CUMHURSUZ CUMHURİYET, HALKSIZ DEMOKRASİ

 


Fikriyat.com yazarı Mustafa Özcan “Niçin Batı’nın gerisinde kaldık?” başlıklı yazısında “siyasal rejim” anlamında gerilikten de söz ediyor.

Şöyle diyor:

“[Müslümanlar] Hilafet döneminde bir nevi cumhuriyet sistemini uygulamalarına rağmen geriye düşmüş ve istibdat çukuruna düşmüşlerdir…. Siyasi rejim olarak da genelde istibdat ile birlikte anılan, yürüyen hanedanlık veya saltanat anlayışına kapılmışlardır.”

Batı ise böyle değilmiş.

Bunlar, “zamanın ruhu” açısından uygun ve doğru, “hak ve hakikat” nokta-i nazarından ise düzeltilmeye ihtiyaç duyan yalan yanlış “Cumhuriyet ezberleri” durumunda.

Avrupa’da günümüzde de İngiltere, Hollanda, Norveç, İsveç, Lüksemburg, Danimarka, Lihtenştayn (Liechtenstein), Monako, Andorra, Belçika ve İspanya hâlâ krallık.

Hâlâ başlarında hanedanlar var.

Almanya, Avusturya ve Rusya’da saltanatın son bulması doğal bir sürecin değil, Birinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle oldu.. Ve Rusya, çarlık yerine “sovyet sosyalist cumhuriyet” olarak komünist diktatürlüğün, Almanya ise Nazi diktatoryasının eline düştü.

Türkiye ise, Osmanlı saltanatı yerine Selanikli diktatörlüğüyle müşerref oldu.

*

Görüldüğü gibi, Özcan’a göre hilafet, nebevî menhec üzere hilafet olmasından dolayı değil, bir nevi cumhuriyet sistemi olmasından dolayı kıymetli.

Hayır, bu ne satır aralarından çıkan anlam, ne de zımnen demiş sayılacağı şey; doğrudan böyle konuşuyor.

Cumhuriyet ile istibdadı da ayırıyor ki, bu da, kasten yapılan bir çarpıtma değilse de. en iyi ihtimalle dünyadan habersizlik ve koyu bilgisizlik olarak yorumlanabilir.

Saltanat (hanedan devleti) ile istibdadı birlikte anması da öyle..

*

Oysa, cumhuriyet denilen sistem sıkça diktatörlüğe sahne olmaktadır.. Öyle ki, bu cumhuriyetçi istibdat, istibdadın en koyu biçimidir.

Mesela Çin Halk Cumhuriyeti, kurulduğundan beri, istibdadın en uç örneklerini sergileyegelmiş durumda.. O kadar ki, Doğu Türkistan’da şu anda yaptıkları zulümlerin çetelesini tutmak mümkün değil.

Türkiye’de de durum bir ölçüde benzer.. Bu toplum som, saf, pür ve halis muhlis istibdatla cumhuriyetin ilanıyla tanıştı..

Çözümsüzlüklerden çözümsüzlük beğenmekte olan, gittikçe içinden çıkılmaz hale gelen Kürt sorunu da bundan doğdu.. Devletin bir Kürt sorunu olmasa bile “Atatürkist cumhuriyet politikaları” sayesinde Kürtler’in artık devletle bir sorunu var.

Bütün Türk tarihi boyunca sultanlar tarafından uygulanmış istibdadı toplasanız, kemiyet değilse de keyfiyet bakımından, Selanikli Mustafa Atatürk’ün tek parti diktatoryası döneminde uygulananın onda biri kadar etmez.

Adamın ölüsü bile istibdadın garantörü durumunda.. Başörtüsü meselesi etrafında Atatürk ilke ve inkılapları namına kopartılan fırtınaları hatırlayalım..

Düşünün, adam “Çorap giymedin, suçlusun, cezan idam” der gibi şapka giymeyenleri asabilmiş bir “çılgın Türk”.

Firavun, İsrailoğullarının çocuklarını (putu olan) devletinin bekası için öldürüyordu, bu “defolu dahi”nin şapka giymeyenleri hangi akla hizmetle öldürdüğünü anlayabilmek mümkün değil.

Onun cumhuriyetinin yaptığını ifade için istibdat kelimesi yetersiz kalıyor.. Ona has özel bir kavram icat etmek gerekiyor.

*

İmdi, olaya müslümanca (İslam’a göre) bakmak istiyorsak eğer, Batı’da yapılmış siyasal rejim tasniflerine değil, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in tebligatına itibar etmemiz gerekir.

O (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

Nübüvvet (peygamberlik) içinizde,Allah’ın dilediği kadar devam eder;sonra dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde (menheci üzere) bir hilafet olacaktır. Bu da Allah’ın dilediği kadar devam eder; ardından Allah onu da –dilediği zaman– ortadan kaldırır. Sonra ısırıcı bir mülk (hakimiyet, egemenlik) olur. O da Allah’ın dilediği kadar devam eder, sonra Allah dilediğinde onu ortadan kaldırır. Daha sonra ceberut (zorba) bir mülk ortaya çıkar; o da Allah’ın dilediği kadar devam eder, ardından Allah dilediği zaman onu ortadan kaldırır. Sonra, nübüvvet sisteminde bir hilafet olur.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 4/273)

Görüldüğü gibi Peygamber Efendimiz s.a.s. cumhuriyetten, saltanattan vs. söz etmiyor.

Bir nübüvvet menheci üzere hilafet var, bir de mülk (devlet egemenliği, hakimiyeti; ya da devletleşmiş egemenlik/hakimiyet/hükümranlık).

Mülk de ikiye ayrılıyor: Yanına fazla yaklaşıldığında ısırabilen hakimiyet, ve elinden uçanın kaçanın kurtulamadığı, herkesi bir şekilde "öpen" ceberut (zorba) hakimiyet.

*

Cumhuriyetmiş, meşrutiyetmiş, monarşiymiş, demokrasiymiş, şuymuş buymuş.. Bunları boşver, mesele şu: Bugün İslam ülkesi diye bilinen ülkelerin rejimi Peygamber Efendimiz s.a.s.’in tasnifi çerçevesinde hangi kategoriye girmektedir?

Isırıcı mülkle (egemenlikle, devlet otoritesiyle) mi yönetiliyorsun, yoksa ceberut (zorba) devletlerin tasallutu altında mısın?

Sen ceberut (zorba) devlet egemenliği altında inliyorsan devlet dükkanının kapısının üstünde cumhuriyet (cumhurluk) tabelası asılı olsa ne yazar! (Beşeriyet nasıl beşerlik demekse, cumhuriyet de cumhurluk demektir.. Cumhur ise “halk, topluluk” anlamına geliyor.)

*

Daha önce de birçok kez yazdık.. Nasıl bilim adamı olmak uğraşılan bilim dalının terminolojisini kullanmayı gerekli kılıyorsa, ve kullandığınız terimler sizin hangi teori ekseninde düşündüğünüzü ortaya seriyorsa, siyasal ve toplumsal meseleleri tartışırken başvurduğunuz kavramsal çerçeve de sizin dünya görüşünüzü ele verir.

Bir Atatürkist ile bir müslüman (İslamcı) aynı kavramları kullanmaz, kullanamaz..

Bir komünistle bir liberalin, bir milliyetçi (ırkçı) ile bir hümanistin kavramsal çerçevesi aynı değildir.

Kullandığın kavramsal çerçeve senin zihniyetini açığa vurur.

Mustafa Özcan’ın kullandığı kavramsal çerçeve, ve laflarının temelinde yer alan teorik zemin, “müslüman” bir yazara yakışır nitelikte değil.

*

Batı’da uzun süre, siyasî rejimleri "monarşi, oligarşi ve demokrasi" diye sınıflandıran Yunanlılar'dan kalma tipoloji kullanıldı.

Monarşi (saltanat) tek kişinin hüküm sürmesi, oligarşi birkaç kişinin yönetmesi, demokrasi ise halkın (daha doğrusu toplum çoğunluğunun) egemen olması olarak tanımlanıyordu.

Devlet-hükümet ayrımı yaparak “devlet biçimleri" ile "hükümet biçimleri"nden söz eden Bodin, bu üçlü sınıflandırmadan yararlanarak farklı kombinasyon ya da terkipler oluşturdu.

Mesela, egemenliğin kralın elinde bulunduğu "monarşik devlet"te bütün vatandaşlar kamu görevlerine aynı eşitlikte girebiliyorlarsa, "demokratik hükümet"in sözkonusu olduğunu söyledi.

Böylece, Eski Yunan’ın ayırdığı monarşi ile demokrasi biraraya gelebiliyor, devletin payına monarşi, hükümetin hissesine ise demokrasi düşüyordu.

*

Çağdaş hukukçularsa, Montesquieu'nün kuvvetler ayrılığı teorisinden (yasama-yürütme-yargı) ilham alarak, siyasi rejimleri bu kuvvetler arasındaki ilişkilere göre sınıflandırma yoluna gittiler.

Böylece yeni bir üçlü tasnif ortaya çıktı: Kuvvetlerin birliği rejimi, kuvvetler ayrılığı rejimi, parlamenter rejim (kuvvetlerin işbirliği yaptıkları rejim).

Kuvvetlerin birliği rejiminde bir kişinin hakimiyeti sözkonusuysa ortada ya mutlakçı monarşinin ya da diktatörlüğün bulunuyor olduğunu söylüyorlar.

Birinci durum saltanata, ikincisi ise cumhuriyete işaret etmekle birlikte, aradaki fark sadece iktidara geçişle ilgili.

Saltanatın kralı veraset yoluyla, cumhuriyetin diktatörü ise zorla başa geçiyor.

*

Görüldüğü gibi, halk tarafından benimsenmiş olan veraset olgusu, zorla başa geçen cumhuriyetçi diktatörün durumuna göre daha demokratik bir noktada duruyor.

Selanikli Mustafa Atatürk de, Falih Rıfkı Atay’ın Çankaya’sında ifade ettiği gibi, “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” diyerek saltanatı anti-demokratik bir usulle zorla kaldırtmış, diktatörce davranmış, ve kendi cumhuriyetçi “ebedî” diktatörlüğüne giden yolun asfaltını döşemişti..

Ölüsü bile hâlâ bir diktatör olarak tepemizde..

Ve bu ölü diktatörlüğü dünyada bir tek Türkiye’de geçerli.

*

Kuvvetler ayrılığı rejimine gelince, bunun kralcı biçimi meşrutî monarşi, cumhuriyetçi şekli ise ABD'de görüldüğü üzere başkanlık rejimidir.

Parlamenter rejimin özelliği ise, devlet başkanı ile hükümet başkanının ayrı oluşudur.

Bu rejimde devlet başkanı sırf fahrî/onursal bir rol oynar; başbakan, kendisiyle birlikte parlamentoya karşı sorumlu olan bir bakanlar kurulu içinde yürütme yetkisini tek başına kullanır.

Bugün, meşrutî krallık olan İngiltere'de uygulanan hükümet biçimi parlamenter demokrasi olarak adlandırılıyor.

*

Ancak, bütün bu sınıflandırmaların, günümüzün siyasî rejimleri arasındaki farkları anlaşılır ve sade bir biçimde ifade etmede yetersiz kaldığı bazılarınca öne sürülmektedir.

Bu nedenle giderek terk edilmekte ve onların yerini (iyi bir teorik modelden olay ve olguları basitleştirerek ve karmaşıklıktan kurtararak açıklamasının beklenmesinden hareketle) çokçu ya da demokratik rejimler ile tekçi ya da otokratik rejimler arasındaki ayrım almaktadır.

Çokçu ya da demokratik rejimlerde herşeyden önce birkaç tane siyasî parti bulunur. Basın, fikir, teşkilatlanma, gösteri ve haberleşme hürriyeti vardır.

Tekçi ya da otokratik rejimlerde ise mevcut rejime itiraz edilemez, otoritesi vatandaşların etkisinin dışındadır.

*

Rejim sınıflandırmalarını bu şekilde özetleyen Duverger'ye göre, günümüzde "XIX. Yüzyıl Avrupası'nı parçalamış olan 'monarşi-cumhuriyet' karşıtlığı değerden düşmüş, bütün anlamını kaybetmiştir".

Kaybetmiştir, çünkü, "Parlamenter cumhuriyet ile parlamenter monarşiler arasındaki gerçek fark çok ufaktır, çünkü 'kral' olsun, 'başkan' olsun, devlet reisi pratik olarak bir yetkiye sahip değildir".

Peki, ya parlamento var da parlamenter demokrasi yoksa?.. O zaman da "monarşi (saltanat)-cumhuriyet karşıtlığı" yine anlamdan yoksun mu olacaktır?

Kuşkusuz, çünkü 'cumhuriyetin diktatörü' ile 'saltanatın kralı' arasındaki gerçek fark yine çok küçüktür. Sadece iktidarı ele geçiriş biçimleri değişiktir.

*

Türkiye'ye gelince, 29 Ekim 1923'te cumhuriyetin ilan edilmiş olması demokrasinin gelmesi demek değildi.

Selanikli Mustafa Atatürk’ün otoritesi son iki yüzyılda yaşamış bütün padişahlarınkinden daha fazlaydı.

Bu padişahlar, yapmak istedikleri reorganizasyon ve ıslahatları gerçekleştirmekten bile genellikle aciz kaldılar.

Selanikli diktatör ise, son üç asırda bütün padişahların yaptıkları değişikliklerin daha fazlasını kişisel olarak gerçekleştirdi.

Sorun şurada ki, bu değişikliklerin önemli bir kısmı gereksiz, büyük kısmı da zararlıydı.. Faydalı kısmı devede kulaktı.

Falih Rıfkı Atay, bütün “yağcılığına” rağmen, "Çankaya"sında bu adamın diktatör yönünü de anmadan geçmez.

Selanikli’nin kişisel hakimiyetini diktatörlük yerine monarşiye dönüştürme şansı da yoktu, çünkü mirasçıya sahip değildi.

1930 yılı Temmuz'unda Yalova'da Fethi Okyar, İsmet İnönü ile birlikte yeni bir parti kurması için kendisini ikna etmeye çalışan Selanikli Mustafa Atatürk'e şöyle demişti:

"Matbuat (basın yayın) hür olacaktır. Her türlü yazı yazılacak, Meclis'te her türlü acı tatlı tenkidat (eleştiri) yapılacaktır. Buna tahammül etmek zor olacaktır."

Tercüme edelim: Şu anda Türkiye'de basın hürriyeti yok.. Pekçok şey yazılamıyor.. TBMM'nin (parlamentonun) adı var, kendisi yok, hükümeti herhangi bir şekilde eleştirmek, muhalefet yapmak mümkün değil.

İsmet’ten usturuplu bir şekilde kurtulmak için denize düşen yolcu hesabı Fethi’ye sarılan Selanikli ise şöyle cevap vermiştir:

"Bunlara tahammül edeceğiz. Başka çare yoktur. Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir diktatör manzarasıdır. Vakıa bir Meclis vardır, fakat dahil ve hariçte bize diktatör nazarıyla bakılıyor."

*

"Cumhuriyet" kelimesinin bir devletin isminin ardında yer alması tek başına kıymet ifade etmez.

Eğer cumhuriyet faziletse, batıcılarımızın İran İslam Cumhuriyeti'ni İngiltere Krallığı'na tercih etmeleri gerekir.

Hatta ABD'ye de tercih etmelidirler, çünkü Felix Morley'den tutun da eski başkanlardan Harry Truman'a kadar pekçok kişi, ABD'nin bir cumhuriyet değil, sadece bir demokrasi olduğunu altını çizerek vurgulamışlardır.

Demek ki fazilete pek meraklı değiller.

Orta Asya'daki Türk devletleri de, Sovyet döneminde fazilet içinde yüzüyorlardı, çünkü Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği içinde yer alan cumhuriyetler durumundaydılar.

Çin Halk Cumhuriyeti de, yukarıda belirttiğimiz gibi, adı üstünde, bir cumhuriyettir.

Cumhuriyetçi zihniyete göre fazilet abidesi durumundadır.. Doğu Türkistanlı gericiler anlayamıyor, o ayrı.

*

Cumhuriyeti L. Lipson, "yönetenlerin devleti oluşturduğu ve halkın da onlara ait teba olduğunu kabul eden otoriter seçkinci düşüncenin reddi" olarak tanımlar.

Yönetenlerin devleti oluşturması ve halkın teba sayılması..

28 Şubat sürecinde başörtüsü için düzenlenen "Özgürlük Zinciri" eylemini laikler "devlete başkaldırı" olarak nitelendirmişlerdi.

Mantık şuydu: Postmodern darbe sayesinde iktidar koltuğuna kurulan ve 28 Şubat kararlarını uygulayan yöneticiler devletin ta kendisi, başörtüsü konusunda siyasal iktidarın aldığı kararları protesto eden halk ise devlete kayıtsız şartsız itaat etmesi gereken tebaaydı.

Yöneticileri (Ecevit-Bahçeli-Yılmaz troykasını) protesto etmek devlete başkaldırmak oluyordu, çünkü onlar devletti.

İşte bu, ülkemizdeki klasik laik demokrasi zihniyeti..

*

Montesquieu ise cumhuriyeti, "seçimle gelen devlet başkanının ülkeyi kanunlara uygun olarak yönetmesi" şeklinde tanımlar.

Bu tanımı geçerli sayarsak, seçimle gelenleri ihtilalle gönderenleri cumhuriyet düşmanı kabul etmek zorunda kalırız.

Siyaset bilimciler, cumhurî devlette egemenliğin milletin tamamına ait olmasını (daha doğrusu öyle olduğunun iddia edilmesini) "halk cumhuriyeti" ya da "demokratik cumhuriyet" olarak adlandırırlar. Anayasa'mıza göre Türkiye Devleti "demokratik bir cumhuriyet"tir, yani "egemenlik millete ait"tir.

Bunun yanısıra bir de (yukarıda da belirttiğimiz gibi) "aristokrasi" ya da "seçkinler cumhuriyeti"nden söz ediliyor. Tarihteki Venedik ve Roma Cumhuriyetleri böyleydi, halkın önemli bir kesimi vatandaş bile sayılmıyordu.

Evet, bir, demokratik cumhuriyet var, bir de seçkinler cumhuriyeti, "laiklerimiz" üzülecek ama, "laik cumhuriyet"i siyaset bilimciler bir cumhuriyet türü olarak kabul etmiyor.

*

Bugün demokrasi ile laikliği akıllarınca karşı karşıya getiren, sonra da tercihini laiklikten yana yapan, "Laikliksiz demokrasinin canı cehenneme" diyenler, cumhuriyeti değil, kendi imtiyazlarını savunmaktadırlar.

Demokratik bir cumhuriyette halkın (azınlıkta kalanların değilse de halk çoğunluğunun) "cumhuriyet düşmanı" olması mümkün değildir.

Bir cumhurî devlette, halk arasında "cumhuriyet düşmanlığı" varsa, bundan, orada demokratik bir cumhuriyetin değil, seçkinler cumhuriyetinin (cumhursuz cumhuriyetin) bulunduğu sonucunu çıkarmak gerekir.

Bu demektir ki halkın bir kesimi adeta "parya" muamelesi görmekte, eşit vatandaş olarak kabul edilmek istenmemektedir.


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...