VATANSEVER OLDUĞU İÇİN İSLAMCILIĞI BIRAKMIŞMIŞ

 





Müstear bir adla (Yahya Konuk) yazdığı Bosna'dan Afganistan'a Cihadın Mahrem Hikayesi adlı kitabıyla tanınan bir yazar, gençliğini anlattığı bir kitap yazmış ve İslamcılığı bıraktığını, millet-çi ve devlet-çi olduğunu açıklamış. 

Daha doğrusu hep milletçiymiş, bu da onu vatancı ve/veya devletçi yapmış.

Kendisinden dinleyelim:

... Birileri eşyaya, dekora, mekâna takılır, benim gözüm hep insanda, insanın yüzünde, gözünde oldu. Köylüler. İnsanlar. Benim insanlarım. (...) Benim milletim. (...) Halkım benim, milletim. (...) Halkım benim. Milletim. Onun yanında ben ne mesutum. Onu nasıl da sevdim. En çok onu sevdim. Hep onu sevdim.

Halk sevgisi en sabit, en geniş köşe taşı olarak varlık binamdaki yerini aldı. Bu ifade, hayır, onun kadrini ifadeye yetmedi; o daha dipte, daha merkezde, daha yukarda, daha daha daha ulvî idi, benim sadıklığım ona idi, bağlanışım, aidiyetim, kimliğim, mevcudiyetim ondandı ve ona doğruydu. (s. 23-4)

Milletine hizmet etmen, yani onun dünyasının ve ahiretinin selameti için çaba göstermen, sevgini ifade için yeterlidir. Böylesi ilan-ı aşklar, bazen sevileni borçlu çıkarıp psikolojik baskı altına alma ve minnet altında bırakma anlamına gelir. Mevlana Mesnevî'de (Veled Çelebi'nin tercümesine göre) "Dilin tefsiri gerçi pek aydınlatıcıdır, fakat dile düşmeyen aşk daha aydındır" der.

Bazen de bu tür ilan-ı aşkların muhatabı, sevildiği söylenen kişi(ler) ya da nesne değıildir. Onlar üzerinden üçüncü kişilere mesaj verilir. "Bakın ben sizin sevdiğiniz, yücelttiğiniz şeylere değer veriyorum, sizin safınızda sayılırım" demek gibidir:

Ve (İbrâhîm onlara) dedi ki: “(Siz) ancak dünya hayâtında aranızdaki muhabbet(e vesîle olmasın)dan dolayı, Allah'tan başka birtakım putları (ilâh) edindiniz. Sonra kıyâmet günü bazıınız bazınızı inkâr edecek ve birbirinizi lânetleyeceksiniz. Varacağınız yer ise ateştir; (o gün artık) sizin için hiçbir yardımcı da yoktur!” (Ankebut, 29/25)

İbrahim a.s., kâfir oldukları için, milletini sevmiyordu. Onları da, vatanını da terk etti.

*

Yazarın millete verdiği konum "arızalı". Millete ulviyet (yücelik, yükseklik) izafe etmek doğru birşey değildir. Mesela müslüman olmuş bir Ermeni, Ermeni milletinde bir ulvîlik bulunduğunu iddia eder, "Benim sadıklığım onadır, kimliğim, mevcudiyetim ondan olduğu gibi ona doğrudur" derse, bu söz başka kavimden bir müslüman, mesela bir müslüman Türk için ne ifade eder?

"Müslüman olmuş ama, ırkçılık putunu kırmayı başaramamış" diye düşünmez mi?! 

Hatta, İsmet Özel gibi "Türklük fikriyatçı"ları, "Oğlum sen müslüman olmuşsun ama, sade suya tirit müslüman olmuşsun, kâfirle çarpışmayı göze alan müslümana Türk denir, sen en iyisi Türk ol, Ermeniliği ağzına alma. 'Müslüman Ermeni' olmak birşey değil, Türk ol!" bile diyebilirler. 

*

Yazar, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Allah Teâlâ'ya ihanet edebilirim, ettim de, günah işleyebilirim, işledim de, ama milletime hıyanet edemez, onun hukukunu ihlal edemezdim. 

Allahu Teala'ya ihanet, ona şirk koşmak ve küfrü benimsemektir. Mücerret günah, ihanet anlamına gelmez. (Fakat günahta küfre götüren bir yol vardır. Hem kalbi karartması nedeniyle, hem de zamanla haramları helal görecek hale getirmesiyle.) Beşerî hukukta da benzer bir durum söz konusudur, birçok eylem, devlet nezdinde suçtur, fakat devlete ya da vatana ihanet olarak değerlendirilmez. (Hatta devleti ve dolayısıyla milleti dolandırmış olan bazı tipler için "Herşeye rağmen vatansever adam, devletine sadık" filan denildiği bile olur.)

İşin gerçeği ise şu: Allahu Teala'ya ihanet eden, milletine dünden ihanet eder, edebilir. Misal, Fethullah Gülen.. Türkiye'nin derin devletiyle işbirliği yapmak suretiyle Allahu Teala'ya ihanet etti, ve bu ihaneti onu, millete ihanet noktasına götürdü. İslamî hakikatler söz konusu olduğunda devlet de, millet de teferruattır. Devletin ya da milletin hatırı için hakkı eğip bükmek olmaz.

Eğer milletin Allah yolunda ise, hak yolda ise, Allahu Teala'ya ihanet etmekle milletine de ihanet etmiş olursun. Milletin Allah yolunda değilse, o takdirde de, milletini "bağlanışın" merkezine koyduğun sürece Allahu Teala'ya ihanet durumundasın demektir.

*

Yazar aktardığımız türden birkaç cümle daha yazdıktan sonra "Çokları millete bir şey anlatmaya çalışır, ben milletimi anlamaya çalışırım" diyor. Bu durumda tuğla kalınlığındaki kitapları niye yazmış, anlamak mümkün değil. Bu cümleyi "Çokları Müslümanlar'a bir şey anlatmaya çalışır, ben (gerçek) Müslümanlar'ı anlamaya çalışırım" diye kurabilecek bir pozisyonda olsaydı kendisi için daha iyi olurdu.

Devam ediyor:

... Halkım. Milletim. Çocukluğum, Varlığım. Tandığım bütün elle tutulur, gözle görülür, en maddî, en manevî, en dünyevî, en ilahî güzelliklerin yurdu. Yurdum. Vatanım.

Vatan sevgisi, evet. Deminki cümlelerin tamamı aslında Vatan içindi. Vatan sevgisi bana başat aşk, bana yar oldu daima. Onun olmadığı hiçbir yerde bulunmadım, demiyorum, bulundum ama orada bulunmamam gerektiğini hep bildim ve sonunda olması gereken oldu, ayrıldım. İslamcı ideolojiden kopuşumda bu izleğin de derin izleri vardır. (s. 24-5)

İmdi, İslamcı ideoloji dediğin şey, İslam ise, sen aslında hiçbir zaman gerçekten iman etmemişsin demektir.

Yok, İslamcı ideolojiden kastın, İslam'dan farklı birşeyse, "İslam'ı tutma, İslam taraftarlığı yapma" vs. gibi İslam'ın kendisi değil de İslam'a yöneliş anlamına gelen birşeyse, ve insanlar tarafından üretilen bir ideoloji ya da fikir durumundaysa, o zaman sen kendin, sana uygun gelen bir İslamcılık anlayışı üretebilir ve benimseyebilirdin. (Bu, son tahlilde, farklı bir tebliğ anlayışını ya da yöntemini benimsemen anlamına gelirdi.)

Fakat, İslam'la özdeş sayılabilecek bir İslamcılık, ya da gerçekten İslamcılık denilebilecek (İslam'ı referans alan ve almayı öneren) bir İslamcılık, benimsediğin vatanseverlik ideolojine izin vermiyorsa, doğal olarak senin bir tercih yapman gerekir. Ya İslamcı ideolojiyi seçersin ya da vatanseverlikçilik ideolojisini.. Bu durumda İslamcı ideoloji, İslam'a karşılık gelir. Vatanseverlik denilen şey ise, gerçekte "devletçilik"tir. 

Nitekim yazar, bu minvaldeki sözlerini "... yerim vatanın yanından başkası değildi. Vatanın. Yani Devlet'in" diyerek noktalıyor. Yani vatancılığı aslında devletçilik anlamına geliyor.

*

Yazar sözlerini şöyle sürdürüyor:

İslamcılık vatan sevgisini kırılması gereken bir put olarak gösterip ondan bir arazi gibi bahsetmeye başladığı, onu küstahça ve haince pazarlık yapılabilecek, vazgeçilebilecek, bölünüp parçalanabilecek bir nesne, bir şey olarak gördüğünü izhar ettikten sonra onunla yürünecek yolum kalmadığı bana zahir oldu.

İslam'a uygun olmayan hiçbir şey İslamcılık olamaz. Küstahlık ve hainlik İslam'ın tasvip etmediği özellikler olduğuna göre, İslamcılık da bunu savunamaz. 

Ancak İslam, vatan topraklarına kutsallık da izafe etmez. Onun arazi parçası olduğunu unutmaz, onu put yapmaz. Milletin de, "zalûm ve cehûl" olan insanlardan oluştuğunu görmezden gelmez. Fertleri birer peygamber olmayan, hatta her ferdi müslüman olmayan, hatta müslüman bireylerinin hepsi de müttekî olmayan, çoğunluğu fasık ve facirlerden müteşekkil bir millete ulviyet atfedilmesine izin vermez.

Çocuğunu sevmen doğal karşılanır, fakat sevgin ona ulviyet atfetme noktasına vardığında marazîleşmiş olur.

Kayıtsız ve şartsız bir bağlılık ancak "masum" olana, haktan hiç sapmayana olabilir. İnsanlardan bu vasfa sahip olanlar ise sadece peygamberlerdir, Allahu Teala'nın "elçi"leridir. Bir millet, Allahu Teala'nın kendilerine gönderdiği peygambere tam itaat ettiğinde, o millete sadakatten söz etmek (doğru yolda olduğu için) belki anlamlı olabilir, fakat bu durumda bile sadakat gerçekte peygamberedir. Ve peygamber vasıtasıyla Allahu Teala'yadır.

"Masum" olmayan fertlerden oluşan bu millete gelince.. Bunlar topluluk halinde bir araya gelince ve millet diye adlandırılınca masum hale gelmezler. Çürük elmaları topladığın zaman ortaya sağlam elma çıkmaz, çürük elmalar yığını çıkar. 

*

Vatanı küstahça ve haince pazarlık konusu yapanlara gelince..

Bunu yapanlar, "Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır" diyen palavracılardı.

Millî Mücadele sırasında TBMM, daha önce Meclis-i Mebusan'ın (İstanbul'da İngiliz-Fransız-İtalyan baskısı altında olduğu halde) ilan etmiş bulunduğu Misak-ı Millî'yi (Ulusal Yemin) kabul etmiş bulunuyordu.

TBMM'yi kuranlar, Meclis-i Mebusan'dan daha az vatansever görünmek istemediler.

Misak'a göre, ilan edilen vatan sınırlarından asla taviz verilmeyecekti. Trakya'nın sadece doğusu değil, şu anda Yunan'ın elinde olan batısı da Misak-ı Millî'yi dahildi. Aynı şekilde Halep, Kerkük ve Musul da vatan toprağıydı. Bunlar asla terk olunamazdı. Olunmayacaktı. 

Mustafa Kemal Atatürk de, Misak-ı Millî'yi dilinden düşürmüyordu.

Fakat sonra, kendisi Halep'i tek kurşun atmadan Fransız'a bıraktı. (Maraş, Urfa ve Antep halk tarafından kurtarıldı.)

*

Yazara göre, İslamcılık vatan sevgisini kırılması gereken bir put olarak gösterip ondan bir arazi gibi bahsetmeye başlamışmış, onu küstahça ve haince pazarlık yapılabilecek, vazgeçilebilecek, bölünüp parçalanabilecek bir nesne, bir şey olarak gördüğünü izhar etmişmiş..

İslamcılığın (İslam'a dayanan, İslam'dan delili olan, yani Kur'an ve Sünnet'ten delil getirebilen İslamcılığın) böyle birşey izhar ettiği yok, fakat, İslamcılıkla uğraşanlar, tam da bunu yaptılar, vatanı vazgeçilebilecek birşey olarak gördüler.

Bölünüp parçalanbilecek bir nesne kabul edip bir kısmını Fransız'a, diğer bir kısmını İngiliz'e (Musul ve Kerkük), kalan bir kısmı da Yunan'a (Batı Trakya) bıraktılar. 

*

Sonra da, tehditkâr tavırlarıyla ve Ali Kemal'in linç edilmesi gibi olaylarla gözünü korkuttukları, kaçıp gitmesine neden oldukları gariban Vahideddin'e vatanı satma suçlaması yöneltip onu günah keçisi yaptılar. 

Madem vatan hainiydi, İngiliz'den, İtalyan'dan onun iadesini isteseydiniz, bir mahkeme kurup yargılasaydınız. Hesaba çekip konuştursaydınız. İhanetini itiraf etmesini sağlasaydınız.

Neden bunu yapmadınız?

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi, Vahideddin'e vatanı satma iftirasında bulunanlara şöyle seslenmişti:

Memleket satmak iftirasıyla kıyas kabul etmeyen bir hakikat olmak üzere kendileri memleketin ruhunu ve namusunu satmışlar.

Ev satmakla evin haremindeki namusu satmaktan hangisi daha ağır bir alçaklıktır?

Aslında Vahideddin'in sattığı hiçbir şey yoktu. Satan adam, karşılığında birşey alırdı..

Vahideddin'in aldığı şey sadece yoksulluk, yalnızlık, aşağılanma, korku, borç, ve tabutuna konulan hacizdi. 

Kaçıp gitmesi, vatanı satmasından, suçlu olmasından kaynaklanmıyordu. Can korkusundandı.

Öldürüleceğini düşünüyordu. 

Bence, yanılmıyordu.

Çünkü, saltanatın kaldırılması bir darbeydi, ihtilaldi. Hukukî hiçbir temeli yoktu. Kanunsuz bir zorbalıktı.

Nitekim Atatürk, Nutuk'unda, bunun bir emrivaki (oldubittiye getirilen iş) olduğunu, TBMM'nin onayının "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" denilerek zorla alındığını söylüyor.

Darbelerden sonra ne olduğunu da biliyoruz. Mesela, darbeyle devrilen Adnan Menderes'e ne yapmışlardı?

"Kardeş, çok yoruldun, seni emekli edelim" demediler, astılar.

Atatürk'ün insan hayatına ve canına saygısının ne olduğu da sonraki şapka idamlarıyla zaten iyice anlaşılacaktı.

Vahideddin'in karşısında, millete olan sevgisini millet fertlerini bir şapka için asarak gösteren "emrivaki"ci bir darbeci vardı.

"Kafa kesme"ye hazır, ve bunu milletvekillerine (milletin vekillerine) söyleyen bir darbeci..

Sonradan da Nutuk'unda bunu övünerek anlatan bir "fikri hür, vicdanı hür" edebiyatçısı..

Şapka için adam asan birinden, Vahideddin'e nasıl davranması beklenirdi?

*

Bunların vatan-millet sevgisi ve vatan için ettikleri yeminler böyle birşeydi.. Vatanı bölünüp parçalanabilecek, pazarlık konusu yapılabilecek bir arazi parçası olarak görüp İngiliz'e, Fransız'a ve Yunan'a bırakabiliyorlardı. 

Onlardaki insan (halk, millet) sevgisi, şapka giymeyenlerin asılmasında olduğu gibi pek ateşliydi.

Evet, bu ülke, vatanı bölünüp parçalanbilecek bir nesne olarak görüp bir kısmını Fransız'a, diğer bir kısmını İngiliz'e (Musul ve Kerkük), kalan bir kısmı da Yunan'a (Batı Trakya) bırakanları gördü.

Halkçıydılar, milletçiydiler, devletçiydiler, devrimciydiler, cumhuriyetçiydiler, ve de laikçiydiler.

Bir tek İslamcı değillerdi.

Bununla birlikte, "Misak-ı Millî bahsinde yaptıkları şey, küstahça ve haince bir pazarlıktı" şeklinde cümleler kuranlara rastlamıyoruz.

Vatancılık için İslamcılığı bırakabilen yazar, belki bunu yapan ilk kişi olarak karşımıza çıkar. 


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...