"USÛL, USÛL" DİYEREK USUL USUL USÛL'Ü KATLETMEK ("NEREDEYSE GÖKTEN BAŞIMIZA TAŞLAR YAĞACAKTIR!")

 



Yeni Şafak yazarı Ömer Lekesiz bir yazısına ” ‘Sözü amelinden sayanın sözü az olur’ der Şeyh Muhyiddin” diyerek başlamıştı.

Şeyh Muhyiddin, sözünü amelinden saymamış olacak ki, doğru yanlış demeden aklına ne gelirse yazmış.

Mesela bir kitabına rastlamıştım, sakalla ilgili olarak sayfalar dolusu laf sıralamıştı, şöyle olursa böyle olurmuş da, böyle olursa şöyle olurmuş da.. Birkaç ifadesi dışında hiçbirinin de “delil”i yoktu. Yazdıklarının bir önemi de bulunmuyordu, boş laf kalabalığıydı. “Sakal konusunda sünnet şudur” demesi yeterli olurdu.

Fakat sadece sakal konusunda lüzumsuz gevezelik yapmış olsaydı, bir ölçüde mazur görülebilirdi. Ancak, orada durmamış, uluhiyet, peygamberler, melekler, cehennem vs. hakkında Ehl-i Sünnet itikadına mugayir, yani ehl-i bid’at çizgisinde sözler sarfetmiştir.

Ömer Lekesiz’in yazısına dönersek.. Naklettiği söz aslında Hz. Ali k.v.’ya ait..

Ne var ki bu beyler, ayet, hadîs ve sahabe sözü nakletmekten hoşlanmazlar.

Çünkü “havalı” değildir.

Çünkü İngiliz gâvuru sadece (kitaplarında kendisini göklere çıkaran ‘tevazu’ abidesi) Muhyiddin efendiyi pohpohlamaktadır.

Aşağılık duygusu içinde kıvranıp duran sömürge zihniyetlilerin aradığı ilacın İngiliz mamulü ya da İngiliz akreditasyonlu olması gerekmektedir. Aşağısı kurtarmıyor.

*

Yeni Şafak‘ın diğer bir yazarı, Hayrettin Karaman ise, Lekesiz’inkiyle aynı gün (8 Aralık 2019) yayınlanan “Sünnet hakkında” başlıklı yazısına şöyle başlamıştı:

“Erkek çocuklara icra edilen küçük operasyon manasındaki sünnet gelenekte neredeyse farzların bile önüne geçmiştir. Birçok günah işleyerek, birçok sünneti terek etmiş olarak ölmüş birine eğer sünnet olmuş ise Müslüman muamelesi yapılır da, birçok sebeple zamanında sünneti yapılamamış bir kimsenin Müslümanlığından şüphe edilir.”

Bu durum biraz şiâr/şeâir kavramıyla alâkalı kabul edilebilir..

Sadece bir defa yapılan birşeydir, fakat müslümanın şiârı olarak görülür.

O açıdan önemlidir.

Karaman şunları da yazmış:

Öte yandan insanlar toplanıyor bazı hadis kitaplarının metinlerini, şerhlerini, tercümelerini okuyorlar. Bu okumaların ifrata ve tefrite düşmeden salih kul olmaya medar olabilmesi için “Usul” bilgisi ile birlikte yapılması gerekiyor. Eğer usul bilgisi bir yana bırakılarak Kur’an-ı Kerim ve hadis kitapları, üstelik muteber şerhlerine bile bakılmadan okunursa bu okumalardan DAİŞ benzeri okumuşlar da mezun olabilir.

Bu işin bir ucu, diğer aşırı ucuna örnek olarak da hayli yaşlanmış ve camiamızda saygı gören bir Hoca’nın videoya kaydedilmiş bir konuşmasını vereceğim. Hoca özetle şöyle diyor: “Fıkıh Usulü ilmi ortaya çıkıncaya kadar Müslümanlar dini doğru anlıyor ve uyguluyorlardı, bu ilim ortaya çıkıp da vahye dayalı metinlere uygulanınca Müslümanlar yollarını sapıttılar. Bu sebeple fıkıh usulü bir yana atılmalı, Kur’an’da ne helal ise onu helal, ne haram ise onu da haram bilmeli, bunun ötesi de yoktur.”

İşte bu ölçüde sapıtmaların önüne geçecek olan bize göre Fıkıh Usulü ilmidir.

Kur’an âyetleri birbirini tefsir eder, hadisler de hem birbirini hem de Kur’an âyetlerini tefsir eder. Okumalardan bir hükme varmak isteniyorsa Kitab ve Sünnet’in, usulü dairesinde bir bütün olarak göz önünde bulundurulması şarttır. 

*

Karaman, “diğer aşırı uç“tan da söz ediyor, fakat aslında ortada “diğer uç” yok.

Diğer aşırı uç, “usûl”ün “asl“ı ortadan kaldırmak için istismar edilmesidir.

Evet, diğer aşırı ucu; Tevbe Suresi’nin 31’inci ayetinde işaret edilen durum oluşturmaktadır: Ulemanın rabler haline getirilmesi.. 

Abkakadabra, alavere dalavere, hokus pokus kabilinden “sözde usûl” eksenli laflar eşliğinde Kur’an ve Sünnet’in devreden çıkarılması, diğer aşırı uç durumundadır.

Mesela, Karaman, “DAİŞ benzeri” edebiyatı yapmayı biliyor. Peki onun (ve onun gibilerin) yazılarında neden “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” anlamına gelen ayet-i kerime hiç geçmiyor?

Tamam, sen de bu ayet-i kerimeyi usûl çerçevesinde yaz, ama yaz!

Kaldı ki, usûl bilgisi sizin tekelinizde olan birşey değildir.

“DAİŞ kafalı” diye küçümsediğiniz kimseler arasında usûlü sizden daha iyi bilenler de, anlama çabasında ona sizden daha fazla riayet edenler de bulunuyor olabilir.

Usûl Diyanet’in hutbelerinde Şeriat, İslam'ın hakim olması, İslam devleti ve tağut gibi kavramların hiç geçmemesi midir?

Şirk, nifak ve münafıklık gibi kelimelerin hiç anılmaması ya da üstünkörü mü dile getirilmesidir?

Şeriat, İslam devleti, tağut, şirk ve münafıklık gibi konuları DAİŞ kafalılara bırakmayı size hangi usul emrediyor?

Neden sizin yazı ve konuşmalarınızda mesela "dâru'l-harb" konusu sadece Türkiye'nin öyle olmadığını ispatlamak için usule, mantığa ve dört mezhebin içtihatlarına kırk takla attırma canbazlıkları çerçevesinde gündeme geliyor?

*

Karaman’ın sözleri, kendi içinde sorunlu..

Hadîs kitaplarının şerhlerinin okunmasından bile rahatsız..

Halbuki, şerh, usûl bilgisi bulunmaksızın yapılamaz. Usûl bilgisinden uzak bir şerh olamaz, olursa da, o, şerh değildir.

Dolayısıyla, muteber şerhlerin okunmasından hiçbir zarar gelmez. Gereklidir. İslam, başka türlü öğrenilemez. Zaten şerhler, fıkhî hükümleri de ihtiva ederler. Aynı durum tefsir kitapları için de geçerlidir.

Bir mealde, itikadî ve fıkhî konuların yanlış anlaşılmasına engel olacak notlar bulunduğunda, usul bilgisinin mevcut olmaması sorun teşkil etmez.

*

Üstelik, usûl bilgisi bile, bizi her konuda aynı sonuçlara ulaştırmaz.

Eğer öyle olsaydı, mezhep farklılığı ortaya çıkmazdı.

Ayrıca, Karaman’ın sözünü ettiği hocanın sözleri de (kim olduğunu bilmiyorum) kendince bir usûl getiriyor. Zahiriyye’yi akla getiren bir usûl..

Mesela Şia‘nın da, kendisine göre bir usûlü var.. Ehl-i Sünnet’i, kendilerine ait usûlü benimsemedikleri için sapıtmış kabul ediyorlar. Onlar için de usûlasıldan (Kur’an ve Sünnet’ten) önde geliyor.

O halde, usûlün de asla dayanması, ondan alınması, onunla çelişiyor olmaması gerekir. Nitekim, içtihadın meşruluğuna ilişkin Muaz r. a. hadîsi, sonuçta bir hadîstir.

Usûlü de asıl belirler.

*

İmdi, Karaman’ın yaklaşımı çerçevesinde Diyanet‘in tam da usûle göre hareket ettiği kabul edilebilir.

Ama bu usûlaslın bir kısmının terk edilmesinden başka bir anlama gelmiyor.

Ayrıca, İslam’ın, adı konulmamış kısmî bir reforma (güncellemeye) tabi tutulması mahiyeti taşıyor.

Çünkü Diyanet’in Kur’an ve Sünnet’i “yorumlama usûlü”nün temelini, laik/dinsiz devletin anayasal ilkeleri çerçevesinde tanımlanmış bir “milli birlik ve beraberlik” gayesi oluşturuyor.

Yani bu usûlde, salt “asl”a dayalı saf, katışıksız ve pür bir makasıd-ı şerîa(t) yok..

Makasıd-ı laik devlet” var.

Bu noktada reformist/hermenötikçi/tarihselci ilahiyatçı soytarılar ile Diyanet’in Ehl-i Sünnet hassasiyetine sahip personeli arasında bir “eylem ve söylem birliği” mevcut.

Bütün Diyanet personelinin bunu bile isteye, gönüllü biçimde yaptığı, veya bu politikayı desteklediği söylenemezse de, durum bu..

*

Meselenin bir başka boyutu daha var.

Hatta buna en önemli boyutu da diyebiliriz.

Şöyle:

Usûlü bilmeyenler, Kur’an ve Sünnet’i yanlış anlayabiliyorlar da, Hayrettin Karaman gibi isimlerin yazılarını, Şeyh Muhyiddin gibi herzevekillerin laflarını ve Diyanet’in hutbelerini nasıl doğru (makasıd-ı şerîaya göre) anlayabiliyorlar?

Yani Hayrettin ve Muhyittin efendiler meramlarını yanlış anlaşılmayacak biçimde anlatmayı biliyorlar, Diyanet hutbelerini hazırlayanlar yanlış anlamaya imkân vermeyecek şekilde metin oluşturmayı beceriyorlar da, bunu bir tek, yerlerin ve göklerin, insanların bütün aklî melekelerinin yaratıcısı Allahu Teala mı haşa beceremiyor?

Bir tek cevâmiü’l-kelîm olan Resulullah s.a.s. mi anlaşılır konuşmayı bilmiyor?

Usûl bilinmeden hadîs şerhleri bile okunmayacaksa, vaizlerin vaazlarının da dinlenilmemesi, ilahiyatçı yazarların (şerh demek olan) yazılarının da okunmaması gerekir.

*

Sözü, Şeyh Senûsî’nin usûl konusundaki şu çok önemli uyarıları ile bitirelim:

Bir grup Kufe âlimi “kıyas-ı celî” [açık kıyas] ile amel ederek “küllî kaideleri” etkilemeyen [hadîsin terkiyle küllî kaidelerin çiğnenmiş olmayacağı] hadîslere muhalefet etmişlerdir. Ve bazı âlimlerin hadîslere muhalefet etmelerinin daha nice gerekçeleri vardır. Çünkü âlim, bizim fark etmediğimiz başka bir delile dayanarak hadîse muhalefet etmiş olabilir. Kaldı ki âlim; bazen delilini göstermiyor; gösterdiğinde, bize ulaşmıyor; ulaştığında, doğruluk ve yanlışlığı bir yana, istidlal [delil oluş] yerini idrak edemiyor olabiliriz. Ancak konu hakkında sahih hadîs varken, “Yanında bu hadîsi reddedecek hücceti var” ihtimaline dayanarak, bir âlimin sıradan bir sözüne yönelmek asla doğru olmaz. Çünkü şer’î deliller [Allahu Teala’nın vahyi ve Resulü’nün tebliği], âlimlerin görüşlerinin hataya maruz oluşu şeklinde bir hataya maruz değildir. Şer’î delil bütün insanlar için hüccettir; âlimin görüşü ise öyle değil. Şer’î delillerin, birbiri ile çelişmediği sürece [Ki şer’î deliller arasında gerçek bir çelişki mevcut olmaz], yanlış olması akıl dışıdır. Oysa âlimin görüşü hataya daima maruzdur. Hadîs var iken âlimin görüşünü alacak isek, delillerin bir manası olmaz [ortada usûl diye birşey de kalmaz]. Netice olarak şu gerçeğe değinmemiz lazım: [Müttekî, sırf Allah’ın rızasını gözeten, güç sahiplerine ve devletin başındakilere şirin görünmeye çalışmayan, insanların övgüsü ve yergisinden etkilenmeyen, hakkı arayıp bulma dışında bir gayesi olmayan] Âlim, hadîsin birine muhalefet ettiği zaman şüphesiz onun geçerli bir mazereti vardır. Ancak, o hadîsin sıhhati (sahih olduğu) bize açıklandığında, âlimin görüşünü bırakıp hadîse yöneldiğimizde biz de mazeretliyiz ve gerekçemiz vardır. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştur: “Onlar geçmiş birer ümmettir, kazandıkları kendilerine, kazandıklarınız da sizedir. Onların [âlimleri de dahil olmak üzere] yapmış olduklarından sorumlu değilsiniz.” (Bakara, 2/134) “[İster âlim olun, ister ümmî; ister ulu’l-emr/yönetici olun, ister yönetilen] Eğer birşeyde çekişirseniz, Allah’a ve ahiret gününe inanmışsanız, onun durumunu Allah’a ve Resulü’ne bırakın.” (Nisa, 4/59)

Hiç kimsenin Resulullah’ın [sahih olduğu bilinen] hadîsine muhalefet edip [salt “O, usûlü bizden daha iyi bilir” diyerek] herhangi bir âlime uyması asla doğru olmaz. İbn Abbas, kendisine soru soran birisine hadîs ile cevap verdiğinde soru soran: “Ebubekir ve Ömer başka şekilde demişlerdir” deyince, İbn Abbas, Neredeyse gökten başınıza taşlar yağacaktır. Ben ‘Resulullah (s.a.s.) buyurdu’ diyorum, siz ‘Ebubekir ve Ömer şöyle dediler’ diyorsunuz” diye cevap verdi.

(Şeyh Senûsî, İctihad ve Taklid Çerçevesinde Nassın Uygulanışı, çev. A. Timurtaş, İstanbul: İnsan Y., 1995, s. 25-6)

*

Usûl, işte budur!


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...