İBRAHİM MİLLİYETÇİLİĞİNDEN ATATÜRK (ÇAĞDAŞ YAHUDİ-HRİSTİYAN UYGARLIĞI) MİLLİYETÇİLİĞİNE

 


Dr. Nurullah Çakmaktaş “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde Makdîsî’nin bazı görüşlerini aktarıyor:

…  El-Makdîsî; günümüzde Müslümanların takip etmesi gereken yolu, (menhec) Kuran’da geçen “Millet-i İbrahim” tabirinden ilham alarak İbrahim Milleti olarak isimlendirmiş ve bu isimle bir kitap telif etmiştir. O, İbrahim Milleti’nin niteliklerini zikrettiği bu kitabında Mumtehine Suresi’nin 4. ayetindeki Hz. İbrahim’in kavmine karşı hitap tarzından ilham alarak İslamlaşma yolunda aleniliğin Kurani bir metot olduğunu göstermeye çalışmıştır.

Bu ayetin tefsiri için geleneksel selefi ulemanın görüşlerine başvuran el-Makdîsî, düşmana karşı düşmanlığın ana akım İslamcıların yaptığı gibi gizli ve tedrici bir yolla değil aleni bir şekilde yerine getirilmesinin gerekli olduğu sonucuna ulaşmıştır. …

Makdîsî’nin atıfta bulunduğu ayetin meali şöyle:

İbrâhîm'de ve onunla berâber bulunanlarda sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır. Hani kavimlerine şöyle demişlerdi: “Doğrusu biz, sizden ve Allah'tan başka tapmakta olduklarınızdan uzak kimseleriz! Sizi tanımıyoruz; artık (siz) tek olarak Allah'a îmân edinceye kadar, sizinle bizim aramızda ebedî olarak düşmanlık ve kin başlamıştır.”(Ve onlar şöyle duâ ettiler:) “Rabbimiz! Ancak sana tevekkül ettik ve sana yöneldik; dönüş de ancak sanadır!”

Ancak, bu ayetin, aynı surede yer alan diğer ayetlerle birlikte değerlendirilmesi gerekir:

“Olur ki Allah, sizinle onlardan (Mekkelilerden) düşmanlık içinde bulunduğunuz kimseler arasında (onlara hidâyet vererek) bir dostluk meydana getirir. Çünkü Allah, (herşeye) hakkıyla gücü yetendir. Ve Allah, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.

“Allah, din husûsunda sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten ve onlara karşı âdil davranmaktan sizi menetmez. Şübhesiz ki Allah, adâletli olanları sever.” (Mümtehine, 7-8)

Burada dikkat edilmesi gereken hususlardan biri şu: Dostluk diye tercüme edilen kelimenin Kur’an’daki aslı “meveddet”tir.. Bu dostluk, “velayet” anlamındaki dostluktan farklıdır. 

(Mesela bir İslam devleti duruma göre Avrupalı devletlerle de meveddet ilişkisi içinde olabilir, fakat Türkiye’nin Avrupa Birliği macerasında olduğu gibi “velayet”ini AB kurumlarına verme, onların “kriter”lerini benimseme ve iç hukukunu onların kararları doğrultusunda revize etme türünden bir dostluk yapamaz.)

*

Makdîsî’nin yaptığı “İslamlaşma yolunda alenîlik” vurgusu önem taşımakla birlikte, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in peygamberliğinin ilk üç yılında daveti gizlice yaptığı unutulmamalıdır.

Ancak bu gizlilik, aşikârede gidip putlara tapma ya da önlerinde saygı duruşunda bulunma, Mekke’nin müşrik kodamanlarına “Mekke’nin birlik ve beraberliği, ulusal çıkarları” ekseninde dostluk arzetme anlamına gelmiyordu.

Evet, (fetihten önce) putlara saldırılmıyor, kırılmasına kalkışılmıyordu; fakat putların önünde saygı duruşunda da bulunulmuyor, mesela “Hübel putçuluğu ilkeleri”ne bağlılık yemini edilmiyordu.

Bu nokta önemlidir..

Söz konusu üç yıldan sonra ise tebliğ alenî yapılmaya başlanmış, putlar aleyhindeki ayetler müşriklerin yüzüne karşı uluorta okunmuştur.

*

İş o raddeye gelmişti ki, Bilal-i Habeşî gibi kölelere ve Yasir ailesi gibi zayıflara ağır işkenceler yapılıyordu. 

Onlardan istenen, Lât, Uzzâ, Menât ve Hübel gibi putlara saygı duyduklarını söylemeleriydi. (Lât, cömert bir “ata Arab”ın lakabı..  Hübel, Menât ve Uzzâ ise kökeni eski çağlara dayanan ithal putlar.)

Fakat Müslümanlar, bu putlara saygı göstermiyor, “Bütün inançlar saygındır, sizin bu inançlarınız da saygındır, putlarınıza da en derin saygı ve sevgilerimizi sunarız” dememekte diretiyorlardı.

Ölümü göze alacak kadar.

Nitekim, Yasir r. a. ile hanımı Sümeyye r. a. şehit edildiler (Ammar bin Yasir r. a.’in ana ve babası).

Onlardan beklenen, “Lât ve Uzzâ inancı, Muhammed’in dininden daha iyidir” demeleriydi.. Demediler. (Bugün birilerinden, "Laiklik Şeriat'ten iyidir" denilmesinin istenmesi ve onların da sözde müslüman olarak bunu söylemeleri gibi.)

Günümüz Türkiye’sine gelince.. Gökten bir taş düşse, “Laiklik Şeriat’ten daha iyidir” diyen ve kendisini hâlâ müslüman zanneden bir salağın başına isabet eder..

O kadar çoklar.

*

Makdîsî’nin kullandığı “millet-i İbrahîm” tabirine gelelim..

Bu ifade Kur’an’da yer alıyor:

“Kendini bilmeyenden başka kim İbrâhîm'in milletinden (an milleti İbrâhîme) yüz çevirir? And olsun ki (biz,) onu dünyada (peygamber olarak) seçtik. Doğrusu o, elbet âhirette de sâlih kimselerdendir.” (Bakara, 2/130)

Milletin Arapça’daki asıl anlamı “din”dir.. Irk ve ulusları ifade için kullanılan kelimeler ise kavim ve "şâ’b"dır. “Millî”, “dinî” demektir. Milliyetçilik de aslında dincilik anlamına gelir. Böyle olduğu için Arap milliyetçileri (ırkçıları) için (şâ’b kelimesinden hareketle) şuûbî denir.. Onlar, kendi batıl davalarını ifade için şuûbiyye(t) tabirini kullanırlar.

Türkiye’de ise ırkçılar (kavmiyetçiler) “kavramsal kapkaççılık” yaparak millet ve milliyetçilik kavramlarını gasbetmiş durumdalar.

Prof. Recep Şentürk, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Millet” maddesinde şunları söylüyor:

İslâmî literatürde millet kelimesinin, “Allah’ın kulları için kitaplarında ve peygamberlerinin diliyle koyduğu esaslar” şeklinde yer alan tanımıyla din ve şeriatla eş anlamlı olduğu belirtilmekte, ancak bakış açısına bağlı olarak aralarında fark bulunduğuna dikkat çekilmektedir. Allah’ın koyduğu kurallar bakımından millet, onları yerine getirenler bakımından din kelimesinin kullanıldığı, ayrıca millet tabirinin Allah’a veya diğer insanlara değil sadece onu tebliğ eden peygambere nisbet edildiği, dolayısıyla “Allah’ın dini, Zeyd’in dini” denildiği halde “Allah’ın milleti, benim milletim, Zeyd’in milleti” denilmeyeceği (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “mll” md.), millet ve şeriatın Allah’ın kullarından yapmalarını istediği, dinin ise Allah’ın emrinden dolayı kulların yaptığı şey olduğu (Kurtubî, II, 93), şeriata kendisine uyulması bakımından din, üzerinde birleşip bir araya gelinmesi bakımından millet adı verildiği (Seyyid Şerîf el-Cürcânî, Şerḥu’l-Mevâḳıf, I, 14; et-Taʿrîfât, “dîn” md.), Allah’ın koyduğu prensiplerin bunları O’nun adına bildiren kimseye nisbetle millet ve bunlarla amel eden kimselere nisbetle din diye anıldığı (Ebüssuûd Efendi, V, 149) söylenmiştir.

*

Merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca da, Hak Dini Kur’an Dili tefsirinde Bakara Suresi’nin 120’nci ayetini tefsir ederken “millet” kavramı üzerinde durmaktadır.

Ayetin meali şöyle:

Milletlerine (milletehüm) tâbi olmadıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden aslâ hoşnût olmayacaklardır. De ki: “Hiç kuşkusuz Allah'ın gösterdiği yol, gidilecek asıl doğru yoldur!” Celâlim hakkı için, eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, Allah'a karşı sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!

Merhum Elmalılı Hoca, bu ayet hakkında, “Bir âyet öncesinde son derece okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı Peygamber’ine, onun arkasından bu sert uyarıyı irâd buyurması ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın Peygamber’den ziyade ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur diyor.

Evet, bu ihtar, Türkiye Müslümanları eğer kendilerini “Peygamber Efendimiz s.a.s.’in ümmetinden” kabul ediyorlarsa (Ki, Zafer Partisi Genel Başkanı Ümit Özdağ gibi ümmet düşmanlığını yüksek sesle dile getiren, ümmetten olmayı zül addeden kendini bilmez ırkçı beyinsizler bu ülkede hiç de az değil), bu ihtar onlara..

Bu tehdit, laiklik adı altında Yahudi ve Hristiyanlar’ın milletlerine (inançlarına, kanunlarına, felsefelerine, dünya görüşlerine, devlet anlayışlarına) tabi olanlara.

Laikçiler ve laikleşen “eski İslamcılar” şunu bilsinler ki, onlar için “Allah’a karşı ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır”.

*

Merhum Hoca’nın “millet” kavramı hakkında söyledikleri ise şunlar:

... Zemahşerî'nin "Esas"ta beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen yol" demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve şeriat mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"deki beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep aynı şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her biri bir başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman bakımından din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal realite bakımından millet denilir. Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen de odur. Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen şey de odur. Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır, sülûk edilen yoldur. Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu kadar var ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü akibete götürür. Demek ki millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi değildir. Ona cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilir. Mesela Yahudilik ve Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i millet, sahib-i millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber "millet" kelimesi "ehl-i millet" mânâsına da mecaz olarak kullanılmaktadır. Mesela; "millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı" denilir ki bu, kavim demektir. Müteallikı (taalluk edeni, ilgili olanı) zikredip, müteallakı (kendisine taalluk olunanı) murad etmek kabilindendir veya doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim âyette "İbrahim milleti" tamlaması, her iki mânâya da tefsir edilebilir. Âyette "heva ve hevesleri" buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri din ve millet, yukarıdan beri, inkar edilemez delil ve burhanlarla isbat edildiği üzere, kendi heva ve hevesleriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş hurafeler, din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol olan tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey olmuştur. Cenab-ı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da açıklamış, bunları tasdik ve teyid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden ayrılanların, gerçek dine değil, kendi hevalarına uyduklarını göstermiştir. Bunların din dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak Peygamber’ini bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır....

Evet, şiddetle sakındırmıştır, gel gör ki bugünün Türkiye’si tam da bunu yapmaktadır.

Merhum Hoca’nın “Millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde yürüdüğü, diğer bir deyişle, ictimaî (toplumsal) duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve kitlesinin bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır” şeklindeki açıklaması dikkate alındığında, Türkiye’nin bugün gittiği yolun “İbrahim milleti”ne değil “Atatürk milleti”ne karşılık geldiği anlaşılır.

*

Bu açıdan bakıldığında bugünkü Anayasa’da geçen “Atatürk milliyetçiliği” lafının çok yerinde bir seçim olduğu söylenmelidir. 

Anayasa’nın “Başlangıç”ının beşinci paragrafı şöyle:

“Hiçbir faaliyetin Türk milli menfaatlerinin, Türk varlığının, Devleti ve ülkesiyle bölünmezliği esasının, Türklüğün tarihi ve manevi değerlerinin, Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılapları ve medeniyetçiliğinin karşısında korunma göremeyeceği ve laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı;”

Ancak, Atatürk’ün “medeniyetçiliği” (çağdaş uygarlıkçılığı, muasır medeniyetçiliği) dikkate alınırsa, işin gelip Yahudi ve Hristiyan milletine dayandığı görülür.

Hülasa, Türkiye toplumu Atatürk’ün peşinde yani Atatürk milliyetçisi, Atatürk de (milliyetçiliğin Arapça’daki anlamı itibariyle) Batı milliyetçisi.. Fakat burada milliyetçilik değil “medeniyetçilik” kelimesi kullanılıyor. Medeniyet ise Batı demek..

Evet Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa (Ki sonradan Türkler’in atası anlamında Atatürk soyadını kullanmaya başlamış bulunuyor) sayesinde Türkiye toplumu İbrahim’in milleti”ne değil, çağdaş uygarlığın mucidi ve sahibi Yahudi ve Hristiyanlar’ın “millet”ine tabi olmuş durumda.

Anayasa böyle diyor.

*

Bu toplum, Millî Görüş diye bir hareket başlatan Erbakan’ın millet pusulasını yeniden Hz. İbrahim aleyhisselama çevireceğini umarken, 28 Şubat sonrasında kendisinden ayrılıp yeni bir parti kuran ve sırasıyla önce başbakan sonra da başkan (cumhurbaşkanı) olan Erdoğan’ın “İslam dünyası laiklik ile bağı niye geciktirdi anlayamıyorum” diye konuştuğuna şahit oldu.

Laik, yani Şeriatsız (yani, İslâm Ansiklopedisi'nden ve Hak Dini Kur'an Dili tefsirinden yaptığımız alıntılar ışığında düşünülerse, "din"siz, İslamsız) bir İslam dünyası..

Adı İslam dünyası, kendisi İslamsız dünya..

Üstelik Erdoğan Atatürk'ün laikliğine imanını kalb ile tasdik ve dil ile ikrarla sınırlı tutmadı, amel ile kemale erdirmeye çalıştı, Mısır ve Tunus’a laiklik ihraç etmeye kalkıştı.

Ne günlere kaldık ey Gazi Hünkâr!

*

Diyanet’in cuma hutbelerinde bu yazıda geçen ayetleri de okuyabildiği günlerin gelmesi dileğiyle yazıyı bitirelim..

Milletlerine (milletehüm) tâbi olmadıkça, Yahudi ve Hristiyanlar senden aslâ hoşnût olmayacaklardır. De ki: “Hiç kuşkusuz Allah'ın gösterdiği yol, gidilecek asıl doğru yoldur!” Celâlim hakkı için, eğer sana gelen ilimden sonra onların arzularına uyarsan, Allah'a karşı sana ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!

(Bakara, 2/120)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ÖMER FARUK KORKMAZ VERSUS HALİS BAYANCUK

  Halis Bayancuk ismine hapislik macerasından dolayı biraz aşinalığım vardı fakat Ömer Faruk Korkmaz’ın varlığından yeni haberdar oldum. ...