İBRAHİM MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ATATÜRK (ÇAĞDAŞ YAHUDİ-HRİSTİYAN UYGARLIĞI) MİLLİYETÇİLİĞİNE

 


Dr. Nurullah Çakmaktaş “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde Makdîsî’nin bazı görüşlerini aktarıyor:

…  El-Makdîsî; günümüzde Müslümanların takip etmesi gereken yolu, (menhec) Kuran’da geçen “Millet-i İbrahim” tabirinden ilham alarak İbrahim Milleti olarak isimlendirmiş ve bu isimle bir kitap telif etmiştir. O, İbrahim Milleti’nin niteliklerini zikrettiği bu kitabında Mumtehine Suresi’nin 4. ayetindeki Hz. İbrahim’in kavmine karşı hitap tarzından ilham alarak İslamlaşma yolunda aleniliğin Kurani bir metot olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Bu ayetin tefsiri için geleneksel selefi ulemanın görüşlerine başvuran el-Makdîsî, düşmana karşı düşmanlığın ana akım İslamcıların yaptığı gibi gizli ve tedrici bir yolla değil aleni bir şekilde yerine getirilmesinin gerekli olduğu sonucuna ulaşmıştır. …

Makdîsî’nin atıfta bulunduğu ayetin meali şöyle:

İbrâhîm'de ve onunla berâber bulunanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani kavimlerine şöyle demişlerdi: “Doğrusu biz, sizden ve Allah'tan başka tapmakta olduklarınızdan uzak kimseleriz! Sizi tanımıyoruz; artık (siz) tek olarak Allah'a îmân edinceye kadar, sizinle bizim aramızda ebedî olarak düşmanlık ve kin başlamıştır.”(Ve onlar şöyle duâ ettiler:) “Rabbimiz! Ancak sana tevekkül ettik ve sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır!”

Ancak, bu ayetin, aynı surede yer alan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir:

“Olur ki Allah, sizinle onlardan (Mekkelilerden) düşmanlık içinde bulunduğunuz kimseler arasında (onlara hidâyet vererek) bir dostluk meydana getirir. Çünkü Allah, (herşeye) hakkıyla gücü yetendir. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

“Allah, din husûsunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranmaktan sizi menetmez. Şübhesiz ki Allah, adâletli olanları sever.” (Mümtehine, 7-8)

Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şu: Dostluk diye tercüme edilen kelimenin Kur’an’daki aslı “meveddet”tir.. Bu dostluk, “velayet” anlamındaki dostluktan farklıdır. 

(Mesela bir İslam devleti duruma göre Avrupalı devletlerle de meveddet ilişkisi içinde olabilir, fakat Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında olduğu gibi “velayet”ini AB kurumlarına verme, onların “kriter”lerini benimseme ve iç hukukunu onların kararları doğrultusunda revize etme türünden bir dostluk yapamaz.)

*

Makdîsî’nin yaptığı “İslamlaşma yolunda alenîlik” vurgusu önem taşımakla birlikte, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin ilk üç yılında daveti gizlice yaptığı unutulmamalıdır.

Ancak bu gizlilik, aşikârede gidip putlara tapma ya da önlerinde saygı duruşunda bulunma, Mekke’nin müşrik kodamanlarına “Mekke’nin birlik ve beraberliği, ulusal çıkarları” ekseninde dostluk arzetme anlamına gelmiyordu.

Evet, (fetihten önce) putlara saldırılmıyor, kırılmasına kalkışılmıyordu; fakat putların önünde saygı duruşunda da bulunulmuyor, mesela “Hübel putçuluğu ilkeleri”ne bağlılık yemini edilmiyordu.

Bu nokta önemlidir..

Söz konusu üç yıldan sonra ise tebliğ alenî yapılmaya başlanmış, putlar aleyhindeki ayetler müşriklerin yüzüne karşı uluorta okunmuştur.

*

İş o raddeye gelmişti ki, Bilal-i Habeşî gibi kölelere ve Yasir ailesi gibi zayıflara ağır işkenceler yapılıyordu. 

Onlardan istenen, Lât, Uzzâ, Menât ve Hübel gibi putlara saygı duyduklarını söylemeleriydi. (Lât, cömert bir “ata Arab”ın lakabı..  Hübel, Menât ve Uzzâ ise kökeni eski çağlara dayanan ithal putlar.)

Fakat Müslümanlar, bu putlara saygı göstermiyor, “Bütün inançlar saygındır, sizin bu inançlarınız da saygındır, putlarınıza da en derin saygı ve sevgilerimizi sunarız” dememekte diretiyorlardı.

Ölümü göze alacak kadar.

Nitekim, Yasir r. a. ile hanımı Sümeyye r. a. şehit edildiler (Ammar bin Yasir r. a.’in ana ve babası).

Onlardan beklenen, “Lât ve Uzzâ inancı, Muhammed’in dininden daha iyidir” demeleriydi.. Demediler. (Bugün birilerinden, "Laiklik Şeriat'ten iyidir" denilmesinin istenmesi ve onların da sözde müslüman olarak bunu söylemeleri gibi.)

Günümüz Türkiye’sine gelince.. Gökten bir taş düşse, “Laiklik Şeriat’ten daha iyidir” diyen ve kendisini hâlâ müslüman zanneden bir salağın başına isabet eder..

O kadar çoklar.

*

Makdîsî’nin kullandığı “millet-i İbrahîm” tabirine gelelim..

Bu ifade Kur’an’da yer alıyor:

“Kendini bilmeyenden başka kim İbrâhîm'in milletinden (an milleti İbrâhîme) yüz çevirir? And olsun ki (biz,) onu dünyada (peygamber olarak) seçtik. Doğrusu o, elbet âhirette de sâlih kimselerdendir.” (Bakara, 2/130)

Milletin Arapça’daki asıl anlamı “din”dir.. Irk ve ulusları ifade için kullanılan kelimeler ise kavim ve "şâ’b"dır. “Millî”, “dinî” demektir. Milliyetçilik de aslında dincilik anlamına gelir. Böyle olduğu için Arap milliyetçileri (ırkçıları) için (şâ’b kelimesinden hareketle) şuûbî denir.. Onlar, kendi batıl davalarını ifade için şuûbiyye(t) tabirini kullanırlar.

Türkiye’de ise ırkçılar (kavmiyetçiler) “kavramsal kapkaççılık” yaparak millet ve milliyetçilik kavramlarını gasbetmiş durumdalar.

Prof. Recep Şentürk, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Millet” maddesinde şunları söylüyor:

İslâmî literatürde millet kelimesinin, “Allah’ın kulları için kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle koyduğu esaslar” şeklinde yer alan tanımıyla din ve şeriatla eş anlamlı olduğu belirtilmekte, ancak bakış açısına bağlı olarak aralarında fark bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Allah’ın koyduğu kurallar bakımından millet, onları yerine getirenler bakımından din kelimesinin kullanıldığı, ayrıca millet tabirinin Allah’a veya diğer insanlara değil sadece onu tebliğ eden peygambere nisbet edildiği, dolayısıyla “Allah’ın dini, Zeyd’in dini” denildiği halde “Allah’ın milleti, benim milletim, Zeyd’in milleti” denilmeyeceği (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “mll” md.), millet ve şeriatın Allah’ın kullarından yapmalarını istediği, dinin ise Allah’ın emrinden dolayı kulların yaptığı şey olduğu (Kurtubî, II, 93), şeriata kendisine uyulması bakımından din, üzerinde birleşip bir araya gelinmesi bakımından millet adı verildiği (Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerḥu’l-Mevâḳıf, I, 14; et-Taʿrîfât, “dîn” md.), Allah’ın koyduğu prensiplerin bunları O’nun adına bildiren kimseye nisbetle millet ve bunlarla amel eden kimselere nisbetle din diye anıldığı (Ebüssuûd Efendi, V, 149) söylenmiştir.

*

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca da, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde Bakara Suresi’nin 120’nci ayetini tefsir ederken “millet” kavramı üzerinde durmaktadır.

Ayetin meali şöyle:

Milletlerine (milletehüm) tâbi olmadıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden aslâ hoşnût olmayacaklardır. De ki: “Hiç kuşkusuz Allah'ın gösterdiği yol, gidilecek asıl doğru yoldur!” Celâlim hakkı için, eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, Allah'a karşı sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!

Merhum Elmalılı Hoca, bu ayet hakkında, “Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı Peygamber’ine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın Peygamber’den ziyade ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur diyor.

Evet, bu ihtar, Türkiye Müslümanları eğer kendilerini “Peygamber Efendimiz s.a.s.’in ümmetinden” kabul ediyorlarsa (Ki, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ gibi ümmet düşmanlığını yüksek sesle dile getiren, ümmetten olmayı zül addeden kendini bilmez ırkçı beyinsizler bu ülkede hiç de az değil), bu ihtar onlara..

Bu tehdit, laiklik adı altında Yahudi ve Hristiyanlar’ın milletlerine (inançlarına, kanunlarına, felsefelerine, dünya görüşlerine, devlet anlayışlarına) tabi olanlara.

Laikçiler ve laikleşen “eski İslamcılar” şunu bilsinler ki, onlar için “Allah’a karşı ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır”.

*

Merhum Hoca’nın “millet” kavramı hakkında söyledikleri ise şunlar:

... Zemahşerî'nin "Esas"ta beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen yol" demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber "millet" kelimesi "ehl-i millet" mânâsına da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı" denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı (taalluk edeni, ilgili olanı) zikredip, müteallakı (kendisine taalluk olunanı) murad etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim âyette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir edilebilir. Âyette "heva ve hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri din ve millet, yukarıdan beri, inkar edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi heva ve hevesleriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurafeler, din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenab-ı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil, kendi hevalarına uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak Peygamber’ini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır....

Evet, şiddetle sakındırmıştır, gel gör ki bugünün Türkiye’si tam da bunu yapmaktadır.

Merhum Hoca’nın “Millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî (toplumsal) duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır” şeklindeki açıklaması dikkate alındığında, Türkiye’nin bugün gittiği yolun “İbrahim milleti”ne değil “Atatürk milleti”ne karşılık geldiği anlaşılır.

*

Bu açıdan bakıldığında bugünkü Anayasa’da geçen “Atatürk milliyetçiliği” lafının çok yerinde bir seçim olduğu söylenmelidir. 

Anayasa’nın “Başlangıç”ının beşinci paragrafı şöyle:

“Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;”

Ancak, Atatürk’ün “medeniyetçiliği” (çağdaş uygarlıkçılığı, muasır medeniyetçiliği) dikkate alınırsa, işin gelip Yahudi ve Hristiyan milletine dayandığı görülür.

Hülasa, Türkiye toplumu Atatürk’ün peşinde yani Atatürk milliyetçisi, Atatürk de (milliyetçiliğin Arapça’daki anlamı itibariyle) Batı milliyetçisi.. Fakat burada milliyetçilik değil “medeniyetçilik” kelimesi kullanılıyor. Medeniyet ise Batı demek..

Evet Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa (Ki sonradan Türkler’in atası anlamında Atatürk soyadını kullanmaya başlamış bulunuyor) sayesinde Türkiye toplumu İbrahim’in milleti”ne değil, çağdaş uygarlığın mucidi ve sahibi Yahudi ve Hristiyanlar’ın “millet”ine tabi olmuş durumda.

Anayasa böyle diyor.

*

Bu toplum, Millî Görüş diye bir hareket başlatan Erbakan’ın millet pusulasını yeniden Hz. İbrahim aleyhisselama çevireceğini umarken, 28 Şubat sonrasında kendisinden ayrılıp yeni bir parti kuran ve sırasıyla önce başbakan sonra da başkan (cumhurbaşkanı) olan Erdoğan’ın “İslam dünyası laiklik ile bağı niye geciktirdi anlayamıyorum” diye konuştuğuna şahit oldu.

Laik, yani Şeriatsız (yani, İslâm Ansiklopedisi'nden ve Hak Dini Kur'an Dili tefsirinden yaptığımız alıntılar ışığında düşünülerse, "din"siz, İslamsız) bir İslam dünyası..

Adı İslam dünyası, kendisi İslamsız dünya..

Üstelik Erdoğan Atatürk'ün laikliğine imanını kalb ile tasdik ve dil ile ikrarla sınırlı tutmadı, amel ile kemale erdirmeye çalıştı, Mısır ve Tunus’a laiklik ihraç etmeye kalkıştı.

Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr!

*

Diyanet’in cuma hutbelerinde bu yazıda geçen ayetleri de okuyabildiği günlerin gelmesi dileğiyle yazıyı bitirelim..

Milletlerine (milletehüm) tâbi olmadıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden aslâ hoşnût olmayacaklardır. De ki: “Hiç kuşkusuz Allah'ın gösterdiği yol, gidilecek asıl doğru yoldur!” Celâlim hakkı için, eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, Allah'a karşı sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!

(Bakara, 2/120)


NATO'CU TÜRKİYE TEKFİRCİLİĞİ

 




Dr. Nurullah Çakmaktaş “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde, tekfir (kâfir ilan etme, küfre nisbet etme) tartışmaları hakkında şunları söylüyor:

“Dini radikalizmin önemli metinlerinde ana akım İslamcılık, tekfir konusunda Kuran ve Sünnetin açık beyanına mugayir tutum benimsemekle itham edilmiştir. Bu metinlere göre; naslardaki bu açık seçik beyanlara mugayir hareket eden İslamcılar ya cehaletle hareket etmektedirler ki bu durumda insanlara fikir beyan etmeleri caiz değildir, ya nasları reddeden sapkınlık içindedirler ya da imanı amelden bağımsız sadece tasdik ve ikrar olarak görmekte ve böylece onlara göre sapkın bir yol olan Mürcie mezhebinin düştüğü hataya gark olmaktadır (El-Lecnetu’ş-Şer’iyye, ts., 34-35).”

Ana akım İslamcılıktan kasıt, Mısır’daki Müslüman Kardeşler Teşkilatı gibi hareketler..

Tekfir meselesine gelince..

İmana iman, küfre de küfür demek önem taşır; dolayısıyla imana mugayir olmayan birşeyi küfür olarak görmek kadar, küfür olan şeyi imana muvafık kabul etmek de itikaden mahzurludur.

*

Haricîlerden beri tekfirde aşırılık sergileyenler her zaman olmuştur.. Bunlar, Hz. Ali’yi bile hakem olayından dolayı tekfir ettiler.

Bunların tam zıddı noktada, kâfir olduğu açık olan kişileri bile müslüman ilan edenler bulunuyor.

Hatta bu tür sahtekârların, küfrün önderlerini velî, seyyid, hafız filan ilan ettikleri de oluyor.

Bu tiplerin elinden gelse “Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenler kâfirlerin ta kendileridir” (Maide, 5/44) ifadesini Kur’an’dan çıkaracaklar, fakat tahrife güçleri yetmiyor.

Bu konularda hatalı tutum sergileyenlerin bazıları cahil, bazıları ise bunu kasten yapıyor (Mesela laik rejimlerin dinî gruplar içindeki ajanları ve adamları).

*

İmanı amelden bağımsız sadece tasdik ve ikrar olarak görme”ye, Mürcie mezhebinin düştüğü hataya düşmeye gelince..

Ehl-i Sünnet’in cumhuruna göre iman tasdik (doğrulama) ve ikrardan (açıklayıp söyleme) ibarettir, amel ise imanın kemaline karşılık gelir.

Tasdik, kalb ile olur. İkrar ise dilin işidir.

Yani mümin, dinin gereklerini (Şeriat'i) kalbi ile onaylayan, ve bu onayını dili ile de ifade eden, itiraz etmeyen kişidir.

Kalbiyle onaylamayan (inanmayan) fakat dili ile onayladığını beyan eden kişi münafıktır.

Mürcie (ümitvarlık) mezhebine gelince.. Bunlar, imanda kendilerince kalb ile tasdiki ve dil ile ikrarı yeterli gören, amel olmadan kurtulunacağını düşünen, iman eden kişiye günahın zarar vermeyeceğini savunan zümredir. [Mürcie kelimesi reca (ümit) sözcüğünden türemiştir.]

Evet bunlar, amel etmeden (ne işe yaradığı belli olmayan) imanlarını başa kakan kimselerdir: “İman ettik ya, daha ne istiyorsunuz!”

*

Günümüzde Haricîler gibi ölçüsüz tekfircilerin sayısı fazla değil, fakat Mürcie taifesi (ve de münafıklar) sayıca çok kalabalık.

Zamanımızda ehlî sünnetçilik yapanların büyük çoğunluğu da (münafıkları bir yana bırakılırsa) bu Mürcie taifesinden.

Ancak günümüzün Mürciesi geçmişteki Mürcieden biraz farklı..

Geçmişin Mürciesi, ameli önemsemese de, dil ile ikrar etmeyeni, Şeriat’e karşı çıkanı imansız sayıyordu, günümüzün Mürciesi ise dil ile ikrar etmeyenleri bile mümin kabul ediyor.

Şöyle örnek verelim: Bir AK Partili düşünün, AK Partili olduğunu söylüyor fakat AK Parti’ye oy vermek için sandığa bile gitmiyor, sadece AK Partili olduğunu söylemekle yetiniyor, onu desteklemek için hiçbir şey yapmıyor. Fakat sırf böyle konuşmakla partisinin iktidarında kendisinin de bundan yararlanması, yakınlarını torpille işe yerleştirmesi hakkının doğduğuna inanıyor (Türk siyasetinin geleneği bu). 

AK Parti teşkilatında “Böyle hayırsız biri, AK Partili sayılır mı, sayılmaz mı?” diye tartışma çıkar. 

Bir de şöyle olduğunu düşünün: “AK Partiliyim” diyor, fakat hem sandığa gidip oy vermiyor, hem de AK Parti’nin kararlarının bir kısmını reddediyor. Mesela şöyle diyor: “Erdoğan’ın şu yaptığı iyi, bu yaptığı ise yanlış, bu çağda, böyle bir dünyada olacak şey değil bu.. Bu AK Partililikse ben AK Partili değilim.. AK Parti’nin kendisini güncellemesi lazım.. Ne o öyle eeeyytli meeyytli konuşmalar, herkesten biat istemeler, ‘Herşeyi ben bilirim’ demeler.. Bizim aklımız yok mu?! AK Parti’nin bazı politikalarını beğenmiyorum, bu çağa uygun değil.” 

Böyle konuşuyor, oy da vermiyor, fakat bir taraftan da “Ben de AK Partiliyim” diyor. Ve AK Parti iktidarında, oy veren ve Erdoğan’a kayıtsız şartsız biat edenler gibi muamele görmeyi istiyor. 

Böyle birini Erdoğan da, AK Parti teşkilatı da AK Partili kabul etmez.. Bozgunculukla, partinin içini karıştırmakla suçlarlar.

İşte günümüzün Mürciesinin durumu böyle.. Hem İslam’ın bazı hükümlerini bu çağa, çağdaş uygarlığa uygun bulmuyor, beğenmiyor, hem de müslüman sayılması, Allahu Teala tarafından mükâfatlandırılması gerektiğini düşünüyor.

*

Mesela adam umre yapıyor, bayram sabahı kalkabilirse bayram namazına gidiyor, oruç tutmasa bile hiç değilse huşu içinde iftar ediyor, ölüsü için Mevlid okutuyor, fakat bir yandan da “Bu zamanda faizsiz ekonomi mi olurmuş?! Bu zamanda el kesme mi olurmuş?!” filan diyor, ve günümüzün Mürciesi, bu tiplerin tekfir edilmesi karşısında feveran ediyorlar.. 

Tekfircileeer, Vehhabileeer” diye ortalığı velveleye veriyorlar.

Şahsen bu lafları Ezher mezunu bir AKP’li “düzen”bazdan bile duydum.. Afganistan İslam Emirliği için “Ne o el kesme, kol kesme!” diyordu. (Ezher’de okurken bir yandan da, vatansever ya, arkadaşları hakkında Türk konsolosluğuna bilgi vermiş, muhbirlik yapmış, o da ayrı bir konu.. Huylu huyundan vazgeçmez.) 

Türkiye’nin laik (siyasal dinsiz) kanunları için böyle konuşmaz, fakat Kur’an’ın emri için böyle konuşur.

*

Günümüzün ehlî sünnetçi geçinen, İmam Matüridî istismarcılığı yapan Mürciesi, geçmişin Mürciesi gibi değil, zıvanadan çıkmış durumdalar.

İmdi, Ehl-i Sünnet itikadı adına Hanefî-Matüridî çizgisinin [imanı kalb ile tasdik ve dil ile ikrardan (“Şeriat’e bağlılığı dil ile ifade”den) ibaret gören, ameli (Şeriat’i uygulamayı) imanın kemalinden sayan] anlayışını tenkid eden ve onları Mürcielikle suçlayanların Ehl-i Sünnet dışı olduklarını söylerseniz, mesela Abdülkadir-i Geylanî rh. a.’i de Ehl-i Sünnet dışı ilan etmiş olursunuz.

Çünkü mezheben Hanbelî olan Abdülkadir-i Geylanî, İmam-ı Azam Ebu Hanife rh. a.’e Mürcielik suçlaması yöneltmiş bulunuyor.

Gerçek şu ki iki tarafın da kendine göre delili var; burası içtihat mahalli.. İki taraf da Sünnet ehlidir.. 

İmam-ı Azam döneminin Mürciesine sorsanız onu kendilerinden kabul etmezlerdi.

*

Günümüzün Mürciesine gelince..

Yukarıda da söylediğimiz gibi bunlar bir taraftan “Ne bu el kesme, kol kesme!.. Müslümanlık buysa ben müslüman değilim” filan diyor, her küfür söze bir kulp takıyor, beğenmedikleri Şeriat hükümlerini aşağılıyorlar, diğer taraftan da kendilerinin en temiz kalpli, en merhametli, en rikkatli, en ince, en medenî müslüman olduklarını ileri sürüyorlar.

Afganistan’daki, Şeriat için savaşıp ölen, başta ABD olmak üzere NATO çatısı altındaki cümle kefere taifesine karşı “Sizin hatırınız için İslam’dan taviz vermeyiz” diyen mücahitleri beğenmiyorlar, fakat kefere taifesinden neredeyse tek farkı (dededen babadan kalma bir alışkanlıkla) “Biz de müslümanız” demek olanları (Şeriat hükümlerini beğenmediklerini açıkça söyledikleri halde) savunuyor, onların durumu hakkında gerçeği söyleyenleri tekfircilikle suçluyorlar.

Fakat DEAŞ (IŞİD), FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) vs. söz konusu olunca tekfirciliğin şampiyonluğunu da kimseye kaptırmıyorlar: “Bunların İslam’la alâkası yok.. Bunlara müslüman denilemez.."

*

Bunların ABD gibi devletlerin istihbaratlarının (doğrudan veya dolaylı) kontrolü altında olmaları, durumdan haberleri olsun olmasın üyelerinin tekfirleri için yeterliyse, senin devlet olarak o küfür devletleri ve (NATO, AB gibi) organizasyonlarla işbirliği yapman, onların bir parçası olmaya çalışman da küfür olur.

"Ben laik (siyasal dinsiz) devlet olarak işbirliği yaparsam sorun yok, fakat başka birileri bir örgüt kurup işbirliği yaparlarsa, Şeriatçı olduklarını söyleseler bile, kâfir olurlar."

Böyle bir çifte standart laik (siyasal dinsiz) devletlerin istihbarat teşkilatlarının itikadında yer bulabilir, fakat İslam itikadında yoktur.

Senin müslüman kalmanı sağlayan ne, Şeriatçı değil de laik (siyasal dinsiz) olduğunu söylemen mi?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...