İSLAMCI CİHADİZM İLE LAİK ŞEHADETİZMİN SAVAŞI

 



Batılı sosyal bilimcilerin bazıları İslam’ı bilimsel bir çalışmanın nesnesi olarak görüyor ve anladıklarını aktarmaya çalışıyorlar.

Bunların yazdıkları da her ne kadar kendi kültürel kodlarının süzgecinden geçerek oluşuyorsa da, özel bir çarpıtma gayreti taşımıyor.

Buna karşılık, Batılı istihbarat örgütlerinin (gizli servislerin) hizmetine girmiş birçok akademisyenin özel olarak çarpıtma gayreti içinde kalem oynattıkları görülüyor.

Özellikle de son dönemde..

Soğuk Savaş’ın bitmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması ile birlikte bu süreç başlamış durumda.

Dönüm noktası, 1990 yılı..

Batı, yeni tehlike olarak İslam’ı hedefe koymuş bulunuyordu. (Putin sayesinde eski tehlikeyi yeniden hatırladılar, fakat biraz geç kaldılar.)

Böylece Batı’da “kendini doğrulayan kehanet” (self fulfilling prophecy) babından “Siyasal İslam’ın iflasını” müjdeleyen kitaplar kaleme alınmaya başladı.

NATO’nun yeni düşman konsepti Türkiye’de de etkisini göstermekte gecikmedi. “İslam birliği” idealini dilinden düşürmeyen Erbakan’ın liderliğindeki hareket İslamcı biliniyordu ve Siyasal İslam’ın Türkiye versiyonu olarak görülüyordu. Bu yüzden 28 Şubat postmodern darbesiyle bu hareketin defteri dürüldü.

*

Türkiye’deki rejim (derin devlet), Batı’nın verdiği ev ödevlerini yerine getirmekte ihmalkârlık ve tembellik göstermiyor, fakat karşılığında birşey alamıyor.

Daha doğrusu karşılığında kazık üstüne kazık yiyor.

Kemalistler/Atatürkçüler Yahudi-Hristiyan konsorsiyumuna sadakatle hizmet edip Erbakan’ı ekarte ettiler, fakat karşılığında onun “Batı’dan icazet almış talebesi Erdoğan” ile FETÖ’nün önünün açıldığını gördüler.

Yedikleri en taze kazıklardan biri bu.

Kendilerinin de, Kemal’lerinin de, Kemalist Türkiye’nin de Batı’nın umurunda olmadığını anlamak istemediler.

Batı bir taraftan bu Kemalist/Atatürkçü budalaları içeride “İslamcı”lara karşı kullanırken, öte taraftan da Kuzey Irak’ta bir Kürt devletinin kurulmasını sağlamıştı.

Türkiye’nin derin akılsızları dönen dolabın ne olduğunu bile anlayamadılar.

Anlasaydılar aynı kazığın bir benzerini Suriye’de yemezlerdi. Yediler.

Sıra Suriye’ye gelmişti. Bir Kürt devleti de orada kurulmalıydı.

Suriye yönetimine karşı neredeyse “İslamcıların hamisi” kesildiler, rejimi değiştirmek için kolları sıvadılar, gizli gündemlerinde ise yeni bir Kürt devletinin kurulması vardı.

Türkiye’nin “analiz” harikası vizyoner “derin devleti”nin aklı başına geldiğinde atı alan Üsküdar’ı da, Üsküb’ü de geçmişti.

*

Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığı öncelikle zihinsel.. Zihniyet düzeyinde..

Bağımsızlık önce düşüncede başlar.. Bu da, kavramlarınızın kendinize ait olması anlamına gelir.

Türkiye’nin “düzen” başlarının İslam dünyasını ve İslamî hareketleri analiz ederken kendilerine ait bir kavramsal çerçeveleri, bir paradigmaları, bağımsız bir yaklaşımları var mı?

Yok!

Batılılar neyi ortaya atıyorlarsa aynısını tekrarlamakla meşguller..

Batılıların laflarını tercüme ediyorlar, entel görünmek için arada birkaç kelimeyi de tercüme etmeden orijinal haliyle bırakıyorlar, böylece güya çağı yakalamış, gündemi yakından takip etmiş, gelişmelerin gerisinde kalmamış oluyorlar.

Türkiye’nin derinlerinin de, istihbaratçılarının da, medyasının da, akademyasının da durumu bu.

*

Evet, ülkemizde sırf entel/aydın bilim adamı, sosyolog, siyaset bilimci vs. görünebilmek için Batı'nın psikolojik savaş uzmanlarının hurafelerini ezberleyip papağan gibi tekrarlayan yazar çizerlerden, akademisyenlerden geçilmiyor.

Bir örnekle duruma açıklık getirmek yararlı olur.

Mesela “Quo Vadis Jihadism? Reconstruction of the Jihadist Discourse in the Middle East” (Cihatçılık Nereye? Ortadoğu’da Cihatçı Söylemin Yeniden İnşası) başlıklı makale örnek gösterilebilir (Ortadoğu Etütleri, vol. 7, no. 1, July 2015).

Yazarları Hacer Coşkun ile Ayşe Ömür Atmaca..

Yazdıklarına bakınca, “Quo vadis Hacer, quo vadis Ayşe?” demek gerekiyor.

Çünkü ne yazdıklarından ve nereye gittiklerinden haberleri yok.

*

İngilizce makalenin Türkçe özeti şöyle:

Ortadoğu siyaseti, askeri faaliyetlerdeki motive edici rolünden dolayı, cihat söylemi ile iştigal edilmiştir. Cihat Kur’ani bir kavramdır, bu da kutsal kitapta tanımı yapılan terimin İslami kurallara göre yeniden yorumlanmaya mevzu bahis olmaması anlamına gelmektedir. Kur’an’daki açık anlamına rağmen siyasi aktörler terimi farklı politik koşullara göre uyarlamaktadırlar. Klasik cihat anlayışından farklı olarak, günümüz radikal İslami hareketler cihatçı söylemi var olan uluslararası sistemi yıkmak, Müslüman toplumlar arasındaki sınırları yok etmek ve şeriat kurallarını yeniden kurmak amacıyla kullanmaktadırlar. Cihat’tan cihatçılığa doğru gelişen söylemsel dönüşüm ise Ortadoğu’da İslam’ın siyasi bir araç olarak nasıl manipüle edildiğini göstermektedir. Çalışma, zaman ve mekanın tarihsel bağlamları içerisinde cihadın farklı anlamlarını incelemektedir. Çalışmada cihat kavramının tarih boyunca bir devlet politikası, bir doktrin aracı ve onlarca savaş, işgal, fetih ve direnişe sebep olan bir enstrüman olmak üzere çok çeşitli biçimlerde kullanıldığını ileri sürülmektedir.

Makalenin İngilizce yazılması, Türkçe’nin daha fazla katliama uğramaması bakımından yararlı olmuş..

Özetin ikinci cümlesinde önce “usul” dersi veriliyor:

Cihat Kur’ani bir kavramdır, bu da kutsal kitapta tanımı yapılan terimin İslami kurallara göre yeniden yorumlanmaya mevzu bahis olmaması anlamına gelmektedir.”

Madem böyle, bu yazarların da tutarlılık adına cihat hakkında gevezelik yapmamaları, doğrudan Kur’an ayetlerini aktarmaları gerekirdi. Fakat, yazılarında bir tane bile ayet meali yok.

Ya ne var?

Batılıların Kur’an’daki cihata dair yorumları var.

Hani yorum yapılamıyordu?.. Niye ayeti değil de, gâvurun yorumunu aktarıyorsun?

Aktardıkları (İslam âlimlerini geçtik) sıradan bir müslümanın bile değil, gâvurun yorumu.. Önce müslümanların yorumunu aktarsalar da “Batılılar da aynı gerçeğe işaret ediyorlar” deseler anlayacağız.. Yok!

Üçüncü cümle ya da zırva şöyle:

Klasik cihat anlayışından farklı olarak, günümüz radikal İslami hareketler cihatçı söylemi var olan uluslararası sistemi yıkmak, Müslüman toplumlar arasındaki sınırları yok etmek ve şeriat kurallarını yeniden kurmak amacıyla kullanmaktadırlar.

Bundan anlaşıldığına göre, “klasik cihat anlayışı” (Ki, önceki cümleye yani zırvaya göre burada “klasik anlayış” Kur’an’ın yorumlanmayıp aynen alınması gereken ayetleri demek oluyor) statükonun bekçisiymiş, “var olan uluslararası sistem”in bekasını hedefliyormuş.

Ayrıca, “müslüman toplumlar arasındaki sınırlar”ı dokunulmaz kabul ediyormuş. Müslümanların birlik ve beraberliği gereksizmiş. Esas olan bölünme ve bölücülükmüş.

Şeriat kurallarını “yeniden kurmak” için de cihat yapılamazmış.

Yazarlar cihat kavramının tarih boyunca fetihler için “kullanılması”ndan da söz ediyorlar ki, bu anlayışa göre şimdi Türk milletinin Ötüken’de yaşıyor olması gerekirdi.

Bu tür “entel”liklerin bir adım sonrasını, cihatçı ataların torunu Türkler’in İstanbul’da, Anadolu’da, Balkanlar’da, Kıbrıs’ta, Trakya’da ne aradıkları sorusunun oluşturacağını anlamak için ya İslamcı olmak zorundasınız ya da bu lafları yerli-milli geri zekâlıların boş kaflarına yerleştiren derin Batılı..

*

Şeriat kurallarını yeniden kurmak tabirini şayet o kuralların yeniden yorumlanması olarak alırsak, bunun için cihada gerek yoktur. Bu, söylem düzeyinde (kitap vs. yazmak suretiyle) gerçekleşecek birşeydir.

Yok eğer yeniden hayata geçirmeyi kast edersek, işte Hz. Ebubekir’in Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra yaptığı tam da buydu. Bedevîler “Şeriat’in zekât emrine uymayacağız” dedikleri için onlarla savaşıldı.

Tahmin edilebileceği gibi söz konusu makalenin yazarları Bassam Tibi’nin bir kitabına da atıfta bulunuyorlar. Batılılar konu hakkında ne demişlerse kafalarını (varsa eğer) kullanmadan almışlar.

Bunların bu zırvaları da Türkiye’de makale diye yayınlanıyor. İngilizce olunca hele havasından hiç geçilmiyor.

*

Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda cihat kavramının değil fakat şehadet kavramının istismar edildiğini görüyoruz.

Bir asker ya da polis, yaşarken Allah yolunda cihat edemiyor (Ki cihad, tanım gereği Allah yolunda yapılır), fakat ölünce şehit oluyor. En yüce mertebe..

Halbuki, İslam’a göre ancak “Allah yolunda” cihat eden, Allah’ın sözü/vahyi/şeriati yüce olsun diye çarpışan kişi şehit olabilir.

Ve, bu topraklarda Allah’ın sözünün yüce olması için (savaş anlamında) cihattan önce yapılacak daha kolay şeyler var.

Anayasa’ya “Devletin dini İslam’dır” diye yazar, yasaların Allah’ın sözüne/vahyine aykırı olamayacağı hükmünü koyarsınız.

Ayrıca, bu hükmün değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğini belirtirsiniz.

Bunun yanı sıra, “Allah’ın Elçisi’nin ilke ve inkılaplarına bağlılık” yemini etmeyen kişilerin bu ülkede milletvekili olamayacağını (millete vekâlet edemeyeceğini), cumhurun başkanı olamayacağını ilan edersiniz.

İşte Allah’ın sözünü yüceltme böyle olur.  

*

Türkiye’ye gelelim.. Türkiye’de Allah’ın sözünü yüceltme diye birşey var mı?

Neresinde, ne kadar var?

Devlet laik (dinsiz, dinler arasında tarafsız)..

Dahası, Ali Rıza ile Zübeyde’nin oğlu Mustafa’nın ilke ve inkılapları adı verilen bir dogmalar yığınını Allahu Teala’nın vahyine tercih ediyor.

Ve, bu devletin askeri ve polisi (din ile devlet işleri birbirine karıştırılamayacağından) yaşarken devlet işlerini Allah’ın emri doğrultusunda tedvir edemezken, ölünce nasıl oluyorsa Allahu Teala’nın en şerefli kulları haline geliyorlar. Şehit oluyorlar.

Dirileri Mustafa’nın hizmetinde, ölüleri ise Allahu Teala’ya bırakılıyor.

Hacerler, Ayşeler, “cihadist” adını verdikleri kim ya da ne oldukları belirsiz yeldeğirmenlerine Batı’nın zırvaları eşliğinde saldırmak yerine “modern-laik şehadetist devletin şehadetizm”i üzerinde dururlarsa hayalî konularla vakit öldürmek yerine “gerçek” sorunlara eğilmiş olurlar.

Cihadizm kötü ise, şehadetizm nasıl iyi olabiliyor? Bu soruya cevap arasınlar.

Cihat kötü ise, cihadın bir sonucu olan şehadet nasıl bu kadar değerli hale gelebiliyor?

Yoksa İslam, yaşayanların değil de ölülerin mi dini?

Sadece ölülere mi layık görülüyor?


“İSLAMCI” BATILILAR: GELLNER, DE TOCQUEVILLE, LEWIS, ROSENTHAL

 






“İslam, bir toplumsal düzen modelidir.”

Ernest Gellner’in Muslim Society (Müslüman Toplum) (Cambridge: Cambridge Universtiy Press, 1984) adlı kitabı bu cümleyle başlar:

“İslam, bir toplumsal düzen modelidir.” (Islam is the blueprint of a social order.) (s. 1)

İslam’ın “siyasal”ı da içeren bir din olduğunun anlaşılması için bu cümle yeterlidir. Fakat Gellner, geri zekâlılar için sözlerinin devamında ayrıntıya girer:

Bunun anlamı, toplumun tam bir tanzimini belirleyen ebedî, ilahî nitelikte, ve insanların arzularından bağımsız bir kurallar dizisinin var olmasıdır. (…) Bu kuralların toplumsal hayatın bütününe uygulanması gerekmektedir. (s. 1)

Görüldüğü gibi, Gellner, birtakım entel ya da sosyal bilimci geçinen soytarıların aksine, İslam’ın “insanların arzularından bağımsız (independent of the will of men) bir kurallar dizisi” içerdiğini kabul ediyor.

Yani, “İslam şunu emrediyor” denildiği zaman, “Yok, o sizin İslamcılığınızdır, İslam’ın yorumlarından bir yorumdur, başka türlü de yorum getirilebilir, evet bu bir İslam yorumudur, ama İslam değildir” deme soytarılığına tenezzül etmiyor.

Gerçeği olduğu gibi söylüyor.

Ayrıca, söz konusu kuralların ebedî (eternal) olduğunu vurgulayarak (İslam’ın hükümlerinin belirli bir tarih ve coğrafya için geçerli olduğunu ileri süren) “tarihselci” soytarılara da sırt çeviriyor.

Ayrıca, aynı kuralların toplumsal hayatın tamamına baştan ayağa uygulanmasının İslam’ın bir gereği olduğunu vurgulayarak, İslam’ın sadece kişisel/özel hayatı düzenlemekle kalmadığını, aynı zamanda “siyasal” bir din olduğunu söylemiş oluyor.

*

Gellner, sözlerinin devamında, Alexis de Tocqueville’den şu alıntıyı yapıyor:

İslam, iki gücü [dinî ve dünyevî] eksiksiz bir biçimde birbirine bağlayan ve içiçe geçiren dindir ... öyle ki sivil ve politik yaşamın (civil and political life) bütün faaliyetleri az veya çok dinî hukuk tarafından düzenlenir. (s. 1)

Evet, İslamcı ya da Siyasal İslamcı diye adlandırılan insanlar bundan başkasını söylemiyorlar.

De Tocqueville gibi, İslam’ın (Şeriat’in, İslam hukukunun) hem sivil hem de siyasal hayattaki “tüm” faaliyetleri az veya çok düzenlediğini söylüyorlar.

Siyasal hayatı düzenleyen dinî emirlerin kabul edilmemesinin, İslam’ın parçalanıp, paramparça edilip insanların keyfine uyan kısımlarının alınması anlamına geleceğini ifade ediyorlar.

*

İslamcı oldukları söylenenler İslam’a birşey ekliyor değiller, tam aksine, Siyasal İslam düşmanları İslamî bazı gerçekleri İslam’ın dışına atmaya kalkışıyorlar.

Böylece bir tür tanrılık davasına kalkışmış oluyorlar.

Haşa “Allah, İslam’ı doğru dürüst indirememiş, biz birtakım rötuşlarla düzeltiyoruz” demeye getiriyorlar.

Siyasal İslam adı altında İslam’ın siyasî düzenlemelerine karşı çıkan, önemsiz ve gereksiz gösteren hemen herkesin durumu budur.

Bu halleriyle ya bizzat tağut olmaya kalkışan azgınlardır, ya da, tağutların peşinde giden zavallılardır.

İslam’ı bir Gellner, bir de Tocqueville kadar bile anlayamamış sapkınlardır.

*

Günümüzde Batı’nın İslam’la mücadele stratejisinin temelini İslam-İslamcılık (Siyasal İslam) ayrımı oluşturuyor.

Buna göre, İslam, salt ibadetlerden oluşan bir inançken, İslamcılık, onun aynı zamanda bir siyasal düzen olduğunu savunuyor.

İslam bir din, İslamcılık ise bir siyasal ideoloji, ve din olan İslam’dan farklı..

Dolayısıyla müslüman-İslamcı ayrımı yapmak gerekiyor.

Evet, Batı’nın “Siyasal İslam’la mücadele” projesinin temel tezleri bu şekilde özetlenebilir.

Mümkün mertebe suret-i haktan gelmeye çalışıyor, ellerinden geldiğince (Haricîler gibi) “hak söz ile batılı kast” etmeye özen gösteriyorlar.

Projenin gayesi ise, İslam dünyasında insanları birbirine düşürmek, işbirlikçi uşaklarını geleneksel İslam için "yeni bir icat olan İslamcılık"la mücadele eden has halis müslümanlar olarak göstermek, gerçek İslam’ı “Siyasal İslam” diyerek mahkum etmek.

*

Ancak, İslamcı denilen insanların savundukları hakikatler, Gellner gibi, Batı’nın istihbarat örgütlerinin (gizli servislerinin) ve psikolojik savaş (özel harp) kurumlarının emrine girmemiş bilim adamları tarafından da dile getiriliyor.

Bu hakikatler, geçmişte de Alexis de Tocqueville gibi seçkin düşünürler tarafından dile getirilmiş.

Evet, İslamcılar (Siyasal İslamcılar), bir Gellner’in, bir de Tocqueville’in söylediğinden daha fazlasını söylemiyorlar.

Bu isimler, bir bilim adamı olarak hareket ediyorlar; Islamist/İslamcı olmak bir yana, müslüman bile değiller...

Üstelik Bernard Lewis gibi ABD’ye Ortadoğu konusunda akıl hocalığı yapmış bir yahudi bile bu gerçeği açıkça yazmış durumda:

Klasik İslam’da Din ve Devlet arasında, bunları birbirinden ayırt edici bir fark yoktu.... Klasik Arapça’da ve hatta entelektüel ve siyasi kelime haznelerini Arapça’dan alan diğer dillerde manevî (spiritual) ve dünyevî (temporal), halka özgü (lay) ve papazlara özgü (ecclesiastical), dinî (religion) ve laik (secular) gibi kelime çiftlerine karşılık gelecek sözcükler yoktu.”

(Bernard Lewis, İslâm’ın Siyasal Dili, çev. Fatih Taşar, Kayseri 1992, s. 9-10.)

Demek ki, “klasik İslam”, din ile devlet arasında bir fark görmüyordu.

İslamcı diye hedefe konulan insanlar işte bundan daha fazlasını savunmuyor, yani onlar aslında “klasik İslam” dışında yeni bir yorum üretme derdinde değiller.

Herhangi bir “icat”ları, bir yeniden “inşa” faaliyetleri yok.

Gerçek neyse onu söylüyorlar.

*

İslamcılık karşıtları, Erwin Rosenthal’in altını çizdiği şu gerçeklerden de habersiz durumdalar. Ya da habersiz görünmek işlerine geliyor:

“Bir müslümanın hayatı –en azından idealde– onun Allah’la olduğu gibi Müslümanlar ve gayrimüslimlerle olan ilişkilerini de yönlendiren kesin kural ve uygulamaları belirten Şeriat tarafından bütünüyle yönetilir. İlk grup ilişkiye (Allah’la olana) ‘dinî’, ikincisine ise ‘laik’ demeye alışkınız. Ancak dinî hukukun her şeyi kuşattığı bir yerde, ayrımın hiçbir anlamı kalmaz.”

(Erwin I. J. Rosenthal, Ortaçağ’da İslam Siyaset Düşüncesi, çev. Ali Çaksu, İstanbul 1996, ss. 17-18.)

Demek oluyor ki, İslam hukuku “herşeyi kuşatmaktadır” ve bu “herşey”e toplum ve toplumsal düzen de, siyasal hayat da dahildir.

Bir müslümanın İslam anlayışı Rosenthal gibi bir bilim adamının vardığı sonuçlarla tetabuk ettiğinde, bu onun, potansiyel terörist olduğu anlamına mı gelir?!..

O takdirde Erwin Rosenthal’i baş terörist ya da terör teorisyeni kabul etmek gerekir.

*

Rosenthal’in şu ifadeleri meseleyi çok iyi özetlemektedir:

“Manevi ve dünyevi alanlar, dinî ve laik faaliyetler arasında İslam hiçbir ayırım tanımaz.”

Mesele bu kadar açıktır.

İslam’ı Rosenthal kadar bile öğrenememiş soytarılar, ahirette Allahu Teala’nın huzuruna çıktıklarında karnelerindeki “iman” notunun sıfır olduğunu görme ihtimalleri üzerinde neden hiç düşünmüyorlar?

Bu nasıl bir dangalaklık, nasıl bir soytarılık, ve nasıl bir iman!

*

Bunlara ek olarak, “dünya”nın mukabilinin “din” değil “ahiret” olduğunu vurgulayan Rosenthal şu önemli tespitleri de yapar:

“... din ve devlet Şeriat’ın iki yönüdür. Dinin tamamlayıcısı genellikle dünyadır; din ‘kilise’ anlamını içermez ve hiçbir zaman içine aldığı dünya ile karşılaştırılmaz.... Dünyanın mukabili ahirettir, yani gelecek dünya. Her ikisi de dinin içindedir. Ne yazık ki Arapça terimleri tercüme etmek için Batılı terimleri kullanmak zorunda kalıyoruz ve böylece orijinal anlamı bozup kelimelere Hristiyanî bir çağrışım yüklüyoruz.” (A.g.e., s. 17.)

Demek ki neymiş, muharref Hristiyanlık’taki din ve devlet ayrımı İslam’da yokmuş.

Yani devlet düzeyinde dinsiz, kişissel düzeyde müslüman olamazmışsınız.

İslam buna izin vermiyormuş.

Devlet düzeyindeki dinsizliği makul ve meşru kabul ettiğinizde, “inancınız” bu olduğunda, kişisel düzeyde de artık müslüman değilsinizdir.

Çünkü işin esası “inanç”tır. Amel ondan sonra gelir. Allahu Teala’nın emirlerinin herşeyin üstünde olduğunu, kişisel yaşamı da, devlet yönetimini de kapsadığını kabul etmen durumunda, amel bakımından kusurlu da olsan, dünya kadar günaha da batsan müslümansındır.

Devletin laik olmasının iyi olduğunu, İslam’ın devlet yönetimini ilgilendiren emirlerinin geçersiz kabul edilmesi gerektiğini kabul edersen, alnın secdeden kalkmasa bile imansızsındır.

*

Evet İslam’ı laiklik ve sekülerlik zihniyeti çerçevesinde yorumlayanlar, ‘din’ terimine, bilerek veya bilmeyerek, Rosenthal’in işaret ettiği gibi, hıristiyanca bir anlam yüklemektedirler.

Hatta dinsizce.. Tam gâvurca..

*

Kısacası, Batı’nın İslam’la mücadele stratejisine uşaklık ederek “İslamcılık, İslam’ın, İslam’dan farklı bir yorumudur” diyenler, Müslümanlar’ı hristiyanca bir İslam yorumuna davet ediyorlar.

Onlardan İslam’ın İslamî (usule uygun) yorumunu terk etmelerini istiyorlar.

Varılmak istenen hedef şu:

İslam’a hristiyanca bir anlam yüklerseniz, sizi “müslüman” olarak adlandıracaklar, bunun aksine İslam’ı “klasik İslam”a göre yorumlarsanız, adeta bir hayvan gibi avlanması gereken potansiyel terörist “İslamcı” kitleye dahil edileceksiniz.

Zerre kadar imanı olan herkesin bu alçaklıkla mücadele etmesi gerekir.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...