ATATÜRK İLE İNGİLİZ İSTİHBARATI'NIN (GİZLİ SERVİSİNİN) İSTANBUL ŞEFİ ARASINDAKİ İLİŞKİNİN ŞİFRE VE KODLARI

 






Dr. Seyfi Say


Atatürk diyor ki:

[Ben İstanbul'dayken] Bir gün, Umumi Harpte [Birinci Dünya Savaşı'nda] İstanbul otellerinden birinin [Pera Palas'ın] müdürü iken tanıdığım M…. [Mösyö Martin] Şişli’deki evime geldi, Birçok şeyden bahsettikten sonra, bana dedi ki:

- "Burada ecnebilerle temastayım. Size ne kadar ehemmiyet verdiklerini de biliyorum. … [İngiltere] Sefaretinde [Büyükelçiliğinde] Mösyö F… [Frew] sizinle görüşmek istediğini birkaç defa tekrar etti. İster misiniz sizi bizim evde buluşturayım.”

Fethi Bey’ e [Fethi Okyar] doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı:

- "Konuşalım," dedim, "fakat eğer o istiyorsa…"

Davet günü Madam M….’nin [Martin] salonundayız. Biraz sonra:

- "Mösyö F…. ” dediler, içeriye giren zat oturduğum kanepenin soluna yerleşti. Fransızca görüşüyorduk:

- "Ben çoktan beri Türkiye’de yaşayan bir ecnebiyim," diye söze başladı, "Türklerin, daha doğrusu, İttihat ve Terakki’nin idaresini bizzat gördüm. Ne fecidir efendim, bilirsiniz. Umumî Harp’te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye’yi mahveder.”

- "Fakat," dedim, "siz benimle görüşmek istemişsiniz, bu hanım ve kocası delalet [rehberlik, aracılık] ettiler, sizinle konuşmamın faydalı olacağını söylediler, bana bunları söylemek için mi bu mülakatı aradınız?”

- "İttihat ve Terakki’nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz.”

- "Ben İttihat ve Terakki’nin mümessili [temsilcisi, sözcüsü] değilim!”

Nutkuna devam etti. Canım sıkılmadı değil, fakat bunu mümkün olduğu kadar saklamaya çalıştım:

- "Evet, İttihat ve Terakki’nin mümessili değilim, fakat müsaadenizle söylemeliyim ki İttihat ve Terakki vatanperver bir cemiyet idi. Başlangıcından çok zaman sonrasına kadar ben de bu cemiyet içinde bulundum. Cemiyet hiçbir vakit sizin bu tezyiflerinize (aşağılamalarınıza) hak verecek bir mahiyet almamıştır. Çok kusurları ve yanlışları olabilir. Ama vatanperverliği münakaşaların üstündedir.”

Bu zatın, bu mülakatı niçin istediğini hâlâ anlamadım. ...

(Falih Rıfkı Atay, M. Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi, 1999, s. 131-3.)

*

salabet.wordpress.com adlı sitede yer alan bir yazıda, Atatürk'ün bu sözleri hakkında şu değerlendirmeler yapılmış:

İşin açıkçası, M. Kemal Atatürk'ün anlattığı bu hikâye insana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü hikâyede "hayatın olağan akışı" açısından akla yatmayan, sağduyuya ters gelen mantıksız ve tutarsız noktalar var. Anlatıdaki tuhaf boşluklar, öykünün havada kalmasına yol açıyor. İnsana, "Burada anlatılmayan başka şeyler olabilir mi?" diye düşündürtüyor.

Birincisi, bu Rahip Frew ile yaptığı görüşme zararsız bir görüşme idiyse, neden Falih Rıfkı'nın ilgili isimleri sansürlemesi icap etmiş?

Aynı şekilde ilgili sefaretin (büyükelçiliğin) ismi neden saklanmaktadır?

Neden?

Ayıp mıdır, günah mıdır, nedir yani?

Bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde şu çok açık: Sözü edilen M....'ler İngiliz gizli servisinin ajanları ya da işbirlikçileri durumunda. Evlerini de servisin hizmetine açmışlar. Ve de bu M....'ler, Mustafa Kemal'le de samimi görüşüyor, evine gelip onu rahatça ziyaret edebiliyorlar. Öyle ki, Mustafa Kemal, onların ricasını kırmıyor. Anlatılan hikâyeye göre durum bu.

İkincisi, herşeyde inisiyatifin kendisinde olmasını huy edinmiş olan M. Kemal, neden bu görüşmeyi kabul sorumluluğunu "Fethi Bey' e doğru döndüm, kabul et, der gibi baktı" diyerek Fethi Okyar'a yıkmaya çalışmaktadır?

Üçüncüsü, hikâyeye göre teklifin Frew'dan geldiği açıkken, M....'ye "Konuşalım, fakat eğer o istiyorsa…" diye cevap vermiş olması mümkün olabilir mi?

Mustafa Kemal, M...'ye böyle dediğini söyleyerek (Ki, "hayatın olağan akışı" içinde aklı başında birinin söyleyebileceği bir söz değil) görüşme isteğinin kendisinden değil de karşıdan geldiğini vurgulama ihtiyacını neden duymaktadır?

Dördüncüsü, karşındaki adam (Ki, düşman milletten) İttihat ve Terakki'nin Osmanlı-Türk vatanseverliğini umursar mı ki, sen ona "Yanlışları var ama vatanseverler" diyorsun, ya da demiş olasın? Mesela sen İngilizler'in İstanbul'daki zulümlerini anlatacak olsaydın, ve de adam, "Askerlerimizin hataları var ama, vatanseverler.. İngiltere'ye sadıklar, bu her türlü tartışmanın üstündedir" şeklinde "Dam üstünde saksağan, vur beline kazmayı" türünden ilgisiz bir cevap verseydi ne düşünürdün? Öyle bir ortamda böyle bir konuşmanın cereyan etmiş olması "hayatın olağan akışı"na uygun düşer mi?

Beşincisi, sen neden o görüşmede işgalcilerin İstanbul'daki zulümlerini gündeme getirmedin?

Hamiyyetin neredeydi?

Altıncısı, canının sıkıldığını saklama ihtiyacını neden duydun? Neden canın sıkılmamış gibi davrandın? Ve bunu nasıl başarabildin? İstediğin zaman devreye koyabildiğin böylesi bir aktörlük ve rol yapma yeteneğin mi var? Hikâye çerçevesinde görüşme teklifi karşıdan geldiği ve sen teklifi kabul edip M....'lerin evine gitme zahmetine katlandığına göre psikolojik açıdan üstün taraf sen olmalısın. Böylesi bir durumda kıytırık bir "maceraperest"e karşı bu derece alttan almak, vatanı kurtarmak için dünyayı karşısına almaya hazır bir "kahraman"dan beklenecek birşey midir?

Yedincisi, adamlar, M....'den naklettiğin lafa göre sana önem veriyorlarsa, ve de seninle görüşmek için M....'den defalarca talepte bulundularsa, sen de nazlanarak kabul edip görüşmeye gittiysen, sanki sen bir talepte bulunmuşsun da onlar pazarlığa devam etmek için önüne bir ön şart getirmişler gibi nasıl "İttihat ve Terakki'nin cinayetlerini evvela tasdik etmelisiniz" diyebilirler?

Böyle bir sözün söylenmesi ancak sen onlardan bir talepte bulunduysan "hayatın olağan akışı"na uygun kabul edilebilir.

Bu kadar mantıksızlık ve tutarsızlık, ayağı yere değmezlik bir hikâye için fazla değil mi?

Sekizincisi, karşındaki adam, sanki Birinci Dünya Savaşı'na bir tek kendisi şahit olmuş, başka kimsenin haberi olmamış da kimsenin bilmediği birtakım esrarengiz sırları anlatacakmış gibi manyakça "Umumî Harp'te şahit olduklarımı tekrar etmekten utanırım. Belki de hepsini anlatsam, medeniyet âlemi Türkiye'yi mahveder" diye konuşmuş olabilir mi?

Diyelim ki konuştu, böyle bir manyaklığı yapan adama, "Sende utanma duygusu varsa, ki yok gibi görünüyor, kendi yaptıklarınızdan utanmalısın. Biz gidip İngiltere'ye, İngiliz topraklarına saldırmadık, siz gelip bize saldırdınız, şimdi de başkentimizi bile işgal ettiniz, Mondros Mütarekesi'nin şartlarını da çiğniyorsunuz" niye diyemedin?

Bu eleştiriler yerinde olmakla birlikte, yetersiz.

Konu dağılmış, böylece meselenin özü arada kaynayıp gitmiş.

*

Rahip (Reverend) Robert Frew'un, İngiliz İstihbaratı'nın (gizli servisinin, casusluk şebekesinin) o zamanki İstanbul şefi olduğu biliniyor.

Atatürk, yukarıdaki açıklamalarını, milleti aptal yerine koyarcasına "Bu zatın, bu mülakatı niçin istediğini hâlâ anlamadım" diyerek bitirmiş

O görüşmeyi niçin istediğini hâlâ anlamamışsa, sonraki görüşmeyi ya da görüşmeleri niçin yaptıklarını herhalde gayet iyi anlamıştır.

Çünkü, Falih Rıfkı'ya (Frew'la bir daha görüşmeyi kabul etmediği kaydıyla) bunları söyledikten bir yıl sonra yaptığı (Nutuk adıyla kitaplaştırılan) uzun konuşmasında, bu casusla İstanbul'da bir iki defa görüştüğünü söylemek suretiyle, daha sonra en az bir kez daha görüşmüş olduğunu ağzından kaçırmış bulunuyor.

*

Rauf Orbay'a göre, bu sayı üç de olabilir. (Bkz. Feridun Kandemir, Hatıraları ve Söylemedikleri ile Rauf Orbay, İstanbul: Sinan Matbaası, 1965, s. 32)

Atatürk'ün sadık yaveri Cevat Abbas'a göre ise, Atatürk bu "fasılalı" görüşmelerden çok şey öğrenmişti:

Atatürk, İstanbul’da bulunduğu ayların sonlarına doğru İtalya mümesilli [temsilcisi] Kont Sforzia ve Papaz Mister Frew ile de ayrı ayrı ve fasılalı tarihlerde görüşmüştü. Aldığı kanaat acı idi. Ağırdı. Samsun ve İzmir mıntıkalarının bir gün işgal altına alınacağı ve Ermeni yurdu yapılacağı kanaatini bu mülakatlar vermişti.

(Atatürk’ün Yaveri Cevat Abbas Gürer, Cepheden Meclise Büyük Önder ile 24 Yıl, 5. b., İstanbul: Gürer Yayıncılık, 2007, s. 214.)

Kont Sforza, İtalyanlar'ı temsil ediyor, Frew ise, İngilizler'i.. 

Zaten, onu Atatürk'le buluşturan Martin, adresi olarak İngiliz Sefareti'ni/Büyükelçiliği'ni gösterecektir.

Adam İngilizler'i temsil etmese, onun Samsun ve İzmir'le ilgili kara haberlerine itibar etmek gerekmezdi. 

Durum buyken, Cevat Abbas'ın sadece kulaktan duymuş olduğu halde hatırladığı görüşmeyi Atatürk (kendisi yaptığı halde) sonradan unutacak, ve Falih Rıfkı'ya "Bir daha da görüşmedim, benimle niçin görüştüğünü de hâlâ anlayamadım" diyecektir.  

Hafızası mı çok zayıftır, yoksa bile bile yalan mı söylemektedir?

Bu "casus"lu hikâyede doğruluk ne yana düşer usta, yalan ne yana?

*

Evet, meşhur Nutuk'unda, Rahip Frew ile mektuplaşan Sait Molla'nın mektuplarını virgülünü atlamaksızın büyük bir iştahla okuyan, "Bakın nasıl da bir İngiliz'le işbirliği yapmış" diye heyecanla arşivini ve hafızasını konuşturan Atatürk, bu arada, söz konusu Frew'la kendisinin de bir iki defa görüştüğünü itiraf eder.

Ancak, yine "unuttuğu" şeyler vardır.

Birincisi, adamın İngiliz İstihbaratı'nın İstanbul şefi olduğunu söylemez.

İkincisi, onu sıradan bir "sergüzeşt-cû" (macera arayan, macera heveslisi) olarak gösterir. 

İmdi, hakkındaki yayınlarda bir "şifre uzmanı" olduğu belirtilen bu Frew, Sait Molla ile şifresiz mektuplaşıyor, fakat, Atatürk ile yaptığı görüşmelerde şifreye bile güvenmiyor.

Yüzyüze konuşuyor.

Ve ne konuşmuş oldukları hâlâ bir sır.

*

"Meselenin özü" demiştik, oraya gelelim.

Casus Frew ile Atatürk'ün sonraki görüşme ya da görüşmelerinde İzmir ve Samsun kelimelerinin geçmiş olması ilginç.

Bilindiği gibi, İngilizler ve müttefikleri, Yunanlılar'ın İzmir'e çıkarma yapmasına izin verdiler.

Bu arada Samsun ve havalisinde de müslümanlarla gayrimüslimler arasında çatışmalar yaşandı. İngilizler, o havalideki Ermeni ve Rumlar'ı harekete geçirdiler, ve müslüman halk da kendisini korumak için çeteleşmeye başladı.

Bunun üzerine İngilizler, İstanbul Hükümeti'nden, orada sükuneti sağlamak için hareket geçmesini sert bir üslupla istedi. ("Yunan İzmir'e çıktı, ona karşı milleti örgütlemesi için bir adamınızı Anadolu'ya gönderin" deseler olmazdı.)

Böylece, Vahideddin'in yaveri Atatürk'ün müfettiş olarak Samsun'a gitmesi olayı gündeme geldi. 

Vahideddin'i ve İstanbul Hükümeti'ni asıl telaşlandıran Samsun değildi, Yunan'ın İzmir çıkarmasıydı, fakat Samsun bahanesiyle gönderilecek bir komutan, Anadolu'yu Yunan'a karşı derleyip toparlayabilirdi.

İngilizler'in salakça kendilerine verdiği bir "pas"ı değerlendirerek onlara gol atacaklarını düşünüyor, içten içe seviniyorlardı. 

*

Vahideddin ve İstanbul Hükümeti, İttihatçı liderler tarafından sevilmeyen ve onlarla arası iyi olmayan Atatürk'ün bu iş için uygun olduğunu, İttihatçı bir isme İngilizler'in vize vermeyeceklerini düşündüler.

İngilizler'in İttihatçı liderlere yakın olanlara tahammülü yoktu. 

Nitekim, Atatürk'ün Fethi Okyar ve İsmail Canbulat gibi en yakın iki arkadaşını bu yüzden Malta'ya sürgün etmişlerdi. 

Fakat Atatürk'e (anası Zübeyde Hanım'a Anadolu'dan yazdığı mektupta belirteceği gibi "nasılsa") dokunmamışlardı: "Bana nasılsa ilişememişlerdi." 

*

Demek ki, Vahideddin, İngilizler'in Atatürk konusundaki bu mülayemetini kullanabilir, onu gizli görevle Anadolu'ya gönderebilirdi. Vize sorunu yaşanmazdı.

Böylece Padişah, Atatürk'ü, onun ifadesiyle "Paşa paşa, devleti kurtarabilirsin!" diyerek, Anadolu Genel Valiliği anlamına gelen olağanüstü yetkilerle Samsun'a göndermişti. 

Bilmediği ise, kendisine "[Zat-ı Şahane'nin] Kulları Mustafa Kemal" diye Anadolu'dan telgraflar gönderecek olan Atatürk'ün, yanındaki sadık adamlarına "Osmanlı Devleti'ni yıkacağız, cumhuriyet ilan edeceğiz, millete şapka giydireceğiz, tesettürü kaldıracağız" diye konuşacağı, takiyye ve gizli gündemle kendisini ve milleti aldatacağıydı.

Nitekim, TBMM'nin ilk açılışında yaptığı konuşmada şunları söyleyecekti: 

... İşte bu sırada idi ki, Anadolu'ya mülkî [idarî, yönetsel] ve askerî hususatla [konularla] muvazzaf [vazifeli, görevli] olmak üzere ordu müfettişliğine tayin edildim, bu teveccühü din ve millete hizmet etmek için en büyük bir mazhariyet-i ilahiyye [Allah'ın lütfu] addeyledim. 

(TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt 1, Ankara: TBMM Matbaası, s. 9. https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/24_04_1336.pdf)

*

Aslında Allahu Teala'nın lütfu olarak görmemişti.

Yalan söylüyor, "din istismarı" yapıyordu.

Nitekim yıllar sonra, ilhamını, "gökten indiği sanılan kitaplar"dan almadığını söyleyecekti. (Daha Erzurum Kongresi günlerinde gizli kalması kaydıyla adamlarına düşman olarak tesettürü, ideal olarak da şapkayı gösteren adamda "dine hizmet" düşüncesi olabilir mi?!)

Ancak, Vahideddin'in kendisine olan teveccühünün, "din ve millete hizmet" etmesi için olduğunun farkındaydı.

Bu yüzden TBMM'nin açılışında bunları söylüyor, hilafet makamına bağlılık yemini ediyordu.

Fakat zaferden sonra Dolmabahçe'de karşılıklı oturup kahve içecekleri kişi Vahideddin değil, İngiltere Kralı Edward olacaktı.

Ancak, öncesi vardı, İstanbul'da İngiliz İstihbaratı'nın İstanbul şefi Robert Frew'la karşılıklı kahve içip "geleceğe dair" görüş alışverişinde bulunmuşlardı. Fasılalı tarihlerde.

Cevat Abbas'ın anlattığına göre, daha ortada Yunan'ın İzmir işgali ve kendisinin Anadolu'da görevlendirilmesini sağlayacak Samsun meselesi yokken, casus Frew'la aralarında "içinden İzmir ve Samsun kelimeleri geçen" görüşmeler kotarmışlardı.

*

"Meselenin özü" demiştik, mevzu nereye geldi..

Atatürk'ün Falih Rıfkı'ya anlattığı kırıntı kabilinden eksik gedik sözler, onun Frew'la yaptığı ilk görüşmenin asıl gündemini ortaya koyuyor: İttihatçılar.

Evet, her ne kadar İttihat ve Terakki'nin üç lideri (Enver, Talat, Cemal) ülkeden kaçıp gitmiş idiyseler de, İttihatçılar ülke genelinde ve İstanbul'da hâlâ en örgütlü ve etkin siyasal hareket durumundaydı. 

Kaçak liderlerle bağlantılı isimler siyasal hayatı etkilemeye devam etmekteydi.

Atatürk'ün ise o sırada bütün "hava"sı, padişah yaverliğinden geliyordu. 

Vahideddin'in kendisini sadrazam veya hiç değilse Harbiye Nazırı (Milli Savunma Bakanı) yapmasını istemekte ve beklemekte, fakat İstanbul'daki politik dengeler buna izin vermemekteydı.

*

İttihatçıların önde gelenleri tarafından ise hiç sevilmiyordu. Kendisi için, Falih Rıfkı'nın Çankaya'da yazdığına göre, "ahlâksız, sarhoş, gözü doymaz, harîs (hırslı, ihtiraslı), sefih" diyorlardı

Padişah'a gelince... Denklemdeki etkisiz eleman durumundaydı. Öyle de kalacaktı. 

Kendisinden önceki padişah Mehmet Reşat, İttihatçılar'ın elindeki acınası bir kukla olmaktan öteye gidememişti. 

İttihatçılar'dan enkaz devralan Vahideddin ise, ondan bile zavallı durumdaydı.

O gün için Atatürk'ün kaygılanacağı isim ya da odak, "kafaya aldığı" Vahideddin değildi, bir ahtapot gibi memleketi sarmış olan İttihatçılar'dı.

Ki onlar, Babıali'yi (Başbakanlığı) basıp İçişleri Bakanı'nı katletmeleri, gasp suretiyle iktidar olmaları, muhaliflerini tetikçileri vasıtasıyla sokak ortasında öldürmeleri gibi hukuksuzluklarıyla şöhret bulmuşlardı.

*

Meselenin özü burası.

İngilizler, İttihatçılar'ı Malta'ya sürerek siyaset denkleminden uzaklaştıracaklardır.

Ancak, onlar durmayacak, Kara Vasıf ile Kara Kemal, Karakol Cemiyeti'ni kuracaklar, başka oluşumlara da imza atacaklardır.

Fakat İngilizler, sonraki süreçte bu örgütlere yönelik operasyonlarıyla İstanbul'da İttihatçılar'in belini kıracaktır. İlginç ve kendileri açısından yararsız, Atatürk açısından ise çok faydalı bir zamanlamayla..

Defterlerinin tamamen dürülmesi ise, İzmir Suikasti bahanesiyle Atatürk'ün elinden olacaktır.

*

Atatürk'ün, İngiliz İstihbaratı'nın İstanbul şefi ile yaptığı ilk özel görüşmeye ilişkin olarak sadece İttihatçılar'dan bahsetmiş olması, önemli bir ipucu..

"Mösyö Martin'in evine gittim.. Frew geldi.. Karşılıklı oturduk.. Hiç konuşmadık.. Hint fakirleri gibi gözümüzü yumduk, bir saat kadar öyle meditasyon yaptık. Çok yararlı oldu, verimli bir görüşmeydi" diyemezdi.

Ne konuştuklarına dair bir cümlecik de olsa birşey söylemesi gerekiyordu. Böylece "ana gündem"e değinmek zorunda kaldığı anlaşılıyor.

Sonrasında harcıalem laflarla meseleyi geçiştirmek istemiş fakat becerememiş, salabet.wordpress.com adlı sitede yer alan yazıda ifade edildiği gibi, cevap isteyen yeni soruların ortaya çıkmasına neden olmuş:

İşin açıkçası, M. Kemal Atatürk'ün anlattığı bu hikâye insana pek inandırıcı gelmiyor. Çünkü hikâyede "hayatın olağan akışı" açısından akla yatmayan, sağduyuya ters gelen mantıksız ve tutarsız noktalar var. Anlatıdaki tuhaf boşluklar, öykünün havada kalmasına yol açıyor. İnsana, "Burada anlatılmayan başka şeyler olabilir mi?" diye düşündürtüyor.

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN OSMANLI DEVLETİ’NE "AÇIK" İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 39   Bir önceki bölümde, Selanikli’nin, (Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasın...