Batılı sosyal bilimcilerin bazıları
İslam’ı bilimsel bir çalışmanın nesnesi olarak görüyor ve anladıklarını
aktarmaya çalışıyorlar.
Bunların yazdıkları da her ne kadar
kendi kültürel kodlarının süzgecinden geçerek oluşuyorsa da, özel bir çarpıtma
gayreti taşımıyor.
Buna karşılık, Batılı istihbarat örgütlerinin (gizli servislerin)
hizmetine girmiş birçok akademisyenin özel olarak çarpıtma gayreti içinde kalem
oynattıkları görülüyor.
Özellikle de son dönemde..
Soğuk Savaş’ın bitmesi,
Sovyetler Birliği’nin dağılması ile
birlikte bu süreç başlamış durumda.
Dönüm noktası, 1990 yılı..
Batı, yeni tehlike olarak İslam’ı
hedefe koymuş bulunuyordu. (Putin sayesinde eski tehlikeyi yeniden
hatırladılar, fakat biraz geç kaldılar.)
Böylece Batı’da “kendini doğrulayan kehanet” (self
fulfilling prophecy) babından “Siyasal
İslam’ın iflasını” müjdeleyen kitaplar kaleme alınmaya başladı.
NATO’nun yeni düşman konsepti
Türkiye’de de etkisini göstermekte gecikmedi. “İslam birliği” idealini dilinden düşürmeyen Erbakan’ın liderliğindeki hareket İslamcı biliniyordu ve Siyasal
İslam’ın Türkiye versiyonu olarak görülüyordu. Bu yüzden 28 Şubat postmodern darbesiyle bu hareketin defteri dürüldü.
*
Türkiye’deki rejim (derin devlet), Batı’nın verdiği ev ödevlerini yerine
getirmekte ihmalkârlık ve tembellik göstermiyor, fakat karşılığında birşey
alamıyor.
Daha doğrusu karşılığında kazık
üstüne kazık yiyor.
Kemalistler/Atatürkçüler
Yahudi-Hristiyan konsorsiyumuna sadakatle hizmet edip Erbakan’ı ekarte ettiler,
fakat karşılığında onun “Batı’dan icazet almış talebesi Erdoğan” ile FETÖ’nün
önünün açıldığını gördüler.
Yedikleri en taze kazıklardan biri
bu.
Kendilerinin de, Kemal’lerinin de,
Kemalist Türkiye’nin de Batı’nın umurunda olmadığını anlamak istemediler.
Batı bir taraftan bu
Kemalist/Atatürkçü budalaları içeride “İslamcı”lara karşı kullanırken, öte
taraftan da Kuzey Irak’ta bir Kürt
devletinin kurulmasını sağlamıştı.
Türkiye’nin derin akılsızları dönen
dolabın ne olduğunu bile anlayamadılar.
Anlasaydılar aynı kazığın bir
benzerini Suriye’de yemezlerdi. Yediler.
Sıra Suriye’ye gelmişti. Bir Kürt
devleti de orada kurulmalıydı.
Suriye yönetimine karşı neredeyse “İslamcıların
hamisi” kesildiler, rejimi değiştirmek için kolları sıvadılar, gizli
gündemlerinde ise yeni bir Kürt
devletinin kurulması vardı.
Türkiye’nin “analiz” harikası vizyoner
“derin devleti”nin aklı başına geldiğinde atı alan Üsküdar’ı da, Üsküb’ü de
geçmişti.
*
Türkiye’nin Batı’ya bağımlılığı öncelikle zihinsel.. Zihniyet düzeyinde..
Bağımsızlık önce düşüncede
başlar.. Bu da, kavramlarınızın kendinize ait olması anlamına gelir.
Türkiye’nin “düzen” başlarının İslam
dünyasını ve İslamî hareketleri analiz ederken kendilerine ait bir kavramsal
çerçeveleri, bir paradigmaları, bağımsız bir yaklaşımları var mı?
Yok!
Batılılar neyi ortaya atıyorlarsa
aynısını tekrarlamakla meşguller..
Batılıların laflarını tercüme
ediyorlar, entel görünmek için arada birkaç kelimeyi de tercüme etmeden orijinal
haliyle bırakıyorlar, böylece güya çağı yakalamış, gündemi yakından takip
etmiş, gelişmelerin gerisinde kalmamış oluyorlar.
Türkiye’nin derinlerinin de,
istihbaratçılarının da, medyasının da, akademyasının da durumu bu.
*
Evet, ülkemizde sırf entel/aydın
bilim adamı, sosyolog, siyaset bilimci vs. görünebilmek için Batı'nın psikolojik savaş uzmanlarının hurafelerini ezberleyip papağan gibi tekrarlayan yazar çizerlerden,
akademisyenlerden geçilmiyor.
Bir örnekle duruma açıklık getirmek
yararlı olur.
Mesela “Quo Vadis Jihadism? Reconstruction of the Jihadist
Discourse in the Middle East” (Cihatçılık Nereye? Ortadoğu’da Cihatçı Söylemin
Yeniden İnşası) başlıklı
makale örnek gösterilebilir (Ortadoğu
Etütleri, vol. 7, no. 1, July 2015).
Yazarları
Hacer Coşkun ile Ayşe Ömür Atmaca..
Yazdıklarına
bakınca, “Quo vadis Hacer, quo vadis Ayşe?” demek gerekiyor.
Çünkü
ne yazdıklarından ve nereye gittiklerinden haberleri yok.
*
İngilizce
makalenin Türkçe özeti şöyle:
Ortadoğu
siyaseti, askeri faaliyetlerdeki motive edici rolünden dolayı, cihat
söylemi ile iştigal edilmiştir. Cihat Kur’ani bir kavramdır, bu da
kutsal kitapta tanımı yapılan
terimin İslami kurallara göre yeniden
yorumlanmaya mevzu bahis
olmaması anlamına gelmektedir. Kur’an’daki açık anlamına rağmen siyasi aktörler terimi farklı
politik koşullara göre uyarlamaktadırlar.
Klasik cihat anlayışından farklı olarak, günümüz radikal İslami
hareketler cihatçı söylemi var
olan uluslararası sistemi yıkmak, Müslüman toplumlar arasındaki sınırları yok etmek ve şeriat kurallarını yeniden
kurmak amacıyla kullanmaktadırlar.
Cihat’tan cihatçılığa doğru gelişen
söylemsel dönüşüm ise
Ortadoğu’da İslam’ın siyasi bir araç olarak nasıl manipüle edildiğini göstermektedir.
Çalışma, zaman ve mekanın tarihsel bağlamları içerisinde cihadın farklı anlamlarını incelemektedir. Çalışmada cihat
kavramının tarih boyunca bir
devlet politikası, bir doktrin aracı ve onlarca
savaş, işgal, fetih ve direnişe
sebep olan bir enstrüman olmak üzere çok çeşitli biçimlerde kullanıldığını ileri
sürülmektedir.
Makalenin
İngilizce yazılması, Türkçe’nin daha fazla katliama uğramaması bakımından
yararlı olmuş..
Özetin ikinci cümlesinde önce “usul” dersi veriliyor:
“Cihat Kur’ani bir kavramdır, bu da
kutsal kitapta tanımı yapılan
terimin İslami kurallara göre yeniden yorumlanmaya mevzu bahis olmaması anlamına gelmektedir.”
Madem böyle, bu
yazarların da tutarlılık adına cihat hakkında gevezelik yapmamaları, doğrudan Kur’an
ayetlerini aktarmaları gerekirdi. Fakat, yazılarında bir tane bile ayet meali
yok.
Ya ne var?
Batılıların Kur’an’daki
cihata dair yorumları var.
Hani yorum
yapılamıyordu?.. Niye ayeti değil de, gâvurun yorumunu aktarıyorsun?
Aktardıkları (İslam
âlimlerini geçtik) sıradan bir müslümanın bile değil, gâvurun yorumu.. Önce müslümanların yorumunu aktarsalar da “Batılılar da aynı gerçeğe işaret
ediyorlar” deseler anlayacağız.. Yok!
Üçüncü cümle ya da zırva
şöyle:
Klasik
cihat anlayışından farklı olarak, günümüz radikal İslami
hareketler cihatçı söylemi var olan uluslararası sistemi yıkmak, Müslüman toplumlar arasındaki sınırları yok etmek ve şeriat kurallarını yeniden
kurmak amacıyla kullanmaktadırlar.
Bundan
anlaşıldığına göre, “klasik cihat anlayışı” (Ki, önceki cümleye yani zırvaya
göre burada “klasik anlayış” Kur’an’ın yorumlanmayıp aynen alınması gereken
ayetleri demek oluyor) statükonun
bekçisiymiş, “var olan uluslararası
sistem”in bekasını hedefliyormuş.
Ayrıca,
“müslüman toplumlar arasındaki sınırlar”ı dokunulmaz kabul ediyormuş.
Müslümanların birlik ve beraberliği gereksizmiş. Esas olan bölünme ve
bölücülükmüş.
Şeriat
kurallarını “yeniden kurmak” için de cihat yapılamazmış.
Yazarlar
cihat kavramının tarih boyunca fetihler
için “kullanılması”ndan da söz ediyorlar ki, bu anlayışa göre şimdi Türk
milletinin Ötüken’de yaşıyor olması gerekirdi.
Bu
tür “entel”liklerin bir adım
sonrasını, cihatçı ataların torunu Türkler’in İstanbul’da, Anadolu’da, Balkanlar’da,
Kıbrıs’ta, Trakya’da ne aradıkları sorusunun oluşturacağını anlamak için ya İslamcı olmak zorundasınız ya da bu lafları
yerli-milli geri zekâlıların boş kaflarına yerleştiren derin Batılı..
*
Şeriat
kurallarını yeniden kurmak tabirini şayet o kuralların yeniden yorumlanması
olarak alırsak, bunun için cihada gerek yoktur. Bu, söylem düzeyinde (kitap vs.
yazmak suretiyle) gerçekleşecek birşeydir.
Yok
eğer yeniden hayata geçirmeyi kast edersek, işte Hz. Ebubekir’in Rasulullah
sallallahu aleyhi ve sellemin vefatından sonra yaptığı tam da buydu. Bedevîler
“Şeriat’in zekât emrine uymayacağız” dedikleri için onlarla savaşıldı.
Tahmin
edilebileceği gibi söz konusu makalenin yazarları Bassam Tibi’nin bir kitabına
da atıfta bulunuyorlar. Batılılar konu hakkında ne demişlerse kafalarını (varsa
eğer) kullanmadan almışlar.
Bunların
bu zırvaları da Türkiye’de makale diye yayınlanıyor. İngilizce olunca hele
havasından hiç geçilmiyor.
*
Bugünkü Türkiye’ye baktığımızda cihat kavramının değil fakat şehadet kavramının istismar edildiğini
görüyoruz.
Bir asker ya da polis, yaşarken Allah yolunda cihat edemiyor (Ki cihad,
tanım gereği Allah yolunda yapılır), fakat ölünce şehit oluyor. En yüce
mertebe..
Halbuki, İslam’a göre ancak “Allah
yolunda” cihat eden, Allah’ın sözü/vahyi/şeriati
yüce olsun diye çarpışan kişi şehit
olabilir.
Ve, bu topraklarda Allah’ın sözünün
yüce olması için (savaş anlamında) cihattan
önce yapılacak daha kolay şeyler var.
Anayasa’ya “Devletin dini İslam’dır” diye yazar, yasaların Allah’ın
sözüne/vahyine aykırı olamayacağı hükmünü koyarsınız.
Ayrıca, bu hükmün değiştirilemeyeceğini, değiştirilmesinin
teklif dahi edilemeyeceğini belirtirsiniz.
Bunun yanı sıra, “Allah’ın Elçisi’nin ilke ve inkılaplarına
bağlılık” yemini etmeyen kişilerin bu ülkede milletvekili olamayacağını (millete
vekâlet edemeyeceğini), cumhurun başkanı olamayacağını ilan edersiniz.
İşte Allah’ın sözünü yüceltme böyle
olur.
*
Türkiye’ye gelelim.. Türkiye’de
Allah’ın sözünü yüceltme diye birşey var mı?
Neresinde, ne kadar var?
Devlet laik (dinsiz, dinler arasında
tarafsız)..
Dahası, Ali Rıza ile Zübeyde’nin
oğlu Mustafa’nın ilke ve inkılapları adı verilen bir dogmalar yığınını Allahu
Teala’nın vahyine tercih ediyor.
Ve, bu devletin askeri ve polisi
(din ile devlet işleri birbirine karıştırılamayacağından) yaşarken devlet
işlerini Allah’ın emri doğrultusunda
tedvir edemezken, ölünce nasıl oluyorsa Allahu Teala’nın en şerefli kulları
haline geliyorlar. Şehit oluyorlar.
Dirileri Mustafa’nın hizmetinde, ölüleri
ise Allahu Teala’ya bırakılıyor.
Hacerler, Ayşeler, “cihadist” adını verdikleri kim ya da ne
oldukları belirsiz yeldeğirmenlerine Batı’nın zırvaları eşliğinde saldırmak
yerine “modern-laik şehadetist
devletin şehadetizm”i üzerinde
dururlarsa hayalî konularla vakit öldürmek yerine “gerçek” sorunlara eğilmiş
olurlar.
Cihadizm kötü ise, şehadetizm nasıl iyi olabiliyor? Bu
soruya cevap arasınlar.
Cihat kötü ise, cihadın bir sonucu
olan şehadet nasıl bu kadar değerli hale gelebiliyor?
Yoksa İslam, yaşayanların değil de
ölülerin mi dini?
Sadece ölülere mi layık görülüyor?