Evet, yazımızın başlığında söylediğimiz gibi, laikliğin (Şeriat'ten vazgeçilmesinin) İslam'a aykırı olmadığını kabul etmek küfrün, imansızlığın, dinsizliğin ta kendisidir.
Dikkat edilsin, "Devlet yönetiminde ya da özel hayatta Şeriat'e aykırı işler yapılması küfrüün, imansızlığın, dinsizliğin ta kendisidir" demiyoruz.
İnsan günah işleyebilir, günahkâr olabilir.. İtikat ile amel aynı şey değildir.
Fakat insan, haramı helal, helali haram kabul etmeye başladığı, yani İslam'ı kendi kafasından (heva ve hevesine göre) "güncelleme"ye kalkıştığı zaman, kâfir olur.
Bunun farkında, bilincinde olmak, kul olarak haddini bilmek önemlidir.
*
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'nin tabiriyle "büyük alim" (İnsanların kendilerini, veya cahillerin birbirlerini alim vs. ilan etmelerinin bir kıymeti yoktur; alim, ilmi müsellem olan kişilerin alim dedikleri kişidir) Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır Hoca, Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde Tevbe Suresi'nin (Yahudi ve Hristiyanlar'ın haham ve papazlarını/rahiplerini "rab" ilan etmelerinden bahseden) 31'inci ayetini açıklarken, Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem ile (Hatem-i Taî'nin oğu) Adiyy bin Hatem r. a. arasında geçen bir konuşmayı aktarmaktadır.
Rasulullah s.a.s. ona şunu demişti: "(Rahipleriniz) Allah'ın helal kıldığına haram derler, (siz de Hristiyanlar olarak aynı şekilde) haram tanımaz mıydınız?! Allah'ın haram kıldığına helal derler, siz de helal saymaz mıydınız?! İşte bu, onlara ibadettir."
Birine ibadet etmiş olmak için gidip önünde secdeye kapanmak gerekmiyor.. Selanikli Mustafa Atatürk'ü rab edinip ona kulluk etmek de, yalnız heykelinin ve fotoğraflarının önünde secdeye kapanmak değildir.
Allahu Teala kendisinin indirmiş olduğu ile hükmedilmesini emretmiş (Maide, 5/44) bulunduğu halde Atatürk'ün laikliğini "İslam'a uygun" (helal) kabul edenler, Selanikli'yi "rab" edinmiş durumdadırlar.
Evet, bugün Türkiye'de pekçok siyasetçi, hatta ilahiyatçı, Selanikli'yi rab edinmiş durumdadır.
Ona ibadet ediyorlar.
*
Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, başbakanlığı zamanında Mısır ve Tunus'u ziyaret edip onlara "Şeriat yerine laiklik" tavsiyesinde bulunmuştu.
"Kur'an ve Sünnet'in mesajını bırakın, Selanikli Mustafa Atatürk'ün ilke ve devrimlerini alın" dercesine..
Ve buna karşı Türkiye'deki cübbeli cübbesiz soytarılardan, sözde Ehl-i Sünnetçilerden bir ses çıkmadı.. Ne bir inilti, ne bir sızıltı, ne bir vazıltı, ne bir mırıltı..
Varsa yoksa "dünya lideri, mazlumların umudu, dombıra şahikası" edebiyatı..
Evet, Erdoğan Mısır ve Tunus'taki bu tavsiyesinin İslam'a uygun (helal) olduğunu da ileri sürdü.
Böyle birşey, Selanikli yaptı, Erdoğan da tavsiye edip uygun buldu diye "helal" olur mu?!
*
FETÖ (Fethullahçı Takiyye Örgütü) bu hususta Erdoğan'dan daha kıdemli.
Onlar demokratlıklarını ve laikçiliklerini Abant Platformu aracılığı ile çok daha önce ilan etmişlerdi. (Şimdi sürgünde aynı teraneyi tekrarlamaya, Siyasal İslam ve İslamcılık düşmanlığı yapmaya devam ediyorlar.)
Erdoğan'ın Milli Görüş gömleğini çıkarıp laikçiliğini ilan etmesi, FETÖ'ye yetişmesi biraz zaman aldı.
Tesadüfe bakın ki, onun böyle değişim ve dönüşüm türkülerini söylemeye başladığı sıralarda Mehmed Zahid Kotku rh. a. ile Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan merhumun müridanı olduklarını söyleyenler de Sağduyu Partisi adlı bir gecekondu tipi prefabrik parti vasıtasıyla laiklik ve demokrasi havariliğine soyundular.
Yani FETÖ'nün izini takip etme hususunda Erdoğan bunları geçmeyi başaramadı.. İpi birlikte göğüslediler.
Boynuz kulağı geçermiş.. İskenderpaşacılar (Hakyolcular), FETÖ'cülerden daha "şiddetli" bir dil kullanıyorlardı.
"Karşı saflar" oluşturma bakımından "din"i önemsemediklerini, "siyasi konum"larını belirleme bakımından "dinî değerler"e dayanmadıklarını açıkça yazdılar.
Pervasızca.. Takiyye yapmaya gerek duymadan.. (Hâlâ da aynı hezeyanları yeni vird-i zebanları olarak tekrarlayıp duruyorlar.. Bkz. https://sagduyu.global/)
Dinî (İslamî) değerler dinî değerler olalı böyle bir aşağılanma görmüş müydü?
Yahudiler hahamlarının, Hristiyanlar da rahiplerinin "haram dediğine haram, helal dediğine helal" diyorlardı.. İskenderpaşacılar (Hakyolcular) da Esad Efendi'nin oğlu Nureddin'i aynı konuma oturttular.
Onu rab yapıp karşısında kul olmayı içlerine sindirebildiler.
Gördüğüm kadarıyla hâlâ da ona ibadet etmeye devam ediyorlar.. Kullukta sebatlılar.
Ahirette bu sebatlı ibadetlerinin sevabına nail olacakları şüphesizdir.. Ameller zayi olmaz.
*
Erdoğan, 1 Şubat 2024 tarihinde "Şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir" diyerek hatasını düzeltme yönünde olumlu bir adım attı.
Saygı duyulması gereken önemli bir adım.
Ancak, hatasını telafi açısından yeterli değildir.. Çünkü, laikliğin Şeriat açısından durumuna açıklık getirmiş bulunmuyor.
*
Merhum
Said
Ramazan el-Bûtî Yaratıcının Varlığı Yaratılanın Görevi – İslam Akaidi
adlı kitabında (çev. M. Yolcu – H. Altınalan, İstanbul: Madve Y.,
1986) “Allah’tan başkasının hüküm koyma hakkı yoktur” başlığı altında
şunları yazmış durumda:
Bu vazife [Şeriat’in uygulanması]
Allah’a c.c. kulluğun anlamını ifade eder. O vazifeye bağlı kalanlar, Allah’a
c.c. kulluk etmiş, karşı çıkanlar veya onu uygulamamakta ısrar edenler ise, ilahlık taslamış ve tağutun ta kendileri olmuşlardır.
Hakimiyet yalnız Allah’ındır.
İnsanın vazifesi yeryüzünde Allah’ın hükmünü uygulamaktır.
… Bu hakikatleri inkâr ederek,
dünyada [dünya hayatında] hakimiyetin yalnız insana ait olduğunu, kendi
kendisini idare etmek için [Şeriat’le çelişen] kanun koyabileceğini sanmak
mümkün olur mu?! Hakimiyet kayıtsız şartsız Allah’ın olduğu
halde onu insana [millet, halk vs. gibi gösterişli
isimlendirmeler eşliğinde kullara] malederek, inkâr ile imanı bir
araya getirmek biraz önce izah ettiğimiz hakikatlerin tümünü
inkar etmek anlamına gelmez mi?! (s. 379) …
Öyle ise; hakimiyet ancak ve yalnız
Allah’ındır. Kullarının dünya ve ahiret işleri ile ilgili olarak da, pekçok
sahada kanun koyan O’dur…. Kuracakları her sistemde, hayatları için
çıkaracakları her konuda ilk mercileri O olacaktır. Kim bu hakikati kabul etmezse Allah’a ve Resulü’ne karşı gelmiş ve
onları inkâr etmiş olur.
Artık bundan sonra o kişinin dili
ile Allah’a ve Resulü’ne iman ettiğini iddia etmesi,
namaz, oruç ve hac farizalarını yerine getirmesinin hiçbir kıymeti yoktur. Bu
konuda aklî ve naklî deliller ittifak etmiş, Kitap ve Sünnet’in delillerinden hareket eden bütün müslümanların da icma‘ı [görüş birliği] hasıl olmuştur. (s. 380) …
İnsanın vazifesi, yeryüzünde sadece
Allah’ın c.c. hükmünü uygulamaktır!…O, kendisine indirilen ve
uygulanması istenen kanunun, her harfinin tatbikatından sorumludur. Bu konuda
o, kendisinden istenenin dışında çalışma yapamaz. İctihad edemez [Dinde "güncelleme" yapamaz]. Hüküm
verirken veya herhangi bir görüşü şûra aracılığıyla tercih ederken dahi, onun Kitap ve Sünnet’te açık hükmünün bulunmadığından ve
o konuda [daha önce] müslümanların herhangi bir icma’ının
da hasıl olmadığından emin olmak zorundadır.
Bu vazife Allah’a
c.c. kulluğun anlamını ifade eder. O vazifeye
bağlı kalanlar, Allah’a c.c. kulluk etmiş,
karşı çıkanlar veya onu uygulamamakta ısrar edenler ise, ilahlık taslamış ve tağutun ta kendileri olmuşlardır….
O insan bu hareketiyle Rabbinin gösterdiği çizgiden sapmış ve O’na kul olmaktan
kurtulmaya çaba göstermiş; kendi kendisini, hüküm koyma ve
idare etme sahasında Allah’a c.c. ortak koşmuş demektir [Bu, insanları Allah’a değil kendisine itaate çağırması
anlamına gelir. Şeriat’i kaldırıp laikliği getirmek ve uygulamak, budur].
(s. 381) …
… insanın mükellef bulunduğu bu
[kulluk] vazifesini yerine getirebilmesi için, çok
ibadet etmesi, bol bol namaz, zikir ve nafile ibadetlerde bulunması [bile]
kâfi gelmez. Eğer bir insan, hayatı için, istediği konuda
hüküm koyabileceğine inanıyor ya da Allah Teala’nın
hükümlerinden ve emirlerinden herhangi birinin bugünkü insanlığın yararına
olmadığına itikad ediyorsa, o adamın tüm bu ibadetlerinin hiçbir kıymeti
olmaz. Bütün müslümanların icmaı ile
ve kesin delillerle sabit olmuştur ki, böyle inanan
birisi mürteddir. İslam dairesinden çıkmıştır. (s. 382)
… İslam toplumunu kurmak ayrı
birşeydir, bütün günahlardan arınmak ve masum olmak ayrı birşeydir. İslam toplumu masum değildir. …
Bütün hatalardan günahlardan masum olmak ise, hiçbir zamanda gerçekleşmiş
birşey değildir. Ne sahabe devrinde, ne tabiîn, ne de onlardan önce veya sonra
gerçekleşmiş birşeydir. İsmet [masumiyet, günahsızlık; toplumun ıslah edilip
günahlardan arındırılmış olması], Allah Teala’nın İslamî
hükümlerinin yürürlüğe konması ve İslam Şeriati’nin tenfizi [infazı,
tatbiki] için ileri sürülen bir şart değildir. (s. 83-84)
*
Evet, merhumun ifade ettiği üzere, müslüman birey
günahsız (peygamberler gibi masum) insan demek olmadığı gibi, İslam toplumu da
hiç günah işlenmeyen toplum değildir.
Fakat İslam toplumu, hüküm koyma hakkının Allahu
Teala’ya ve Rasulü’ne ait olduğuna kalben inanan, lisanıyla ikrar eden
(anayasa ve yasalarına yazan) ve gücü yettiğince bununla amel
eden toplumdur.
Kâfir devlet ise, Allahu Teala’ya ve Rasulü’ne (s.a.s.)
hüküm koyma hakkı tanımayan devlettir. Böylesi devlet tağuttur, deccalî
ve firavunî devlettir.
Geçmişte İslam devletlerinde Şeriat’in tam uygulanmamış, kimi yöneticilerin bazı hükümleri çiğnemiş olmaları ile, bugünkü laiklik savunuculuğunu birbirine karıştırmamak gerekir.
İlki günahkârlıktır, fasıklık
ve zulümdür, ikincisi ise küfürdür, imansızlıktır, irtidattır,
İslam’dan dönmek ve İslam’ı tahrif etmektir, dalalettir, sapıklıktır.
*
Laikliğin İslam’a aykırı olmadığını savunanlar namaz
da kılsalar, oruç da tutsalar, hacca da gitseler, kurban da kesseler, küfre
düşmüş olurlar.
Gurur ve kibri bir tarafa bırakıp bu
düşüncelerinden tevbe etmeleri gerekir.
Şayet böylesi düşünceleri kamuoyu önünde dile
getirmişlerse, yine kamuoyu önünde hatalarını düzeltmek zorundadırlar.
Aşikâre günahın tevbesi aşikâre, gizli günahınki gizli
olur.