TARİHSELCİLERİN KUR’AN MÜSLÜMANLIĞI DALAVERESİ

 



Allame Eşref Ali Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla yayınlanmış olan konferansında “Allah’ın kitâbı ile alâkalı olarak iki büyük yanlış ortaya çıkmıştır” diyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor:

Birincisi: Dînin hükümlerinin Kur’ân’a hasredilmesi. [Kur’an Müslümanlığı iddiası] Bunun gâyesi ve hedefi Şerîat’ın diğer kalan asıllarını inkâr etmektir….

Diğer asıllar, bilindiği gibi üç tanedir:

Birincisi Resulullah s.a.s.’in sünneti, ikincisi ümmet âlimlerinin icması (oybirliği, ittifakı,) ve üçüncüsü de müçtehid imamların Kur’an ve Sünnet’in genel ilkeleri ve spesifik hükümlerinden hareketle yeni meseleler hakkında vardıkları sonuçlar (kıyas-ı fukaha).

Kur’an Müslümanlığı iddiasıyla ortaya çıkanlar bunu Kur’an’a olan düşkünlük ve saygılarından dolayı yapmıyorlar. Tam aksine, gayeleri, Kur’an hükümlerini belirsiz, muğlak, anlaşılmaz ve uygulanamaz hale getirmekten ibaret.. (Mesela, Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları, Hudeybiye Antlaşması gibi olayların tarihi salt Kur'an ayetlerinden hareketle yazılamaz. Burada hadîs rivayetleri devreye girmektedir. Zeyd bin Harise r. a. hakkındaki bilgimiz hadis rivayetleri olmaksızın salt onun adının geçtiği ayete inhisar ettirilemez.)

Ayetler hakkında “tarihsel” (indirildiği zaman ve mekâna, tarih ve coğrafyaya, topluma özgü) diyebilmek için, öncelikle Sünnet, icma ve kıyası/içtihadı (mezhepleri) reddetmeleri gerekiyor.

Bu, anayasacılık yaparak kanun, tüzük ve yönetmeliklere karşı çıkmak, onları geçersiz saymak gibi birşeydir.

Kanunlar, tüzükler ve yönetmeliklerin bulunmadığı veya geçerli sayılmadığı bir yerde anayasa boşlukta kalır, uygulanamaz.

*

Tarihselcilik, Allahu Teala’yı salt belirli bir zaman diliminin, sınırlı bir coğrafyanın ve (şu anda hayatta olmayan, mezarlıklarda bulunan) geçmişte yaşamış bir toplumun tanrısı haline getirmek anlamına gelmektedir.

Yani, haşa emekli olmuş, devrini tamamlamış bir tanrı..

İnsanlar söz konusu olduğunda tarihselci yaklaşımın bir mantığının bulunduğunu söylemek mümkün olabilir, çünkü insanlar, zaman üstü ya da zamandan münezzeh varlıklar değiller..

Mesela Hammurabi’yi alalım.. Adam gerçekten de tarihsel, tarihte yitip kaybolmuş.. Ayrıca belirli bir mekânın/coğrafyanın adamı.. Mesela ışınlarıyla her tarafı kucaklayan, heryerde görünen, heryeri etkileyen Güneş gibi bir varlık değil. Oturduğunda kapladığı alan bir metrekare bile etmiyordu, bağırdığında ise sesi ancak 200 metre öteden duyulabiliyordu. Şimdi ise yerinde yeller esiyor.

Evet, insanlar için “Gömelim gel seni tarihe desem, sığmazsın” diye şiirler yazılabiliyor, fakat tarihe gayet iyi sığıyorlar.

Ancak, tarihselci sığırlar, tarihselci olmayan bildiğimiz türden sığırların aksine, Allahu Teala’yı tarihe gömüp sığdırdıkları iddiasındalar.

Sığırlık dairesi içine sığmayı üstün bir liyakatle başarmış bulunuyorlar.

*

Tarihsellik, sosyal bilimlerin her alanında zaten kendiliğinden dikkate alınan bir durum.

Mesela Homeros, İlyada’sında belirli bir tarihi ve coğrafyayı, belirli insanları anlatma derdinde.. Anlatan da, anlatılan da tarihsel.. Bununla birlikte, Homeros'un anlatım tekniği, edebî sanatları kullanma tarzı; tarihseldir ya da o günkü Yunan toplumuna aittir denilerek bir tarafa atılmıyor.

Benzer şekilde siyaset bilim söz konusu olduğunda Eflatun’un, Hobbes’un, Machiavelli’in vs. yazdıkları için tarihseldir, geçersizdir, yazıldıkları dönemde kalmışlardır denilmiyor.

Askerlik mevzubahis olduğunda Sun Tzu için “Yazdıkları tarihsel şeyler, geçti gitti” denilmiyor.

İlkçağdan kalan eserler için “Bunlardaki sanat tarihsel, o toplum için ve de o zaman ve mekâna özgü bir sanat.. Bugün için bunların sanat değerinden söz edilemez” diyen yok..

Güncel siyasete gelelim..

Birileri ikide bir Mustafa Kemal Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti ilelebet yaşayacaktır” sözüne atıfta bulunuyorlar.

Kimse Atatürk’e “Yav kardeşim sen tarihsel bir adamsın, ölüp gittin, tarihte kaldın.. Tarihsel bir adam olarak gelecek hakkında konuşmak da ne oluyor?!” demiyor. Mezarının başındaki deftere "Atam izindeyiz, emanetin emin ellerde" diye yazıyorlar.

Atatürkçülerin Atatürk’e olan imanları kadar bile Allahu Teala’ya imanları olmadığı halde ilahiyatçı din bilgini kabul edilen tarihselci sığırlara ne demek gerekir bilmiyorum.

*

Merhum Tehanevî şöyle diyor:

Birinci yanlışa [Kur’an Müslümanlığı aldatmacası] verilecek cevâb şudur:

Kalan asılların (sünnet, icmâ’ ve kıyâs’ın) hüccet oluşunu Kur’ân nassları göstermektedir, ki usûl (yöntem/metod) âlimleri onları doyurucu bir tafsîlatla zikretmişlerdir. 

Yani Kur’an‘ın bizzat kendisi Sünnet’in, icma’nın ve müctehid ictihadının kabulünü gerektirir.

Bu husus “fıkıh usulü” kitaplarında ayrıntılı bir biçimde anlatılmaktadır.

Tehanevî’nin dikkat çektiği bu hakikatten dolayı, diğer asılları reddeden sahte Kur’an müslümanlığı, esas itibariyle Kur’an’a aykırı bir müslümanlık iddiasıdır.

Daha doğrusu, yapılan şey, “Müslümanları Kur’an ile aldatma küfrü”dür.

*

Merhum Tehanevî, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Bu yanlıştan [Sadece Kur’ân‘a dayanma iddiasından] kaynaklanan bir [başka yanlış] husûs da şudur:

İnsanlardan kimileri bazı büyük günahları işlemek istemekte, bunlardan men edilince de bu husûsta özel olarak Kur’ân’dan yasak delîlini istemektedirler.

Nitekim sakal ve başka husûslar hakkında bu gibi suâller gazetelerde neşredilmektedir.

Aynı şekilde, İslâm’a karşı inat [inkâr] içinde bulunanlardan birisi gelip dînî meselelerden bir meselenin [o meseledeki hükmün] isbâtını (ortaya konulmasını) hâssaten Kur’ân-ı Kerîm’le istemektedir. Zîrâ onlar bu isteğin sahîh olduğunu iddiâ etmektedirler ve şübhesiz ki, bunun isbâtı [hükmün Kur’an‘la bağlantısının kurulması] kendileri için gerekmektedir. İşte bunun için zorâkilikleri irtikâb etseler de, Kur’ân-ı Kerîm’den delîl aramaya teşebbüs etmektedirler. Kendi başlarına buna muktedir olamayınca da [bunu kendi bilgi ve akılları ile başaramayınca], buna dâir başka bir yerden değil de, sadece Kur’ân-ı Kerîm’den delîl getirmek hususunda âlimlere ısrâr etmektedirler. 

Bu tür insanlara cevap vermek zor değildir, fakat bu, “fıkıh usulü” bilgisi ve mantıklı düşünebilme becerisi gerektirir.

Ancak, birçok âlim zannedilen “din görevlisi” meselenin Kur’an‘la bağlantısını kuramayınca, “Ulema böyle demiş, fıkıh kitaplarına böyle yazılmıştır” demenin ötesinde makul ve mantıklı cevaplar veremeyince, hatta işi “İslam Kur’andan öğrenilmez, fıkıh kitaplarından öğrenilir, zaten sen Kur’an‘ı anlayamazsın, sadece ulemayı dinlemelisin” deme noktasına vardırınca, bunun da ötesine geçip “Akıl böylesi dinî konularda ölçü değildir, ulemaya kulak vereceksin” denilinceiş sarpa sarmaktadır.

Böylesi cahil dostlar, kurnaz düşmanlar için istismar ve aldatma vesilesi haline gelmektedir.  

*

Merhum Tehanevî, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Bu fer’î meselenin [hükmün], [teferruata ait, ikincil ve ayrıntı niteliğindeki hükmün] binasının temelinin bozukluğu [Kur’an‘a dayanmadığı, delil isteyen kişi açısından] sâbit olunca, [ona göre,] bu bozuk fer’î meselenin (hükmün) bozuk olan [Kur’an‘la, dinin esasıyla ilgisiz] bir şey üzerinde bina edildiği sâbit olmuş oluyor.

Bu noktada İslam’ı öğrenmek isteyen bazı gayrimüslimler bilgilerinin eksikliği nedeniyle mazur olsalar da, Kur’an‘ı bilme iddiasında olan ve fıkıh usulünü öğrenmiş olması gereken ilahiyatçılar mazur görülemezler.

Aynı şekilde yeterli düzeyde eğitim görmüş insanların da mantık yürüterek bu hususta doğru bir anlayış sahibi olmaları beklenir.

İslam söz konusu olduğunda sergilenen aptalca mantık hatalarına sıra dünyevî meseleler ve kurumlara gelince nedense rastlanmıyor.

Mesela bir devlet başkanı bir kimseyi bir bakanlığın başına getirdiğinde, o bakanın her yaptığı iş için devlet başkanından bir onay belgesi getirmesi istenmiyor. “Devlet başkanı devletçiliği” yapılmıyor. Bakanın emri, o alanda kendisine yetki verilmiş olduğu için, devlet başkanının emri gibi kabul ediliyor. 

Her ordunun sadece bir tane “başkomutan”ı bulunduğu halde alt düzeydeki komutanlara “Sen de kimsin, senin emirlerini geçerli kabul etmiyoruz, bize başkomutanın yazılı talimatını göster” denilerek itaatsizlik edilemiyor. “Başkomutan orduculuğu” yapmak, orduya ve başkomutana ihanetle eşdeğer kabul ediliyor.

İslam söz konusu olduğunda Allahu Teala’nın “Peygamber size neyi verdiyse onu alın; size neyi de yasakladıysa, ondan kaçının!” (Haşr, 59/7) emri bu meselenin anlaşılması için yeterli olduğu halde tarihselci sığırlar başka makamdan böğürebiliyorlar. 

Ulu’l-emre itaat ayeti de Müslümanların hem müslüman (kâfir olmayan ve Şeriat’i tatbik eden, Şeriat'e aykırı olmayan emirler veren) yöneticilerine hem de âlimlerine itaat etmeleri gerektiğini gösterdiği halde, bu noktada "Kur'an'dan bir ayeti eksiltmekle birşey kaybetmeyiz" diye düşünüyorlar. 

*

Yasalar herkes için açık ve de Türkçe yazılmış olmakla birlikte nasıl kendilerini dünyanın en zekîsi zanneden insanlar bile hukukî konularda hukukçulara başvuruyor ve onlardan danışman olarak yararlanıyorlarsa, dinî konular söz konusu olduğunda ehliyetli âlimlerin durumu da budur.

İnsanlar illa da hukukçu danışmanlara başvurmak zorunda değillerdir, isterlerse kendileri zahmet edip hukuku öğrenebilir ve kendi göbeklerini kendileri kesebilirler, fakat bunu yapmıyor ya da yapamıyorlarsa, hukukçulara muhtaçtırlar. Dinî konularda da aynısı geçerlidir, “bilmeyenlerle bilenler bir olmaz”, bilenlerin sözüne itibar edilir, bilmeyenlere ise hadlerini bilip susmaları söylenir.

“… Eğer bilmiyorsanız o hâlde ehl-i zikre (iyi bilenlere) sorun!” (Nahl, 16/43)

*

Kur’an’la yetinmeye izin verilmiş olsaydı şayet, Peygamber s.a.s.’e itaat ve ondan birşeyler alınması, getirdiği yasaklara riayet edilmesi emredilmezdi.

Aynı şekilde,  “zikir ehli” olan ulemadan bilinmeyen şeylerin öğrenilmesi istenmezdi..

Tabiî ki Kur’an‘la açıkça çelişen ve uydurma oldukları anlaşılan hadîslerin (sözde sünnetin) durumu farklıdır. (Mesela “Zaman sana uymazsa sen zamana uy” ve “Vatan sevgisi imandandır” gibi uydurma hadislere itibar edilmez.)

Aynı şekilde âlim oldukları kabul edilen kişilerin yine Kur’an ve Sünnet’le açıkça çelişen ve onlarla telifi mümkün olmayan görüşlerine de değer verilmez.

Şayet ulemanın içtihadı başlı başına delil olsaydı, Kur’an ve Sünnet eksenli bir “kıyas”tan söz edilmezdi.

İşte bu noktada tarihselciler, “kıyas”ın eksenini Kur’an ve Sünnet olmaktan çıkarıyor, Batılılar’ın “evrensel” madalyasını taktıkları birtakım ilkeleri onların yerine oturtuyorlar.

Neden böyle yaptıkları sorulduğu zaman da, “Ne yapalım, Kur’an ve Sünnet tarihsel, tarihte kalmış” diyorlar.

Bu kıble devrimi ve değişimini sadece fer’î meselelerde (amele yönelik spesifik hükümlerde) değil, usul (yöntem, metod) alanında da yapıyorlar. Tarihselcilik safsatasının onların temel usul ilkesi olmasının nedeni bu.

*

Merhum Tehanevî şunu söylemektedir:

Evet, biz, dört delîlin (Kur’ân, Sünnet, icmâ’ ve kıyâs’ın) kuvvet bakımından müsâvî [eşit] olmayacağını kabûl ediyoruz. Fakat nasıl ki bu delîller arasında farklılık bulunursa, gösterdikleri şeyler [medluller] --yani onlarla sâbit olan hükümlerde de-- bu farklılık [kuvvet bakımından] bulunur.

Zîrâ onlardan bazıları sâbit oluş [delilin varlığı] ve ma’nâyı göstermek [delalet] bakımından kesin, bazıları sâbit oluş ve ma’nâyı göstermek bakımından zann bildiren, bazıları sâbit oluş bakımından kesinlik ve ma’nâyı göstermek bakımından da zann bildiren, bazıları da sâbit olma bakımından zann bildiren, manayı göstermek bakımından da kesin olan delîllerdir.

Ancak yaratılanlardan hiçbir kimsenin zanna dayalı hükümleri [hiç] kabûl etmemek hakkı yoktur 

Tabiî ki Allahu Teala’nın Kur’an’daki açık emri ile bir müçtehidin içtihadı aynı kuvvete ve bağlayıcılığa sahip değildir.

Bir müçtehidin içtihadına (usule uygun) başka bir içtihatla itiraz edilebilir. Kur’an’daki emre ise itiraz edilemez.

Zanna dayalı hükümler (içtihatlar) arasından tercihte bulunmak mümkündür. Mezhep farklılığı bu anlama gelir. Fakat hiçbir mezhebi kabul etmeme diye birşey olmaz. Ancak, bir kimse içtihat seviyesine çıkmış ise durum değişir, kendi içtihadıyla amel edebilir. 

Hiçbir mezhebe tabi olmadığınız, kendiniz de içtihatta bulunamadığınızda, o konudaki asıl (yani ayet ya da hadîs) terk edilmiş olur.

Merhum Tehanevî şöyle demektedir:

Görülmez mi ki, yüksek mahkemenin kadı’sının [hâkiminin] bazen … [farklı davaları] kanun maddelerinden herhangi bir maddeye sokmak sûretiyle [ayrı olaylar hakkında] birçok hüküm verdiği olur. Öyleyse [hükme medar olan] madde kat’îdir [kanun maddesi varlığı/sübutu bakımından kesindir/kat’îdir, böyle bir kanun mevcuttur]. Ancak bu meselenin [dava konusunun] o husûsî maddeye sokulması ise [genellikle] zanna dayanır. Yani kadı’nın hükmünün sahîhliği [doğruluğu] kesin değildir [O yüzden ihtilaflar çıkar, temyiz vs. yoluna gidilir, ve bazen karar bozulur]. Nitekim [genellikle] bir madde, özel olarak şu [davada verilmiş şu] hüküm hakkında kesin olmaz [zan içerir]. O [madde] sadece var olması bakımından kesindir, ancak [görülen davada] ma’nâyı göstermesi [delalet] bakımından zann ifade eder. 

İşte bu örnekte kadı’nın (hâkimin) verdiği hüküm bir tür içtihattır. O konuda hiç içtihat yapılmazsa, yani hüküm verilmezse, kanun maddeleri uygulanmamış, terk edilmiş olacaktır.

Mezheplerin durumu da budur. “İslam’a tabi olmak, mezhebe tabi olmamak” diye bir şey olmaz. İslam’ı uyguladığınızda, o uygulama biçiminiz bir mezheb anlamına gelmektedir.

Uygulama diye bir şey bulunmazsa, o zaman mezheb diye bir şey de olmaz. Fakat ortada, uygulanan bir İslam da artık bırakılmamış olur.

Ancak bu, her uygulamanın “doğru” ve asla uygun olması (her mezhebin hak olması) anlamına da gelmez.

Müçtehitlerin dayandıkları genel ilkeler ile kıyasa konu yaptıkları nasslar sübut bakımından genellikle kesin olmakla birlikte, onların içtihatları zann ifade eder. Bir başka müçtehit farklı bir sonuca varabilir. Bunlardan biri tercih edilebilir, fakat bu, diğerinin artık tümden geçersiz hale gelmesi değildir. Bu yüzden “İçtihat, içtihadı nakzetmez” denilmiştir.

Ancak, usule aykırı, aslı tahrif edip bozma anlamına gelen çarpıtmalar geçerli değildir. Sapık bid'atçi mezhepler ve tarihselcilik gibi sapkın anlayışlar böyle doğmaktadır.

*

Tehanevî, sözlerini şöyle sürdürüyor:

Velâkin aslının zannî olması esâsına dayalı olarak şu hükme boyun eğmeyen kimsenin âkıbeti malûmdur. [Devlete itaatsizlik nedeniyle ayrıca cezalandırılır]. 

Evet, kadı’nın (hâkimin) hükmü, temyiz makamı onaylasa bile zannî olmaktan kurtulamayabilir. Fakat buna rağmen uygulanır.

Hâkimin hükmü, bazen (zannî olmanın ötesinde) isabetsiz de olabilir. Ancak yine de, isabet etmiş gibi devletten maaş almaya devam eder. Nitekim birçok dava temyize gider ve kimi zaman hüküm değişir. Fakat hâkim bundan dolayı cezalandırılmaz, ona yaptığı “kamu hizmeti” mukabilinde yine bir ücret ödenir.

Müçtehitlerin içtihadı da böyledir, ehil oldukları ve içtihat şartlarını taşıdıkları için onlar yine dine hizmetleri nedeniyle sevap/ücret alırlar.

Müçtehit olmayanların onların içtihatlarına tabi olmaları gerekir. Mezhepler arasında tercih hakları varsa da mezhepleri toptan reddetme hakları yoktur.

Ancak bir kimse içtihat seviyesine çıkmışsa o artık (kamusal olmayan, icrasını İslam devletinin üstlenmeyeceği hususlarda) kendi içtihadıyla amel edebilir. (İçtihad ile kişisel re’yi ayırmaktan bile aciz bir sürü kişi kendisini müçtehid zannedebiliyor, o da ayrı mesele.)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...