MEVSİMLİK RADİKAL İSLAMCI,
PART TIME “TALİBAN TİPİ DİNCİ”,
DEVRİM FIRTINASI ÖNCESİNİN SESSİZ VE SAKİN TAVİZSİZ SÜPER İRTİCACISI/GERİCİSİ
UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 19
Bu yazı dizisinin bir önceki
bölümünde, Kâzım Karabekir Paşa’nın Selanikli Mustafa Atatürk’ün halife
olma hayalinden söz ettiğini görmüştük.
Öyle ki, 20 Temmuz 1922
günü TBMM’de “zaferden sonra sine-i millette (milletin bağrında)
serbest bir ferd-i millet (sıradan vatandaş) olmak istediğini, dünyada bundan
büyük bahtiyarlık yoktur diye düşündüğünü” söylemiş olduğu için
TBMM’ye kendisi hakkında verilen “sine-i millete bir saray ve aylık 10 bin
lira aylıkla” dönmesi önergesini duyduğunda çok kızar, rengi kaçar, canı
sıkılır.
Sebebi, Karabekir’e
göre, sine-i millete dönmeyi aslında aklından hiç geçirmemesi, halifeliği de
yan cebine koyarak devlet başkanı olmak istemesidir.
Sonraki süreçte halife
olamayacak fakat cumhurbaşkanlığı makamına keyifle postu serecektir.
10 bin lira değil, 14
bin lira aylık maaşla.
Ki bugünün parasıyla 39
milyon küsur liraya tekabül etmektedir.
Yani şimdiki
cumhurbaşkanı Erdoğan’ın bir yıl iki ayda (14 ayda) alabildiği parayı bu
vatandaş iki günde alacaktır..
Evet, sadece iki günde..
Millet çok zengin ve
para bol ya..
*
Peki Karabekir,
Selanikli’nin halifeliği de içerecek şekilde devlet başkanlığı makamına göz
koymuş olduğu halde tam aksini istiyormuş, gönlünde sıradan bir vatandaş gibi yaşama
arzusu yatıyormuş gibi nutuklar atarak yalan söylediği, milleti aldattığı kanaatine
nasıl varmıştır?
Sebebi, kendisi henüz Erzurum’dayken
böyle bir şayianın kulağına gelmiş olmasıdır.
Ve bunu Ankara’da Selanikli’nin yüzüne karşı şu şekilde
ifade eder: “… sizin Hilafet ve Saltanatı almanız arzusunu
haber aldım.” (Uğur
Mumcu, Kazım Karabekir Anlatıyor, 17. b., İstanbul: Tekin
Yayınevi, s. 58.)
Karabekir’in
Ankara’ya geldikten sonra gördükleri ve duydukları, bu yöndeki kanaatini
güçlendirmiştir.
Uğur
Mumcu ondan şu alıntıyı yapyor:
“… mefkuresine [halifelik idealine]daha şiddetle sarıldığını Balıkesir'de gördüm. 7 Şubat'ta [1923] Ulucami'de öğle namazını kalabalık bir cemaatle kıldık. Sonra mevlüt okundu. Bundan sonra da M. Kemal
Paşa minbere
çıkarak mükemmel bir hutbe okudu.” (Mumcu, s. 72.)
Mükemmel bir hutbe..
Görüldüğü gibi Selanikli (yalnızken kılmadığı halde) cemaatle namaz da kılıyor, cemaat sevabını kaçırmıyor, ardından minbere çıkıp bir molla, bir hoca gibi “mükemmel” hutbe okuyor.
(Tabiî bizim de aklımıza acaba abdesti var mıydı sorusu geliyor.
Ali Fuat Cebesoy’un “Sınıf Arkadaşım Atatürk” adlı kitabında “Aptestsiz Namaz” başlıklı bir bölüm var.
“Padişah iradesi” gereği Harp Okulu öğrencilerinin beş vakit namaz kılması zorunluluğu varmış..
Fakat okul idaresi yeterli “abdest alma altyapısı”nı hazırlamamış, “dostlar alışverişte görsün” kabilinden zevahiri kurtarmak için öğrencileri abdestsiz namaz kılmaya alıştırmışlar..
Sadece, “taşralı mutaassıp” talebeler işi ciddiye alıyor, gerekirse uzun zaman bekleme pahasına abdestlerini alıyorlarmış. [Bkz. Ali Fuat Cebesoy, Sınıf Arkadaşım Atatürk, C. 1, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi armağanı, 1997, s. 26.]
Cebesoy, “Selanikli Mustafa da bu taşralı mutaassıplardandı” demiyor, tam aksine Selanikli’yle birlikte “Beyoğlu’ndaki eğlence yerleri”ni tavaf ettiklerini anlatıyor:
“… kendimizi güzelim İstanbul'un eğlenceli muhitlerinden de mahrum bırakmıyorduk. Tatil günlerinde ve bazen de kaçamak olarak bunlara kanşıyorduk. Kâh Mustafa Kemal ile baş başa, kâh Arif Adana, Müfit Kırşehir ve Tevfik Selanik'le beraber Beyoğlu'ndaki eğlence yerlerini dolaşır, hatta bir arada içer ve müzik dinlerdik. …Yaz mevsiminde Beyoğlu'nda çoğunlukla Zeuve birahanesine gider, burada nefis Alman birası içerdik.” [s. 64.]
Sadece bira içmiyorlar, rakı ve viski ile de araları gayet iyi [s. 68.])
*
Karabekir, Selanikli’nin hutbede söylediği sözleri de aktarıyor:
Tarihî
hutbeyi aynen veriyorum:
“... Kanun-u
Esasî [anayasa] cümlenizce
malumdur ki Kur'an-ı Azimüşşan'daki nusustur [nasslardır, açık
hükümlerdir]. … dinimiz akla, mantığa ve hakikate tamamen tevafuk ve
tetabuk ediyor [denk düşüyor ve uyuyor], eğer akla, mantığa ve hakikate tevafuk
etmemiş olsaydı, bununla [dinimiz ile] diğer kavanîn-i tabiîye-i ilâhiye [tanrısal
tabiat kanunları] beyninde tezat [aralarında çelişki] olması icap ederdi. Çünkü
bilcümle kavanîn-i kevniyeyi [kâinat/evren yasalarını] yapan Cenab-ı Hak'tır
{Hak din ile kâinat yasalarının çelişmemesi, her ikisini de yapanın Allahu
Teala olmasının sonucudur].
Arkadaşlar;
Cenab-ı Peygamber, … Millet işlerini, Allah'ın evinde
yapardı. Hazret-i Peygamber'in eser-i mübareklerine [kutlu izlerine] iktidaen [uyarak]
bu dakikada milletimize, milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı
(hususları, konuları) görüşmek maksadıyla bu dâr-ı kudsîde (kutsal evde,
camide) Allah'ın huzurunda bulunuyoruz. … Camiler, taat ve ibadet ile beraber din
ve dünya için neler yapılmak lazım geldiğini düşünmek [ve] meşveret [müşavere,
görüşme, görüş alışverişi] için yapılmıştır. … İşte biz de burada din ve
dünya için, istikbal ve istiklalimiz için. bilhassa hakimiyet [devlet egemenliği] için neler
düşündüğümüzü meydana
koyalım. …
(Mumcu, s. 72-73.)
Bunları söyleyen ne “radikal İslamcı”
ilan edilen el-Kaide şefi
Üsame
bin Ladin, ne de Taliban’ın
kurucusu dinci/Şeriatçı Molla Ömer.
Ne Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, ne İskilipli Atıf Hoca, ne de Nakşbendî tarikatından Şeyh Said..
Söyleyen, Selanikli Mustafa Atatürk..
Görüldüğü gibi, istediği zaman radikal İslamcılara taş çıkartabiliyor, dincilik yolunda Taliban
mensubu mollara, Şeyh
Said gibi müteşerrî (Şeriatçı) tarikatçılara
nal toplatabiliyor.
*
Dünyanın neresine giderseniz gidin, bazılarının dinci, kimilerinin irticacı/gerici, birçoğunun da Siyasal İslamcı diye adlandırdıkları “samimi mümin”lerin Selanikli’nin söz konusu hutbesinde dile getirdiklerinin dışında birşey söylemediklerini görürsünüz:
1. Kur’an’daki açık hükümler anayasamız olsun,
2. Din ve dünya (devlet) işleri ayrılığından söz edilmesin, laiklik (siyasal dinsizlik)
millete dayatılmasın.
3. Camiler sadece ibadet mahalli değil, aynı zamanda devlet (hakimiyet, egemenlik) işlerinin de görüşülüp karara bağlandığı yer halini alsın.
Selanikli’nin hutbesinin özeti bu.
Evet, 1923 yılının Şubat ayında Türkiye’de hava buydu..
Türkiye bir İslam devletiydi..
Anayasasında (1921 Anayasası) Şeriat’e bağlılık kaydı yer alıyordu.
TBMM Başkanı ve Başkomutan Selanikli Atatürk, anayasamızın Kur’an-ı
Kerîm’deki nasslar (açık hükümler) olduğunu söyleyerek hutbe okuyordu.
Din ve dünya işlerinin ayrılmazlığından söz ediyor, camilerin sadece ibadet yeri değil, aynı zamanda yönetim ve hakimiyet (devlet egemenliği) meselelerinin, devlet işlerinin görüşülüp tartışıldığı yer olduğunu ifade ediyordu.
Memlekette rüzgâr 1923 yılının Şubat ayında böyle esiyordu.
*.
Fakat çok kısa bir süre sonra hava değişecek, çok sert esen dondurucu laiklik (siyasal
dinsizlik) rüzgârları yüzünden ortalık buz kesecek, herşey tepetaklak olacak, insanlar oraya buraya
savrulacaktı.
Evet, sadece iki yıl sonra, Selanikli’nin söz konusu hutbesinde dile getirdiği ilkeleri savunduğu ve o ilkelere aykırı “devirim”leri, yakma yıkma ve devirmeleri reddettiği için isyan eden Şeyh Said, yakın arkadaşlarıyla birlikte idam edilecekti.
Tıpkı 74 sene sonra, 28 Şubat 1997’de (dönemin MİT’inin CIA ile MOSSAD’ın Türkiye acentası gibi çalışarak orkestra şefliği yaptığı postmodern darbenin sonucu olarak) havanın değişmiş olması gibi..
Selanikli’nin Şubat 1923’te camide dile getirdiği gerçekleri alabildiğine yumuşatan, “kuş dili”ne tercüme edip “milli görüş, adil düzen” filan diye anlaşılmaz mırıltılar haline getirenlerin, “Gerekirse silah kullanırız, milyonlarca insanı öldürürüz” diyerek 28 Şubat sürecinde Ankara sokaklarında tanklar yürüten “İsrail dostları” tarafından “irticacı, gerici, PKK teröründen daha tehlikeli iç tehdit” olarak görülmeleri gibi..
(Eski MİT müsteşarlarından/başkanlarından Fuat Doğu’nun “Ben MİT müsteşarlığı yapmadım, CIA’in şube müdürlüğünü yaptım” demesi, MİT’in çalışma düzeninden ızdırap duyduğunu gösteriyor.
28 Şubat’ta ise, öyle anlaşılıyor ki, MİT’te borusu ötenler, CIA’in şube müdürlüğünü MOSSAD’ın şube müdürlüğüne yükselmek için basamak olarak görüyorlardı.
Evet, MİT’çiler, 28 Şubat zulmü yüzünden Nisan 1997’de Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan ve Türkiye’ye bir daha dönemeyen Prof. Mahmud Esad Coşan Hoca’nın yanına gidip “sorunlarını çözme ve İskenderpaşa’yı akredite cemaat haline getirme” karşılığında kendilerinin “Kemalist/Atatürkçü, laiklikle [siyasal dinsizlikle] uyumlu” çizgisine gelmesini teklif edeceklerdi.
Meselenin beni “kişisel” olarak ilgilendiren kısmı şu:
2000 yılı ortalarında Esad Efendi’nin, son telefon görüşmemizde beni [yanında bulunan Rafet Candemir’in şahit olduğu üzere] o sırada bulunduğu İsveç’e çağırması, ardından ABD’deki cemaat mensuplarına beni Amerika’ya yerleştirmeleri talimatı vermesi, ve nihayet Almanya’da [aralarında üniversiteden sınıf arkadaşım Hacı Murat ile Avustralya-Brisbane’da yaşayan ilahiyatçı Mehmet Ali Torlak’ın da bulunduğu bir topluluk huzurunda] benim için “Ben bu çocuğun hayatından endişe ediyorum, heryerde MİT bunun karşısına çıkıyor” deme ihtiyacı duyması ile, MİT’çilerin ona yaptığı ziyaret ve teklifler arasında bir ilişki var mıydı?)
*
1920’li yıllara dönelim..
Memleketteki apansız iklim değişikliğinin sebebi, öyle anlaşılıyor ki, Selanikli’nin halifelik projesinin Lozan’da İngilizler tarafından veto edilmesiydi.
Eski cumhurbaşkanları Celal Bayar ile Turgut Özal’ın açıklamalarının ortaya koyduğu gibi, Lozan’da Selanikli’ye farklı bir ev ödevi vermişler, o da buna sonuna kadar riayet etmiş, hatta işi (İngiliz’in Dizbağı Nişanı’nı hak edecek ölçüde) abartmıştı.
İngiliz’den vetoyu yedikten sonra dine küsmüş, bir daha da ne camiye uğramış, ne mevlid dinlemiş, ne de hutbe irad emişti.
Her akşam çilingir sofrasını kurdurmuş, yerli ve milli leblebi refakatinde yerli
malı
rakı tüketerek efkâr dağıtmış, uygarlığın ve çağdaşlığın tüm keyfini çıkarmaya koyulmuş, gençliğindeki zevkli Beyoğlu günlerini yâd etmiş, bu alafranga çağdaşlığıyla sağ kolu ve başbakanı İsmet İnönü’yü bile çileden çıkarmış, onunla da “papaz olmuştu”.
Ancak, Lozan öncesinde durum farklıydı, bu hilafet işine sıkı sıkıya sarılmış, Karabekir’in anlattığına göre aklı fikri hep bu mesele etrafında cevelan etmişti.
*
Selanikli bu hutbeyi irad ettikten sonra
camide halkın
sorularına
cevap verecek, tıpkı hutbesindeki gibi “radikal İslamcı, Taliban ve el-Kaide tipi tavizsiz dinci” havasında konuşacaktır.
Karabekir’i dinleyelim:
Gazi
minberden indi ve [imamın
cemaate namaz kıldırdığı] mihrabın önünde, namaz kıldığımız yerde yanıma geldi. Halkın sorularına cevap verirken şu sözleri ile, … izah etti:
«… Gerek Peygamber
Efendimiz’in
ve gerek Hulefa-i Raşidîn’in (ilk dört halifenin) hutbelerini okuyacak olursanız· görürsünüz ki gerek
Peygamber'in ve [gerekse] Hulefa-i Raşidîn'in söylediği şeyler, o günün
meseleleridir.
O günün askerî, idarî, malî
(ekonomik), siyasî ve içtimaî (toplumsal)
hususatıdır. … halkı ahval-i umumiyeden (genel durumlardan) haberdar
etmek son derece haiz-i ehemmiyettir (öneme sahiptir). Çünkü herşey açık söylendiği zaman halkın dimağı (kafası) hal-i faaliyette
(çalışır durumda) bulunacak,
iyi şeyleri
yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir” diyerek padişahların hutbeyi Arapça okumalarını istibdatlarını (baskıcı yönetimlerini) idame (devam ettirmek) için olduğunu, bunun için hutbenin Türkçe olması lüzumunu bildirdi.
(Mumcu,
s. 73-74.)
Şimdi birileri “Bozuk bir saat
de günde
iki defa doğruyu
gösteriyor,
Selanikli’nin
durumu da öyle” derlerse, ona haksızlık etmiş olurlar.
Adamın “nutuk saati” 7 Şubat 1923’te gün boyu doğruyu göstermiş, sadece bir kez teklemiş. O da, padişahlara laf sokuşturmak için yaptığı suçlama..
Ancak, yaptığı tespit önemli: Yöneticiler, istibdatlarını (kişisel tiranlıklarını, despot idarelerini) sürdürmek için hutbelere müdahale edebilir, kurdukları istibdat rejimine hizmet edecek şekilde içi boş hutbeler okutabilirler.
Halbuki, Selanikli’ye göre, hutbeler “günün meseleleri” ile ilgili olmalı..
Mesela “Çanakkale’den, Sakarya’dan, Dumlupınar’dan, Malazgirt’ten” vs. bahsederek topu “tac”a atmamalı, günün iç ve dış siyasetini Kur’an
ve Sünnet
ışığında
değerlendirmelidir.
*
Evet, “Din başka, siyaset başka” denilmemeli, Selanikli’nin belirttiği gibi hutbede siyasî meselelere de yer verilmelidir. Çünkü:
“… gerek Peygamber'in ve [gerekse] Hulefa-i Raşidîn'in söylediği şeyler, o günün meseleleridir.
O günün askerî, idarî, malî (ekonomik), siyasî ve içtimaî (toplumsal) hususatıdır.”
Demek ki, din, “günün meseleleri”nden koparılamaz.
Demek ki camideki hutbede askerî konular yer almalıdır.
İdarî (devlet yönetimiyle ilgili) güncel mevzular anlatılmalıdır.
Malî (ekonomik)
meselelerle ilgili dinî hükümler “günün sorunları” çerçevesinde açıklanmalıdır.
Güncel siyaset
de hutbelere misafir olmalıdır.
İçtimaî (toplumsal)
her konu hutbede kendisine yer bulmalıdır.
*
Selanikli son derece haklı..
İstibdat rejimleri,
yani despotik yönetimler,
kendi zulüm
ve zorbalıklarının devamını garanti altına almak için hutbelerden bu konuları kovacaklar, kendi saltanatlarının devamına hizmet edecek şekilde “Aziz cemaat, devletin (yönetimin) siyaseti, ekonomisi, maliyesi,
askeriyesi vs. hakkında
konuşmayan
itaatkâr
koyunlar olun”
makamından
gazel okutacaklardır.
Sorun şurada ki, sonraki dönemde Selanikli bu laflarının tam tersi yönde hareket edecek, kendi istibdadını (kendi liderliğindeki tek parti diktatoryasını) sağlam kazığa bağlamak için kestirme ve etkili bir yol bulacaktır: Laiklik.
Siyasal dinsizlik.
En garantili, en kestirme, en toptancı, en köklü ve en kolay çözüm:
Dine, memleketin siyaseti, ekonomisi,
askeriyesi, maliyesi, toplumsal sorunları hakkında konuşmayı yasaklıyor, hutbelerin sadece namaz, oruç, zekât, güzel ahlâk gibi konulardan bahsetmesini
istiyorsunuz, böylece
mesele kendiliğinden
halloluyor.
Halk yönetim hakkında “din eksenli” değerlendirmeler
yapmasın
da isterse günde
beş
değil
15 vakit namaz kılsın, bütün ömrünü oruç tutarak aç geçirsin, zekâtını kat kat fazla vererek (son tahlilde “sosyal” devletin çözmek zorunda olduğu) yoksulluk sorununa çare olsun..
*
Görüldüğü gibi, Selanikli 1923 yılının ilk aylarında laikliğe (din-devlet işleri ayrılığına) sonuna kadar karşı..
Dinciliğin, Şeriatçılığın, Siyasal İslamcılığın şampiyonu edasıyla döktürmüş de döktürmüş..
Fakat sonra birden bire şimşek hızıyla çizgi değiştirmiş..
Dönmüş mü, döneklik mi yapmış, yoksa takiyye kalpazanlığı ve yalancılığı mı sergilemiş, nasıl adlandırmak gerekir bilemiyorum..
En iyisi adını koyma imtiyazı ve şerefini Kemalistlere bırakmak.