(Türkiye, İran'ın aksine ABD'ye bu açıklıkta efelenemez, fakat kapalı kapılar ardında pazarlık yapabilir.)
PKK,
Abdullah Öcalan’ın çağrısına olumlu cevap vermiş durumda.
Ateşkes
ilan ettiler.. Öcalan’ın süreçte daha etkin biçimde rol alması şartını öne
sürüyorlar.
Bu kadar
çabuk olumlu cevap vermeleri şaşırtıcı.
*
PKK’nın
arkasında (başta ABD ve İsrail olmak üzere) yabancı devletlerin bulunduğu bir sır
değil.
ABD’nin
Çekiç Güç’ünün geçmişte PKK’ya da kol kanat gerdiği hep söylendi, yazıldı
çizildi.
Bunun
yanı sıra, birileri Barzani’nin de köken olarak yahudi olduğunu, arkalarında İsrail’in
bulunduğunu sürekli tekrarladılar.
Bu arada,
Öcalan’ın da köken olarak Ermeni olduğu öne sürüldü.
Köken
meselesinin içyüzünü bilmiyoruz, fakat Ortadoğu’daki son Kürt hareketlerine
İsrail’in ve Batı’nın destek verdiği kesin.
Soru şu:
Kürtçülerin ABD’den ve İsrail’den bağımsız hareket etmediklerine, edemeyeceklerine bizi
inandırmak için bugüne kadar kimisi doğru kimisi yanlış hikâyeler anlatanlar,
PKK’nın Öcalan’ın çağrısına bu kadar çabuk olumlu cevap vermesini, ABD ve İsrail’in
bu gelişmenin önüne takoz koymamasını neye bağlıyorlar?
*
İsrail
ve güdümündeki ABD, karşılığında HAMAS kurban edilmeden PKK’dan vazgeçebilir
mi?
PKK'nın feshine izin verir mi?
Bu fesih meselesinin seyrine göre, önümüzdeki dönemde, “HAMAS’ta iç muhasebe”
türünden, HAMAS’ın içine nifak sokma, onu sorgulama ve suçlama furyası
başlatılabilir.
Yukarıdaki başlıkta yer alan “28 Şubat’ta MİT’in rolü” ifadesi bana ait değil. Nazlı Ilıcak’ın Sabah’ta yayınlanan 28 Şubat 2013 tarihli yazısının başlığında o ifade yer alıyordu.
Ilıcak, söz konusu yazısında, “Brifinglere katılan yüksek yargı mensupları ya da ajitasyon yaratmak amacıyla manşet atan gazeteler, askerin müttefiki gibi görülürken, nedense, MİTbu işten sıyırıverdi” diyor.
Gerçekten de, sıyırıverdi. Hem de tereyağından kıl çeker gibi.
Halbuki, MİT’in vatansever, yurtsever, ülkesine ve milletine bağlı çok değerli bazı çalışanları o süreçte hiç de boş durmamışlardı.
Bunları Ilıcak şöyle sıralıyor:
“Önce, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, irtica tehdidi konusunda bilgilendirildi. Eylül 1996’da bu brifingi Demirel’e MİT verdi.”
*
Buraya dikkat!.. Henüz Eylül 1996’dayız.
28 Şubat 1997 tarihine altı ay var. Altı koca ay..
1990’lı yıllarda Aczmendilik diye bir tarikat kurmayı başaran işçi emeklisi Müslüm Gündüz, Aralık 1996’nın sonunda Fadime ile basılmak için henüz harekete geçmemiş.
Sincan’da Kudüs Gecesi düzenlenmemiş (Bu geceyi düzenleyenler Gezi Parkı eylemcilerinin yanında ağzı süt kokan çocuklar gibi kalıyordu ama olsun. Düşünün, resmî makamlardan izin alarak gece düzenliyorlar. Vay irticacılar vay!)
Henüz, bu muhallebi çocuğu gecesi yüzünden tanklar Sincan sokaklarında yürümemiş..
Eylül 1996’nın, “fırtına öncesi sessizlik” yaşanan günlerindeyiz.
*
Ancak, MİT uyumuyor.
Askerler uyusa bile, MİT uyanık. Askerleri de uyandıracak şekilde acayip teyakkuz halinde.
Ve, sonradan cılkı çıkacak brifingler serisini darbecilerden daha önce akıl ediyor, muhteşem Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’e brifing veriyor.
MİT, bunu yapmakla da kalmamış..
Ilıcak’ın ifadelerinden aktaralım:
“1 Şubat 1997’de, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal, Erbakan ile görüştü. Erbakan’ın konuşmalarını doğrudan Çankaya’ya rapor halinde gönderdi. Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği Erbakan’ın ifadelerini değerlendiren bir not kaleme aldı ve Refah Partisi’nin kapatılabileceği hususuna dikkat çekti.”
Görüldüğü gibi, MİT Müsteşarı Sönmez Köksal’ın görüşmeleri, adeta bir sihirli değnek işlevi görüyor.
Geleceği okumak, öngörmek gibi sıradışı bir yeteneği var. (Zatıalileri, kendisinden önce Bubi Rubinstein gibi oldukça “çağdaş” ve “millî” bir isme sahip bulunan bir şahısla evlilik yapmış olan Filiz Akın’la evlidir.)
MİT Müsteşarı, ülkenin Başbakanı hakkında Cumhurbaşkanı’na rapor sunuyor, ardından Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreterliği, MİT’ten aldığı ilhamla, sanki Anayasa Mahkemesi’ymiş gibi, Refah Partisi’nin kapatılabileceğini “öngörüyor”.
Askerler, tank yürütüyor, gürültü patırtı çıkarıyor, MİT ise sessiz ve derinden, ama ayağını yere sağlam basarak gidiyor.
Refah Partisi’nin kapatılacağını, çok önceden, hiç kimsenin aklından bile geçirmediği bir sırada, Cumhurbaşkanlığı’nın anlamasını sağlıyorlar.
Muazzam bir uzak görüşlülük, muhteşem bir öngörü yeteneği, müthiş ve derin bir “hukuk” bilgisi..
Mesele o zamanki hükümetin düşmesi değil arkadaş, sen daha anlamadın mı, Refah Partisi’nin bizzat kendisi buharlaşıyor.
Geride hükümet mi kalır!..
*
Peki MİT, meseleyi bu kadarla bırakmış mıydı?
Ne gezer!. Ilıcak’ı dinleyelim:
“21 Şubat’ta MİT, Demirel’e yeni bir brifing verdi. Bütün bu brifingler, Milli Görüş’ü ve Refah Partisi’ni hedef alıyordu.”
MİT çalışmış abi, boş durmamış..
Taa Eylül 1996’da bir brifingle başladığı memleketi kurtarma faaliyetine Şubat 1997’de olağanüstü hız vermiş.
Şubat’ın hemen başında Demirel’e Erbakan’ın konuşmalarıyla ilgili bir “rapor” sunmuşlar, Refah Partisi’nin kapatılmasının gerekebileceğini anlamasını sağlamışlar.
“Durmak yok, yola devam” demişler, 21 Şubat’ta bir brifing daha vermişler.
Bitmiş mi?
Ne gezer! Ilıcak’a tekrar kulak verelim:
“Nihayet, MİT, ‘İrticai faaliyetlerin önlenmesine dair tedbirler’ isimli 25 Şubat 1997 tarihli bir rapor yazdı. Rapor, 28 Şubat’taki Milli Güvenlik Kurulu’na sunmak üzere hazırlamıştı.”
Yaa, işte böyle..
MİT, gizli ajanları vasıtasıyla ülkemizdeki sürü sepet grubun, cemaatin, sivil hareketin vesaire rotasını çizmiyor, çizmeye çalışmıyor, aynı zamanda resmî düzeyde de, askerlerin “akıllanması”nı sağlıyordu.
MİT, işi kökünden halletmeye çalışıyor, taa altı ay öncesinden Cumhurbaşkanı ile ağını örmeye başlıyordu.
Cumhurbaşkanlığı’nın Refah Partisi’nin kapatılabileceğini anlamasını sağlayan MİT, aynı şeyi Anayasa Mahkemesi’nin de anlamasını sağlayabilir miydi?..
*
Anayasa’mıza göre, yargı bağımsızdır. Dolayısıyla, “yasalar çerçevesinde”, MİT’in böyle bir yetkisinin ve etkisinin olamayacağını kabul etmek durumundayız.
Ancak, yargının gelecekte ne yapacağını öngörmek, tahmin etmek, herkeste rastlanmayan bir “hukuk” bilgisiyle uzak görüşlülük sergilemek, “yasalar çerçevesinde” serbest.
Maşaallah MİT’te, ya da MİT’çilerde, ya da en azından etkili ve yetkili bir kısmında, böylesi özel kabiliyetler hiç de eksik değil.
*
Peki MİT, 28 Şubat 1997 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısı için hazırladığı raporda hangi tavsiyelerde bulunmuş?
Ilıcak’ın yazısında bunun da cevabı var.
Okuyalım:
“Siyasi Partiler Kanunu değiştirilerek, milletvekilleri, belediye ya da il başkanlarının eylemlerinde, ülkenin bütünlüğüne ya da laik cumhuriyete aykırı bir durum varsa, partiler kapatılmalı.”
Daha anlaşılır Türkçe’yle ifade etmek gerekirse, şunu demek istiyorlar:
“Bizim laik kabul etmediğimizinsanların sadece seçme hakkı olsun, seçilme hakkı bulunmasın. ‘Demokrasi ne büyük nimet, istediğinizi seçebiliyorsunuz’ diyebilsinler, fakat, ‘Demokrasi bir nimet, özgürce seçilebiliyorsunuz’ diyemesinler. Onlar daima seçen, biz de her daim seçilen olalım. Rol paylaşımı düzgün yapılsın.”
MİT’in bir başka tavsiyesi ise şu olmuş:
“İrticai faaliyetlerinden dolayı YAŞ kararıyla TSK’dan ihraç edilen subaylar, kamu kurum ve kuruluşlarıyla, mahalli idarelerde çalıştırılmamalı.”
Anlaşılır Türkçe’yle:
“Bunlar pazarda çığırtkanlık yapıp limon satmayı beceremez. Böylesi kurumlara da giremezlerse sürünür, açlıktan ölürler. Bunları ordudan kovmak yetmez, peşlerini bırakmayıp ölümden beter bir sefalete mahkum edelim.”
*
MİT’in tavsiyeleri bunlarla da sınırlı değil.
“Din” konusunda da halkımızı bilgilendirmeyi kafasına koymuş.
Ilıcak’ın aktardığına göre, MGK’dan şunu istemişler:
“Hizbullah ve benzeri terör örgütü mensuplarının eylemleri medyada sergilenmeli, din terörü imajı halkın kafasına yerleştirilmeli.”
Evet, din terörü imajı halkın kafasına yerleştirilmeliymiş.
11 Eylül’deki İkiz Kuleler saldırısını, “İslamî terör” kavramını “dünya halkının kafasına” yerleştirmek için CIA ile MOSSAD’ın birlikte tertiplediği söylenir.
Görüldüğü kadarıyla, ülkemizin yüzakı MİT, bu konuda uluslararası çapta bir performans sergilemiş, CIA ve MOSSAD’a fark atmış.
Dört yıl, hatta dört buçuk yıl öncesinden, “din (İslam) terörü” imajını halkın kafasına yerleştirmek için medyayı kullanmayı kararlaştırmışlar. [Hizbullah'ı da bu iş için kurup meydana sürüp sürmedikleri konusu muallakta, bu konuda bir açıklamaları yok.. Ama bunu düşünecek "zekâ" onlarda var.]
Evet, din terörü imajı oluşturma "hizmet"ini 28 Şubat’ta, Milli Güvenlik Kurulu’na önermişler.
Yani, onlara göre, “din tetörürü imajını halkın kafasına yerleştirmek”, “milli güvenlik” bakımından önemliymiş..
İlginç bir “milli”lik, acayip bir “güvenlik”.. (Millî değil de milli diye yazmaları galiba nedensiz değil.).
*
Burada, Hizbullah’ın “perde arkası”na hiç girmeyelim.
“Acaba MİT, halkın kafasına din terörü imajının yerleştirilmesi için Hizbullah gibi terör örgütlerinin mevcut olmasını ‘milli güvenlik’ açısından faydalı mı buluyordu?” sorusunu da hiç sormayalım.
Şu işe bakın!
Hizbullah operasyonları taa 2000 yılının Ocak ve Şubat aylarında yapılmış, bu örgüt ülkede o tarihe kadar sellemehüsselam at oynatmaya devam etmişti.
MİT ise, anlaşıldığı kadarıyla, 1996’da ve 1997’de, Hizbullah’ı değil, ülkenin anayasal hükümetini yıkmak için faaliyet gösteriyordu. [Demek ki o sırada Hizbullah'a şiddetle ihtiyaç vardı.. Yoksa din terörü imajı gümbürtüye giderdi.]
Görünüşe göre, Hizbullah’ın lideri Hüseyin Velioğlu’nun değil, Başbakan Erbakan’ın peşindeydiler.
Hizbullah’ın çökertilmesi değil, Refah Partisi’nin kapatılması için brifing üstüne brifing veriyor, rapor üstüne rapor yazıyorlardı.
Ve bu MİT, yıllar sonra, Ergenekon hakkında doğru dürüst birşey bilmediği yönünde rapor da verecekti.
İşte böyle muazzam bir “milli” teşkilattı MİT..
Din terörü imajını halkın kafasına yerleştirmek için Hizbullah gibi örgütlerin faaliyetlerine umut bağlıyordu.
*
MİT’in, 28 Şubat MGK’sına bir başka tavsiyesi de şuydu:
“MİT raporunda daha birçok tavsiye mevcuttu. Zaten bu rapor 28 Şubat toplantısının temelini teşkil ediyordu. Nitekim, MİT’in istediği gibi birçok tedbir de alındı.”
Ve Ilıcak, yazısını şu can alıcı soru ile bağlıyor:
“O gün irtica tehlikesi var diye başı çekenler, bugün acaba hâlâ MİT kadrosunda mı?”
Evet, bu soru önemli.
Ilıcak’ın yazdıklarından (ki, “Demokrasiye İnce Ayar” adlı kitabında konuyu daha geniş anlatıyor) şu anlaşılıyor:
MİT’in 28 Şubat’taki rolü, askerinkinden daha derin ve köklü..
*
Şimdi gelelim 28 Şubat’ın bir başka boyutuna..
Bugün biliyoruz ki, 28 Şubat, bir Amerikan projesiydi.
MİT’in görevi ise, gerçekte, dış güçlerin arzuları doğrultusunda ülkenin anayasal hükümetini devirmeye çalışmak değil, bu tür oyunları bozmaktır, bozmak olmalıdır.
“Yasalar çerçevesinde” durum budur.
Gel gör ki, kazın ayağı, baktığınız yere göre farklı görünüyor.
Yeni Şafak (eski) yazarı Cem Küçük’ün 27 Haziran 2013 tarihliyazısında yer alan şu satırlar, herhalde MİT-CIA ilişkisi konusunda da derin düşüncelere yol açabilir:
… Defalarca kez yazdım, başkaları da. Cengiz Çandar 1997’de ABD Dışişleri Bakanlığı’nın 8. katındaki toplantıyı yazmasa, 28 Şubat’ın gerçek sebebini asla öğrenemeyecektik. Alan Makovsky ağzından kaçırmasa, Çandar’a Erbakan’ın darbesiz devrileceği kararı aldıklarını söylemese, dünyadan haberimiz olmayacaktı. Üstelik bunun belgesi de yok. Zaten böyle toplantıların resmi evrakı olmaz.
Evet, böylesi toplantıların resmî evrakı olmaz. Ancak birileri emeklilik ve yaşlılık günlerinde anılarını yazarsa yaşananlardan haberdar olunur.
*
ABD Dışişleri Bakanlığı’nın sekizinci katında bir toplantı yapılıyor, halkımızın Amerikalı “gerçek” efendileri Erbakan hükümetinin darbesiz devrileceğini öngörüyorlar ve bu gelişme kelebek etkisiyle ülkemizde bir sürü tantanaya yol açıyor.
Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nda bir kelebek kanat çırpıyor, Türkiye’de fırtına kopuyor.
Bütün “milli” kurum ve kuruluşlarımızda dalgalanmalar, hareketlenmeler yaşanıyor.
Türkiye Cumhuriyeti’nin başbakanı, kartal gibi kanat çırpsa, fil gibi koşsa, gergedan gibi seyirtse, Ankara’da yaprak kımıldamıyor, fakat, elin Dışişleri Bakanlığı’ndaki kelebeğin kanat çırpması, Türkiye’yi mahvetmeye yetiyor.
Bu arada, kelebeğin kanat çırpması karşısında pek mütehassis olan “milli” çevreler, “yükselen dalga” sayesinde köşeyi dönmeyi de unutmuyorlar.
Ordudan irtica gerekçesiyle ihraç edilenlerin payına sefalet, bunların şansına ise villalar, cipler, yazlıklar, köşkler, kâşaneler, şişkin banka hesapları düşüyor.
*
Mesela, 11 Şubat 1998 tarihinde Sönmez Köksal’ın yerine geçen ve 11 Haziran 2005 tarihine kadar görevde kalan MİT Müsteşarı Şenkal Atasagun hakkında dile getirilen iddialara bir göz atalım:
MİT PERSONELİNDEN ACI İTİRAFLAR
Uzun yıllar görev yaptığım Milli İstihbarat Teşkilatı bünyesinde meydana gelen, kanun ve ahlak dışı olayların gün yüzüne çıkması, ben ve benim gibi MİT çalışanlarını derinden yaralamakta, seyretmekten öte, elimizden de bir şey gelmemektedir.
… Sayın ATASAGUN ve yakın ekibi, şu anda ülkemizin sayılı zenginleri arasına girmişlerdir. Müsteşar ATASAGUN un İstanbul da bulunan gayrı mülkleri, arsaları, 2 adet villası, bankalardaki kabarık döviz hesapları gün yüzüne çıktığında, müsteşarın mal varlığının büyüklüğü daha net anlaşılacaktır.
… Bununla yetinmeyen ATASAGUN ailesinin, nasıl olup ta yurt dışında büyük bir villa yaptırabildiği ise bu zenginliğin son halkasını oluşturmaktadır.
… Sayın ATASAGUN, yaptığı icraatlarla teşkilatı, adeta başka servislerin ve devlet içinde illegal bir yapının arka bahçesi haline getirmiştir. Bilinmeyen yerlerden ve şahıslardan gelen değişik istekler, adeta MİT in işi haline getirilmiş, müsteşar sadece bu işe odaklanmıştır. Müsteşarın, teşkilattan hangi evrakları dışarıya çıkardığı, kimlere verdiği, sır olarak nitelenen arşivleri kimlere açtığı, kimleri dinlemeğe aldırdığı ve dinlenilen şahısların en mahrem hayatlarının, kimlere ve ne için verildiği, en yakınında olmuşbizler için bile artık muamma bir durum haline gelmiştir. Sayın müsteşar bütün illegal işlerini, daha önce olduğu gibi şimdi de, Kaşif KOZİNOĞLU ile yapmaktadır.
… İnsan kasabı haline gelmiş (veya getirilmiş) ve yaptıkları bugünlerde tekrar gündeme gelen Yeşil kod adlı Mahmut YILDIRIM ile yakın temasını devam ettiren KOZİNOĞLU, Müsteşarla beraber yürüttükleri illegal işlerde bu tür kanalları da kullanmayı ihmal etmemiştir. KOZİNOĞLU nun, müsteşarın bilgisi dahilinde, birilerinin isteği doğrultusunda nasıl adam harcadıkları, İstanbul yeraltı insanlarıyla nasıl samimi oldukları ve tabii ki püroya olan düşkünlüğü için neler yapamayacağı aşikardır.
… Senkal ATASAGUN, KOZİNOĞLU na karşı ciddi açıklar vermiştir. Bundan dolayı da, KOZİNOĞLU nu görevden el çektirmesi mümkün değildir. Bunun yerine , işinden uzaklaştırıyormuş gibi göstererek, Türkiye de en yüksek maaş alan bürokratların görev yaptığı Japonya ya göndermiş, bu durum, adeta terfi ettirecek kadar KOZİNOĞLU nu sevindirmiştir. Ayrıca, sanık konumunda devam eden davaları bulunan KOZİNOĞLU, Japonya ile olan saat farkından dolayı çıkacak olan bir kararın ulaştırılması adına zaman kazanmış olacak, bu safhada, ilgili kararı veren yargı mensuplarına karşı alınacak kararlarda daha rahat olunacaktır.
… Bu kadar vahim tabloya rağmen, Başbakanımızın, MİT içindeki bu kadar probleme ilgisiz kalması, Şenkal ATASAGUN dan yana bir çizgi izlemesi ise bizleri derin derin düşündüren asıl konudur.
… ATASAGUN ve ekibinin yaptığı kanun dışı faaliyetler, dinlemeler, Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar, teşkilatın paralarının yenmesi, çok büyük zenginlikler, sahte diplomalar, en yakınındaki basın müşaviresiyle bile gönül eğlendirmelerle hayat sürecek kadar pervasızca hareket eden bir üst kademe varken, Başbakanımızın hiçbir şey yokmuş gibi, en uzun kalma rekoruna sahip, çalışmayan, iş üretmeyen, kendi hükümetine bile problemler çıkartan bir müsteşarı görevden almaması veya alamaması altında başka şeyler mi var ?
Başbakanımızın, şahsından veya hükümet üyelerinden kaynaklanan, büyük bir problem veya başka bir ifadeyle açık (veya açıklar), ATASAGUN tarafından, göreve gelir gelmez teşkilat imkanlarıyla öğrenilip acaba dökümante mi edildi? Veya Başbakanımızın bir diyet borcumu söz konusu?
… Teşkilat içinde yapılan dar katılımlı toplantılarda, Sayın Müsteşar, “ Ben istemedikten sonra beni kimse bu makamdan alamaz” demesi ise bu durumun olma ihtimalini güçlendirmektedir.
… Sayın Süleyman Demirel e olan yakınlığı nedeniyle, zamanında Başbakanlık Müsteşar Yardımcısı olan ve sonrasında hak etmediği halde konumu gereği, MİT idari Işler Başkanlığına getirilen Arman SUAR ın teşkilatı nasıl dolandırdığı, kadınlara olan düşkünlüğü, teşkilat mensubu bir bayana nasıl beyaz BMW aldığı, 2000 sayfa yolsuzluk dosyasının Demirel tarafından nasıl engellendiği bilinmektedir.
Bu “acı itiraflar”a bakarak, MİT’in 2005’teki durumu hakkında kabaca bir fikir edinmek mümkün. 28 Şubat Süreci’ndeki “brifing” faaliyetlerinin yerini başka türden çalışmalar almış.
Bu mektupta Atasagun’a yöneltilen “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar” suçlaması çok önemli.
Gerçekten ilginç.. “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar”..*
Acaba bu “insan ortadan kaldırmalar” sadece ülkemizin Güneydoğu’sunda ya da İstanbul gibi metropollerimizde mi cereyan ediyordu, yoksa Avustralya gibi ülkelere de uzanıyor muydu?
*
2005 yılında bile, “Yeşil gibi insan ortadan kaldırmalar” ilesuçlanabilen bir ekip MİT’i yönetmiş olduğuna göre, bu sorunun akıllara gelmesi yadırganmamalıdır.
Her ne kadar, “Yeşil tipi terör“ün medyada yer bulması ve halkın kafasına yerleştirilmesi, “din terörü” imajının üretilmesi kadar kolay ve risksiz değilse de, medyadaki sızıntı ve kaçakların tümden engellenmesi de mümkün değil.
*
Durum böyleyken, 2003 yılında, Arslan Bulut bize, “Türk istihbarat kaynakları”na dayanarak, Esad Coşan hocayı CIA’in, İngiliz gizli servisine öldürtmüş olduğunu “öğretiyordu”.
Bu “Türk istihbarat kaynakları”, 28 Şubat’ta Amerikan Dışişleri Bakanlığı’nın sekizinci katında alınan kararları tesadüfen hayata geçirmeye çalışan MİT’in, akla ziyan “irtica ile mücadele tedbirleri“ni 28 Şubat’ta MGK üyelerinin aklına düşüren MİT’in, “din” ile “terör” kavramlarını halkın kafasında özdeş hale getirmeye çalışan MİT’in; irtica denince ilk akla gelen isimlerden Esad Coşan hocanın 28 Şubat Süreci’nde ülkesini terk etmek zorunda kalmasında oynadığı role de bir zahmet açıklık getirebilirler mi?
Ordudan atılan subayların yaşadıkları mağduriyetleri yeterli görmeyen, ayrıca bir de belediyeler gibi diğer kamu kurum ve kuruluşlarında çalışmalarının da engellenmesini isteyen MİT’in,Esad Coşan’ın Avustralya’daki yaşamı hakkında ne tür olumlu düşünceleri olabileceği konusunda da bu “Türk istihbarat kaynakları” bizi aydınlatabilirler mi?
*
Bu sorulara, “resmen” değilse de, “kritik ve analitik” gereği “Türk istihbarat kaynakları”nın cevap vermeleri beklenir.
Çünkü, Esad Coşan hocanın ölümüne ilişkin “kritik ve analitik” düşüncelerimizin akış yönünün başka türlü değişmesi mümkün değildir.
Son olarak şunu belirtmeliyim: Nazlı Ilıcak’ın “O gün irtica tehlikesi var diye başı çekenler, bugün acaba hâlâ MİT kadrosunda mı?” sorusunun can alıcı bir soru olduğu açıktır.
Ve, bu soruya hayır cevabını veremiyor oluşumuz, en az yukarıdaki “itiraflar” kadar acı bir durumdur.