olarak döne döne anlattığı gibi, insanın önünde iki seçenek vardır: 1. Şeriat, 2. Heva.

Demek ki, İmam Hatiplerin ortak aklı ve ortak iradesi Karaman’a göre aslında heva ve hevesten ibaretmiş.

Yani ortada bir ortak akılsızlık ve ortak iradesizlik varmış.

 “Ülkeye şeriat getirmenin” olmayacak dava olduğunu öğrenerek yetiştikten sonra, bütün Türkiye İmam Hatiplerle dolsa ne olur?

Araç amaca hizmet etmedikten, amaçtan uzaklaştırdıktan sonra, bu, aracı putlaştırmaktan başka neye yarar?

Kendilerini ve kiliselerini İncil’in önüne alan papazlar gibi, kendi yetiştikleri kurumları Şeriat’in önüne alan “din adamları”nın yetiştiği bir yerde protestanlaşma mı yaşanıyordur, katolikleşme mi, bilemiyorum.

*

Demek ki Karaman, 20 yıl önce, şimdi (hiç vazgeçmemiş, hiç taviz vermemiş olduğunu söyleyerek) ilan etmekte olduğu davasını (“İslâm, bir bütün halinde milletin ve ümmetin özel ve genel hayatında uygulama [amel] olarak yaşasın”) olmayacak bir dava olarak görüyor, öyle konuşuyormuş.

Bununla birlikte, 20 yıl önce, diğer “yandaş”ların durumu Karaman’ınkinden de kötüydü. Tek hedefleri AB üyeliği haline gelmişti.

Karaman, herşeye rağmen en iyileriydi.

İyi olan taraf şu: Karaman, bu 20 yılda düzelme yolunda bir mesafe katetmiş.

(Bunu ironi olsun diye söylemiyorum. 

Ne yazık ki, onunla aynı gazetede yazanlar bu 20 yılda, bir iki istisna dışarıda bırakılırsa, çok daha kötü noktalara savruldular. 

Bu sözüm, sadece ayrılıp Karar gazetesine gidenler değil, kalanlar için de geçerli. 

Akparti’nin de maalesef, “gemiye binince dini Allah’a has kılıp yalvaran, karaya çıkınca unutan” insanları hatırlatır şekilde, genelde, her seçim öncesinde dindarlaştığını, seçimi selametle atlatınca da “Tekkeye mürit aramıyoruz” türü söylemlere sarıldığını görüyoruz. 

Başörtüsü, sakal, Ayasofya ve daha birçok konudaki hizmetlerini takdir ve şükranla anıyoruz, fakat mesele bunlardan ibaret değil.)

*

Karaman’ın 20 yıl önceki yazısındaki ifadeleri, Şeriat konusundaki boş vermişliği bir tarafa bıraksak bile, yine de yanlış bir yaklaşıma yaslanmaktaydı. 

1. Herşeyden önce, “Türkiye’ye Şeriat getirmek gibi olmayacak bir dava”dan söz ettiğinizde ve İmam Hatipliler’in ortak akıl ve iradesinin farklılığını vurguladığınızda, muhataplarınıza sizden daima şunu talep etme hakkını tanımış oluyorsunuz: Türkiye’ye Şeriat getirme çabasından uzak durmak.

Birincisi, böyle bir teminatta bulunmaya mecbur değilsiniz. Mecbur olmadığınız gibi hakkınız da yok.

İkincisi, “Şeriat getirmenin” ne anlama geldiği konusunda hiçbir zaman ortak bir kanaate varılamayacaktır.

Dolayısıyla, başkalarına kendi özgürlüklerinizin sınırı konusunda, böylesine sübjektif bir kıstas sunmak akıl kârı değildir.

Unutulmamalıdır ki, Eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmı ile defetmeseydi manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan mescidler elbette yıkılırdı”. (Hac, 22/40)

*

2. Şeriat konusunu başka bir düzlemde tartışmak gerekir. Mesela, cuma gününün tatil olması istense, birileri bunu bugün bile “Şeriat’in gelmesi” olarak nitelendirir.

Oysa, cumartesi gününün tatil olması, Türkiye’de Yahudi Şeriati’nin kısmen uygulandığını göstermektedir.

Yine pazar gününün tatil olması da, Hristiyan Şeriati’nin de ihmal edilmediğinin delilidir.

Öte yandan Türkiye’de boşanmanın zor oluşu (böylece tarafların genelde aile sırlarını ortaya dökerek birbirlerini rezil etmeleri ve cinayete kadar giden ihtilaflara ve kan davalarına yol açmaları) gibi Medeni Kanun’da yer alan bazı hükümler de, köken olarak Hristiyanlığa dayanır.

Yine yasaklar değilse de serbestlikler Hristiyanlar’a göredir. Mesela içki, domuz eti vs. serbesttir; nitekim Hristiyanlar bunları kendilerine helal bilirler.

Ateistlerin hatırı da unutulmamıştır, mesela zina serbesttir. Bir erkek anlaşmalı olma kaydıyla istediği sayıda kadınla (evli bile olsalar) serbestçe zina edebilir, fakat bir müslüman erkek ikinci evlilik yapsa tefe konulur. Suçu, zina etmemesidir.

Batı’dan aldığımız kıyafetler de, Yahudi ve Hristiyan Şeriati’ne uygundur. Bizim fraklı ve fötrlü devlet adamlarımızın kıyafetleriyle, İsrail’deki Yahudi şeriatçilerinki arasındaki fark sadece genişlik, darlık gibi hususlardadır.

*

3. Yahudiler’in ne çok “olmayacak davalar”ı vardı, ama oldu.

Çünkü, aradan 2 bin yıl geçtiği halde davalarına “olmayacak dava” demediler.

Bizimkiler ise 80 senede teslim bayrağını çekebiliyorlar.

Çevrelerine umutsuzluk (moda tabirle negatif enerji) yayabiliyorlar.

İmam Hatiplileri bu sözde suçtan arınmış göstererek inanç hürriyetini çiğneyenlerle aynı dili konuşabiliyorlar.

*

4. Bütün İslam alimleri, Şeriat’in temel gayelerini beş madde halinde sıralarlar: Dinin korunması, nefsin (canın) korunması, neslin (meşru ve sahih nesebin, soy-sopun) korunması, malın korunması (insanların mallarının haksız olarak gasp edilmemesi), aklın korunması (içki ve uyuşturucu gibi şeylerle çalışmaz hale getirilmemesi).

Bu noktada, Şeriat’teki “dinin korunması” gayesinin, Şeriat’le yönetilmeyen ülkelerde “rejimin korunması”na dönüştüğünün altını çizmek gerekir.

Nasıl ki Şeriat, dinin korunması amacı çerçevesinde müslüman olmayanların yöneticilik konumuna gelmelerine izin vermezse, Şeriat dışı rejimler de genellikle “rejim karşıtı” olanları kamu görevlerinden uzak tutarlar.

Böylesi rejimlerde insanların öncelikle rejime “iman ettiklerini” ispatlamaları istenir.

Aksi takdirde bazı vatandaşlık haklarından yararlanamazlar.

İslam’da, müslüman olduğunu ispatlamanın yolu “Kelime-i Şehadet” getirmek, “Allah’tan başka tanrı olmadığına ve Muhammed’in s.a.s. onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum” demekten ibarettir. Şeriat dışı rejimlerde de, etkili mevkilere gelen insanların (hatta sıradan bir memuriyete atananların) önce rejimin “kelime-i şehadet”ini söylemeleri gerekir.

Bu genellikle, “anayasadaki falan ilkelere” veya “falanca şahsın ilkelerine bağlı olduğuna” dair namus sözü vermek şeklinde gerçekleşir.

Kılıçdaroğlu'nun okullara yeniden getirmek istediği "Andımız" da, insanlara ideoloji ve inanç dayatan, "fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür" olmayı çok gören böylesi bir "kölelik metni"ydi.

*

Din nasıl değişme kabul etmezse, dinde “reform” olmazsa, bu rejimlerde de “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” ilkeler mevcuttur. Rejim, reform kabul etmez. 

Bu noktada “akl”ı ve “en hakiki mürşit” olduğu söylenen ilmi bir tarafa atarak Ata’sının ilke ve devrimlerine gökten inmiş vahiy gibi iman etmiştir.

Nasıl İslam’da insanın müslüman olduğunu göstermek için “Kelime-i Şehadet”i söylemesi yeterli değilse, namaz ve oruç gibi bazı emirlere uyması, Cuma namazı gibi “toplu ibadet”lere katılması gerekiyorsa, aksi takdirde müslümanlığına kuşkuyla bakılacaksa, sözünü ettiğimiz türden rejimlerde de, insanların “namus sözüne” çok fazla itibar edilmez.

Rejimin bazen açıkça ilan edilen, bazen de zımnen belirtilen birtakım ritüellerinin ifası istenir. Mesela rejimin “toplu törenleri”ne katılmak, rejime olan iman ve sadakatini fiilen (amel ile) göstermek, bu törenlerin icra edildiği açık ve kapalı mekânlarda boy göstermek gerekir.

Bunları yapmayan bir resmî görevlinin rejime bağlılığı tartışma konusu olur.

Yani sizin Şeriat’ten vazgeçmeniz, başkalarının “rejim”den vazgeçeceğini göstermez.

Sadece Şeriat’ten vazgeçtiğinizle kalırsınız.

*

5. Şeriat’in gelmesi olmayacak bir dava değilse de, Türkiye’de “olmayan” bir davadır.

Fakat bu ülkede demokrasinin tam işletilmemesi, hak ve özgürlüklerin tam olarak verilmemesi, insan haklarının ihlal edilmesi, hukukun çiğnenmesi vs. “olan” bir durumdur.

Başkaları “olan” için hesap verme gereği duymazken, Karaman gibiler niçin “olmayan”dan dolayı suçluluk psikolojisine kapılıyorlar?

*

6. “Susma, sustukça sıra sana gelecek” derler.

“Türkiye’ye Şeriat getirmek gibi olmayacak davaların peşinde koşanlar” susturulduğu zaman sıra size gelmeyecek mi?

Gelmez mi?

İlke” olarak bütün müslümanların fikir hürriyetinden yararlanmasını savunmasanız bile, “taktik” düzeyde buna ihtiyacınız vardır. Çünkü pazarlık marjınız kalmaz.

*

7. Türkiye eğer demokratik bir ülke ise ve fikir hürriyeti varsa, “Türkiye’ye Şeriat getirme çabası içinde olan” insanları, PKK gibi silahlanmadıkça kimin suçlamaya hakkı olabilir?

John Stuart Mill şöyle der:

“Biri hariç, bütün insanlık aynı kanaatte olsalar ve yalnızca bir kişi zıt kanaate sahip olsa, insanlık bu insanı susturmakta haklı olamaz, tıpkı onun iktidarı ele geçirdiğinde insanlığı susturmasının haklılaştırılamayacağı gibi. Ortodoks [resmî] olmayan kanaati susturmak, sadece yanlış değil, aynı zamanda zararlıdır; çünkü insanlığın elinden bir fırsatı gasp eder; bu fırsat hakikat olması, doğru olması veya kısmen doğru olması mümkün olan düşüncelerle insanlığın tanışabilmesidir. Tartışmanın her susturuluşu bir yanılmazlık varsayımıdır.”

*

8. Bir İslam devleti, Şeriat’in onlara verdiği hakları istismar edecekleri suçlamasında bulunarak zimmîlerin hak ve özgürlüklerini kısıtlayamaz.

Böyle yaparsa, o zimmîlerden önce kendisi Şeriat’i yıkmış olur.

Yani, bir müslüman olarak ben, müslümanlığın gereklerini yerine getirmeyi muhataplarımdan bekleyemem.

Bunu yapmak zorunda olan benim.

Aynı şekilde, demokrat ve çağdaş (!) olmak zorunda olanlar da, bunları savunanlardır.

Fakat, demokrat ve çağdaş olduklarını söyleyenlerin kendileri (fırsat bulduklarında, güçleri yettiğinde) ne demokrasiyi işletiyorlar ne de benimsediklerini söyledikleri çağdaş hukuk normlarına uyma zorunluluğu hissediyorlar.

Bunu, Şeriatçi olduklarını iddia ettikleri kişilerden bekliyorlar. Kendileri bundan muaf.

*

9. Allah c.c. imhal eder, ihmal etmez. Mehil verir, süre tanır, fakat sonunda hesabı görür. Allah için “olmayacak dava” yoktur. Her zalimin yakalandığı bir zaman vardır. “... Zulmedenler nasıl bir inkılap ile döndürüleceklerini bileceklerdir.” (26/227)

Hiçbir put, ebediyen ayakta kalamaz.

Hiçbir anıt mezarda sonsuza dek saygı duruşu yapılamaz.

Aciz olan insanlardır, Allah Azze ve Celle değil.

Tedbir almak acizler içindir, güçlü olan takdir eder.

Bizim birşeyi yapamayacak olmamız, o şeyin yapılamayacağını göstermez.

Kimlerin eliyle yapılacağını ise ancak Allah bilir.

“... Bu Allah’ın fazlıdır ki, dilediğine verir. Allah, lüftu geniş olandır, herşeyi bilendir.” (Maide, 5/54)

“O dilerse sizi giderir, yepyeni bir halk getirir. Bu, Allah’a güç değildir.” (İbrahim, 14/20)

O yüzden, bize düşen Allah adına konuşmamak, “olmayacak dava”lardan söz etmemektir.

Neyin olup neyin olmayacağını ancak Allah bilir..

*

Bu tür meseleler “olmayacak dava” diye boş verilip geçilemez.

Sen olup olamayacağına bakmadan vazifeni yapmak zorundasındır.

Münkerden nehiyle ilgili hadis hakkında İmam Nevevî (rh. a.) şunları yazmış bulunuyor:

“Efendimiz’in (s.a.s.), ‘İşte bu imanın en düşük derecesidir’ sözü: Bundan maksat, aciz olan birisi kalbi ile buğzedince başkasına göre imanı en zayıftır demek değildir. Bundan maksat, imanın en alt mertebesinde demektir. [Çünkü gücü yok, aciz] İşte amel imanın bir neticesidir. İmanın kötülükten alıkoyma hususunda en üst seviyedeki meyvesi (neticesi), eli ile düzeltmektir. Bu durumda öldürülürse şehit olmuştur. Allah (c.c.) [Lokman a.s.'ın sözlerini aktararak] şöyle buyurur: ‘Ey oğulcuğum, namazı dosdoğru kıl, iyiliği emret, kötülükten alıkoy. Başına gelenlere karşı da sabret.’ (31/17) Dili ile nehyetmeye gücü yetenin kendisini dinlemeseler bile vazifesini yapması vaciptir. Nitekim selam verdiğinde selamını almayacaklarını bildiği halde kişinin selam vermesi gerektiği gibi.

“Eğer Peygamber’in (s.a.s.), ‘Eğer gücü yetmezse dili ile, buna da gücü yetmezse kalbi ile...’ sözü; kalbi ile de gücü yetmezse başka birşeyle yapmamasını, emrin vücup ifade ettiğini ifade eder denilebilir [denilirse], bu iddiaya iki şekilde cevap verilir:

“1. Bu hadisten anlaşılan mana, ‘Başına geleceklere karşı sabırlı ol’ ayeti ile tahsis edilmiştir. [Yani münkerden nehiy yüzünden birtakım zorluklar, sıkıntılar yaşayabilirsin.]

“2. Hadiste kastedilen emir, yasak olan şeylerin nehyedilmesi içindir. Müstehab olanların kaldırılması için değildir.

“Kalb ile buğzetmede, yasaklanan şeyi değiştirme gayreti yoktur, denilebilir. Böyle olunca Efendimiz’in ‘kalbi ile’ sözünün ne manası kalır? denilebilir. Buna şu şekilde cevap verilir: Bundan maksat buna razı olmayıp karşı koymaktır. Allah’ın zikri ile meşgul olabilir. Allah (c.c.) bu şekilde davrananları Kur’an-ı Kerim’de şu ayet-i kerime ile övmüştür: ‘Boş bir şeye rastladıklarında vakar ile oradan geçip giderler.’ (25/72)”

(İmam Nevevî, Kırk Hadis Tercüme ve Şerhi, çev. İbrahim Hatiboğlu, İstanbul: Kahraman Yayınları, 2001, s. 143-144)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...