DEVLETÇİLİKLE GELEN ŞİRK

 




15 Temmuz darbe teşebbüsünün yıldönümündeyiz.

Dolayısıyla FETÖ gündemde..

Odatv.com da boş durmamış, "Bir dönem Gülen'in sağ ve sol kollarıydılar: Bugün ne yazdılar... FETÖ nasıl dağılır" başlıklı bir haber yapmış.

Sözü edilen kollar Hüseyin Gülerce ile Latif Erdoğan.

Biri Star, diğeri Yeni Akit gazetesinde yazıyor.

Doğal olarak, bu iki eski FETÖ'cünün MİT'le "iltisak"lı olduğu düşünülüyor ve söyleniyor.

Pekçok kişinin yanı sıra Latif Erdoğan'ın da dile getirdiği gibi FETÖ'nün bir CIA, Özel Harp ve MİT ortak projesi olduğu dikkate alınırsa, Fethullah'ın sağında solunda MİT görevlilerinin istihdam edilmiş olması yadırganamaz.

*

Gülerce'nin Star'daki yazısının başlığı şöyle: "FETÖ iki şekilde dağılır". 

İki şekil (yol) olarak şunları gösteriyor:

Birincisi, Türkiye'nin ABD ile anlaşarak Fethullah'ın defterini dürmesi. 

İkincisi, Fethullah'ın ölmesi.

İkinci seçenek daha iyi gibi görünüyor.

Gülerce’nin ifadesiyle, "Fetullah Gülen'in ölümü, FETÖ'yü darmadağın eder".

Darmadağın eder ama, Gülerce, dikkat buyurulsun, "Fethullah bir şekilde öldürülmelidir" demiyor.

Diyemiyor mu, demek mi işine gelmiyor, bilmiyoruz, fakat yazısından çıkan sonuç şu: Fethullah’ın bir dış müdahale olmadan kendi arzusuyla ölmesini beklemekteyiz.

Ancak, Fethullah'ın ölmeye niyeti yok. "Hastayım, öldüm, bittim" filan diyor ama yaşayıp gidiyor.

Ölmüyor.

Devlet Fethullah konusunda (28 Şubat Süreci yüzünden Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan) merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca'da olduğu gibi şanslı değil.. 

Fethullah trafik kazası filan geçirmiyor.. Adamın bindiği araçlara değil bir TIR, çocuk bisikleti bile çarpmıyor.

Helikoptere binmek gibi bir huyu da yok..

*

Gülerce'nin Türkiye'nin ABD ile anlaşarak Fethullah'ın defterini dürmesi konusundaki aydınlatıcı fikirleri, onun öldürülmesi (mesela CIA-MİT ortak prodüksiyonu durumundaki bir trafik kazasında hayatını yitirmesi) gibi bir teklifi içermiyor.

Sözleri şöyle:

Cumhurbaşkanı Erdoğan, son NATO zirvesinde hem İsveç konusunda hem de ABD ile işlikler konusunda "yeni bir süreci başlatıyoruz" dedi.

Yeni bir süreç, FETÖ elebaşı Gülen'in ve firarî FETÖ'cülerin iadesi ile başlayabilir. ...

Adalet Bakanı Yılmaz Tunç'un önceki gün verdiği bilgiye göre şu ana kadar 112 ülkeden 1271 FETÖ mensubunun iadesi istendi. Amerika Birleşik Devletlerinden 256, Avrupa Birliği üyesi ülkelerden de 483 iade talebimiz var. ...

... sadece Gülen ile birlikte firari 40-50 kişinin Türkiye'ye iadesi bile FETÖ'yü bitirir. Hatta sadece Gülen'in iadesi, bu terör örgütünü hallaç pamuğu gibi atar.

*

Gülerce'nin bu sözlerinin devletin ilgili birimlerinin "analiz"lerini yansıttığı kabul edilirse şu sonuca varmak mümkündür: 

FETÖ'nün (iadesi talep edilen) "önde gelen" adamlarının büyük bölümü Türkiye açısından sorun değil.. Sorun olanlar 40-50 kişi.. 

Diğerlerinin devletimizin istihbarat birimleri ile iltisaklı olanlar ile o iltisaklı kişilerin etkisi altındaki "yönlendirilebilir terörist"ler oldukları düşünülebilir.

*

Latif Erdoğan ise şunları yazmış:

Deşifre olmamak kuralına bağlı olarak verilen içki içme, tesettürü o anlara bağlı kalmak şartıyla yürürlükten kaldırma, fuhuşla içli dışlı görünme gibi ruhsatlar, daha sonra bir tür zorunlu hayat tarzına bürünmüş, kendilerine takiye yapılanları şaşırtacak hatta “bu kadar da olmaz ki” dedirtecek derekelere taşınmıştır. Bu kişilerden hiçbiri, görevlerini bıraktıkları, emekliye ayrıldıkları dönemlerde bile, kötü alışkanlıklarını bırakıp, başa dönmeyi başaramamışlardır. 

Yaşantıda görülen bu kötü yapılanma yavaş yavaş dini inançlara da sirayet etmiş, inanç-yaşantı arsındaki çelişkilerin boğucu atmosferinden kurtulmak adına, çare inançtaki zaafta, bir müddet sonra da inançla bağların koparılmasında bulunmaya çalışılmıştır. Sinek ısırmasından kaçarken kendilerini yılanların, akreplerin ortasında bulan bu sapık güruh, düştükleri batak hali idealleştirmede de gecikmemiş, sonunda haramdan, günahtan, küfür ve isyandan zevk alan, tövbeye, istiğfara yabani bir topluluk oluşturmuşlardır. 

Bu ifadeler önemli..

Ancak, Latif Erdoğan gibi isimler “Karakolda doğruyu söyler, mahkemede şaşar” hesabı, hakkında konuşulan topluluklar, kurumlar ve durumlar değiştiğinde pusulayı şaşırıyorlar.

Yaptığı tespitler, Türkiye’deki hemen hemen her cemaat, grup, sivil toplum örgütü, parti pırtı vs. için değişik derecelerde geçerli.

*

Mesela, Allahu Teala’nın kitaplarına iman, “imanın altı şartı”ndan biri olduğu halde, onlar hakkında “gökten indiği sanılan” şeklindeki cahilce lafı söyleyebilmiş olan Mustafa Kemal adlı şahsın “ilke ve inkılaplarına bağlılık yemini” ederek siyaset sahnesinde arz-ı endam eden “müslüman” zevatı düşünelim.

Bunlar, kendi değerlendirmelerine bakılırsa, bir ruhsattan yararlanıyor ve takiyye yapıyorlar.

Fakat zamanla, çoğunun, Atatürk ilke ve inkılaplarına samimi bir şekilde iman etmeye başladıklarını, mesela bu ilkelerden laikliğin dâî, davetçi ve propagandacısı haline geldiklerini gördük.

Latif Erdoğan gibi konuşmak gerekirse, “Bu kişilerden çoğu, görevlerini bıraktıkları, emekliye ayrıldıkları dönemlerde bile, kötü alışkanlıklarını bırakıp, başa dönmeyi başaramamışlardır”.

Bir daha hiçbir zaman İslamcı/Şeriatçı olamamışlardır.

Amelî şirk zamanla itikadî şirke dönüşmekte, dönüşebilmektedir.

*

Allahu Teala İsrailoğulları için şöyle buyuruyor:

“Bir zamanlar sizi Fir'avun'un ehlinden kurtarmıştık; ki onlar sizi azâbın en kötüsüne ma'ruz bırakıyor, oğullarınızı boğazlıyor, kadınlarınızı ise hayatta bırakıyorlardı. İşte bunda, Rabbinizden büyük bir imtihan vardı.” (Bakara, 2/49)

Böylece, hak dinde sebat hususunda imtihan olunuyorlardı.

Zevk ü safa, bolluk ve nimet içinde “Allah dostu” olmak, Allah sevgisinden, muhabbetullahtan dem vurmak kolay, zorluk ve sıkıntıda “Allah dostu” olmayı sürdürmek ise ancak “sözünde sadık” olanların işi:

Yâr odur ki bun deminde yâr ola,

Şâdlıkta her kim olur yâr ola.

Türkiye’de de Cumhuriyet’in ilk yıllarında benzer bir imtihan yaşandı.. Yahudi’nin şapkasını giymiyor diye insanlar idam edildiler..

Ezan bile yasaklandı.. Kur’an okumayı öğretenler baskıya maruz kaldı.

Ülkede “şirk düzeni” hakim kılındı.

Bunda, Bakara Suresi’ndeki ifadeyle, Rabbimizden "büyük bir imtihan vardı”.

*

Bu imtihanda birçokları kaybettiler.

İslam kahramanı zannedilen birçok “kalıbı yerinde pehlivan”ın müşrik olmaya hazır “güç tapınıcısı” olduğu ortaya çıktı.

 

Balkonlar seyrimize baktı:

Kimimiz ateşleyip yaktı,

Gözler önünde yandı kimimiz!

 

Gücü yeterdi şerri yenmeye:

Benziyordu erkeğe,

Kalıbı yerinde pehlivandı kimimiz!

 

Sanırdık gerçekten cesareti var:

Cepheye gelinceye kadar

Kahramandı kimimiz!

 

O süreçte merhum Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır hoca gibi “sarsılmaz kale”ler, mevcut rejimin “şirk düzeni” olduğunu söylemekten geri kalmadılar.

Bu büyük âlim, Hak Dini Kur'an Dili tefsirinde En’âm Sûresi’nin 136’ncı âyetini açıklarken şöyle diyor:

“… Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amele (fiil, eylem ve davranışa) ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah’ı birleyen bir müminin Allah’tan başka hakem ve Allah’ın hükmünden başka hüküm (yasa, kanun) tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah’tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah’tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah’ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan, Allah’ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve “âkıbetü’d-dâr” (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı (uyması) amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda “Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz” (En’âm, 6/121) buyurulmuştu.”

 *

Evet, “zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar”.

Biz de kalamıyoruz, kalamadık.

Bunu itiraf etmek zorundayız.

Burada imtihanımız devlet kavramı ve kurumu etrafında ortaya çıkıyor.

Küfür ve şirk, devlet canibinden geldiğinde makul ve meşru hale gelmez.

Öyle olsaydı, Firavun’a “bağlılık ve sadakat” (Ki ona bağlılık ve sadakat, başında bulunduğu devlete bağlılık ve sadakat anlamına geliyordu) İsrailoğulları için farz hale gelirdi.

Müslüman, tebası olduğu devletle de imtihan olunabilir: Allahu Teala’yı mı seçecek, yoksa tebası bulunduğu devleti mi put yapıp tapacak?

İstemeden maruz kaldığı amelî şirki itikadî şirk haline getirecek mi, getirmeyecek mi?

*

15 Temmuz’un yıldönümünde gündemde olan bir başka konu, Menzil Cemaati’nin şeyhinin vefatı..

Şeyhin büyük oğlu Seyyid Saki Erol, cenaze namazı öncesinde bir konuşma yapmış ve “Kur’an’a, sünnete, adaba ve devlete bağlıyız” demiş.

Kur’an ve Sünnet’e bağlılık, Veda Hutbesi’nde vurgulandığı gibi, “istikamet” üzere olmanın şartı durumunda.

Adabı da anlayabiliyoruz.

Fakat, bunlara bağlılığa “devlete bağlılığı” eklemenin lüzumu var mı?

Farklı bir bağlamda konuşurken, mesela vatandaşlık meseleleri hakkında kelâm ederken “devlete bağlılık”tan söz edebilirsin, bunda beis yok. Fakat, “Kur’an ve Sünnet’e bağlılık” bağlamında yapılan bir konuşmada araya devleti de katmak, elma ile armutu toplamaktır.

Yanlıştır.

Kur’an ve Sünnet’e bağlılıktan söz edilen yerde devlete bağlılığın esamisi okunmaz. Onun bu bahiste i’rabta mahalli olmaz.

Senin bağlı olduğun devlet, kendi beyanına (Anayasa’sına) göre, laik (siyasal dinsiz) bir devlet.

Kur’an’a, sünnete, adaba ve devlete bağlıyız” dediğin zaman, ““Kur’an’a, sünnete, adaba ve siyasal dinsizliğe bağlıyız” demiş oluyorsun.

Farkında değilsin.

*

Bir kısım tarikatçılarımızın durumu bu.. (Haydar Baş belası gibilerden hiç söz etmeyelim.)

Nurcu toplulukların birçoğunda da benzer arazlar mevcut.

Hatta Muşlu Molla Muhammed (Mehmet) Doğan grubunun bazı açıklamalarında da böylesi tuhaflıklara rastlanabiliyor.

Mesela Türkiye için şunu yazmışlar:

“Burası, Daru’l-İslam’dır. Daru’l-İslâm’da eşhâsın küfrüne ancak mahkeme-i şer’iyyece hükmedilir. Mahkeme-i şer’iyyenin kararı olmadan halkın birbirlerini tekfîr edip bunu karâra bağlamaları câiz değildir.”

(https://www.nurmend.com/yazi/172-devlet-erkanina-acik-mektub)

Molla Muhammed müderristir, hiç şüphesiz ki Mantık okumuştur, fakat bu ifadelerdeki çelişki ve tutarsızlığı anlamak için Mantık ilmini öğrenmiş olmak gerekmiyor, mantıklı bir insan olmak yeterli.

Madem ki burası daru’l-İslam ve şahısların küfrüne Şeriat Mahkemesi tarafından hükmolunuyor, o halde bana Türkiye’deki Şeriat Mahkemesi’ni gösterin!

Sizin ne yazdığınızdan haberiniz var mı?

*

Lafa bakın, “Burası, Daru’l-İslam’dır. Daru’l-İslâm’da eşhâsın küfrüne ancak mahkeme-i şer’iyyece hükmedilir” diyeceğiz ve artık hiç kimse hakkında “Şu adam da şu sözüyle küfre düştü” diyemeyeceğiz, olmayan Şeriat Mahkemesi’nin hükmünü bekleyeceğiz. 

Maşallah Molla Muhammed “küfre düşenler” namına müminûn u müminâtın elini kolunu dilini iyi bağlıyor.

İkincisi, bir adamın küfrüne kâil olmak için Şeriat Mahkemesi’nin hükmü gerekmez, bu konuları bilmek (ilim sahibi olmak) kâfidir. 

Adam karşıma gelecek, “Hz. Muhammed son peygamber değildir, son peygamber merhum İskender Evrenosoğlu efendimiz hazretleriydi” diyecek ve ben onun kâfir olduğunu söyleyemeyeceğim, öyle mi?

Mollalık bu mu?

Üçüncüsü, bir adamın küfre düştüğünün bilinmesi ve söylenmesi değil, İslam devletinde (laik devlette değil) mürtedin (İslam’dan dönenin) cezasının verilmesi (infazı) gündeme geldiğinde Şeriat Mahkemesi’nin kararı devreye girer.

Sen tutup bir vatandaş olarak, “Bu adam dinden döndü, ben de cezasını verdim” dediğinde iftira atmadığını ve yalan söylemediğini nerden bilelim?.. 

Doğru söylüyor olabilirsin, fakat bu yeterli değildir.

Varsa böyle bir olay, onun mahkemede tescili gerekir.

*

Dördüncüsü, yaşadığımız ülke mevcut haliyle daru’l-İslam değildir.

Bu ancak Şafiî mezhebi çerçevesinde (bazı noktalar görmezden gelinerek) söylenebilecek birşeydir, fakat Şafiî mezhebine göre de aslında burası daru’l-İslam değildir.

Meseleyi Prof. Dr. Ahmet Özel, TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Dârülislâm” maddesinde şöyle açıklıyor:

Şâfiîler’e göre dârülislâm daha sonra istilâya uğramış olsa, hatta istilânın üzerinden uzun yıllar da geçse dârülharbe dönüşmez. Dârülislâmın dârülharbe kesinlikle dönüşmeyeceği şeklindeki bu görüş, mülkiyetin hukuken gayri müslimlere geçmeyeceği anlamındadır. Çünkü diğer üç mezhebin aksine Şâfiîler’e göre gayri müslimler istilâ ile müslümanların mal ve mülklerine hukuken sahip olamazlar. Ancak gerek bir İslâm ülkesini istilâ etmesi gerekse Şâfiîler’e göre savaşın sebebinin küfür olması göz önüne alındığında bu devletle savaş halinde bulunulacağı ve ülkenin siyasî ilişkiler açısından dârülharp sayılacağı da açıktır. Nitekim halkının irtidad ederek istilâ ettiği ülke, İmâm Şâfiî’ye göre küfür hükümlerinin uygulanmasıyla dârülharbe dönüşür. Zira malların ve arazilerin mülkiyeti esasen irtidad edenlere ait olup bir el değiştirme söz konusu değildir.

Sırtını devlet "böyük"lerine ve rüşvetle satın aldığı hâkimlere dayamış bir mafya babası gelip senin tarlana ev yapıp çiftlik kurduğunda orası “hukuken” senin olmaya devam etse bile, fiilen senin değildir.

Sen istediğin kadar “İslam’a göre burası benim malım” de, kimin umurunda!

O çiftliğin senin çiftliğin olduğunu söylemen, züğürt tesellisi olmaktan öteye gitmez.

Sen “İslam’a göre burası daru’l-İslamdır” diyorsun, karşındakiler ise “Burası laik (siyasal dinsiz) bir ülkedir” diyor.

Sen diyorsun ki "İslam'a göre (daha doğrusu İmam Şafiî'ye göre) böyle"..

Onlar da diyorlar ki "Devlet laiktir, İslam devlet ve ülke işlerine karışamaz, burası çağdaş bir ülke. Burası laik / siyasal dinsiz dârdır." 

Bu “dâr”da kimin borusu ötüyor?

İslam’ın mı, laikliğin (siyasal dinsizliğin) mi?

İmam Şafiî'nin mi, Atatürk'ün mü?

Devlet görevlileri neye bağlılık yemini ediyorlar, İmam Şafiî'nin mezhebine mi, Atatürk ilke ve inkılaplarına mı?


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...