“HAKİKATİN KÂFİRİ, ŞERRİN EVLİYASI”: ŞER’İN (ŞERİAT’İN) DEĞİL, ŞERRİN (KÖTÜLÜĞÜN)

 


Prof. Mahmut Erol Kılıç’ın TDV İslâm Ansiklopedisi’nin İbnü’l-Arabî, Muhyiddin” maddesinde “Varlık Görüşü” başlığı altında İbn Arabî’den aktardığı zırvalar üzerinde duruyorduk.

Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem’i “günüş”, kendisini ise “altın” kerpiç ilan eden, ayrıca (“peygamberlerin sonuncusu” tabirine nazire olarak) şahsını “hatemü’l-evliya” (velîlerin sonuncusu) diye tanıtan bu şarlatan soytarının “vücudun hakikati”nin bilinemeyeceğini söylemiş olduğunu görmüştük.

Şunu diyor:

“Mutlak vücûdun mahiyeti bilinemez. Hatta O’na mahiyet dahi denilemez [O’na mahiyet atfedilemez, O’nun için mahiyetten söz edilemez]; tıpkı O’na keyfiyet denilemeyeceği ve ispat [sabit görme] açısından zâtî sıfatların bilinemeyeceği gibi. O [yani mutlak vücud] Allah Teâlâ’dır.”

Daha önce aktardığımız gibi, “Dış gerçeklik alanında bir kavram olarak kullanılan mutlak vücûd ile mutlak hakikatin (el-Hak) birbiriyle örtüşmekte” olduğu da iddia ediliyordu.

Şöyle bir ifade de kullanılıyordu:

“… her ne kadar düşüncede, dilde ayrılabilirlerse de mutlak hakikat ile mutlak vücûd ve mevcûd aynında [işin aslında], özünde, hakikatinde birdir.”

Buradan çıkan sonuç, “mutlak hakikat”in (mutlak vücud olmasından dolayı) mahiyetinin ve keyfiyetinin bilinemeyeceğidir.

Göl gör ki, Mahmut Erol Kılıç, bir yığın lüzumsuz zırvayı aktardıktan sonra, başta neyin savunulmuş olduğunu unutarak şunu diyor:

İbnü’l-Arabî, vücûdun hakikati hakkında bilgi sahibi olanları felsefecilerin aksine “vücûdun felsefesini yapan” (feylesof-ı vücûd, ontoloji filozofu) olarak değil bizzat “vücûd sahibi” kişiler olarak tanımlamaktadır. Bu sebeple ona göre vücûd hakkında söylenecek sözü olana vücûdun kendisini açmış olması [onun malı mülkü haline gelmiş olması, sahipliği altında bulunması] şarttır.

*

Utanmadan bir de bu mantıksız ve deli saçması zırvalara “keşf ürünü marifet, irfan” vs. madalyası takıyorlar.

Mutlak vücudun mahiyeti ve keyfiyeti (ne olduğu) bilinemiyor, fakat “hakikati” biliniyor. Ne demekse?

Ayrıca, mutlak vücud ile mutlak hakikat aynı şey olduğu için, vücudun hakikatinden bahsetmek, “hakikatin hakikati”nden bahsetmek haline geliyor.

Ancak, keşf eksenli geri zekâlılık, “hakikatin hakikati”nden söz etmenin “hakikatin hakikatinin hakikati”nden de söz etmeyi gerektireceğini ve böylece sonsuza uzanan bir teselsülün ortaya çıkacağını anlayamıyor.

*

Zırvaların arkası burada kesildi, mantıksızlık kuyusunun dibi nihayet göründü diye düşünüyorsanız yanılıyorsunuz.

Soytarıya göre, vücûdun hakikati (yani “hakikatin hakikati”) hakkında bilgi sahibi olanlar varmış, ve bunlar vücudun felsefesini yapanlar (yani filozoflar veya düşünürler) değil, bizzat “vücud sahibi” olanlarmış.

Hay senin aklına tüküreyim diyeceğiz de, ortada akıl yok ki tükürebilelim.

İmdi, vücudun felsefesini yapanlar diye birileri varsa, onların, İbn Arabî’nin zırvaları çerçevesinde en azından “mukayyed vücud” sahibi kabul edilmeleri gerekiyor.

Fakat İbn Arabî soytarısı onları vücud sahibi kabul etmiyor.. Demek ki burada kastı “mutlak (mukayyed olmayan) vücud”.

Mutlak vücud ise, Allah.

Böylece, vücûdun hakikati (yani “hakikatin hakikati”) hakkında bilgi sahibi olanlar, haşa Allahlaşmış oluyorlar.

*

Ancak, Endülüslü kalpazan Allahlaşmayı “vücudun felsefesi”ni yapan “mukayyed vücud” sahibi bahtsızlardan esirgerken de kendisiyle çelişiyor.

Çünkü, daha önce gördüğümüz gibi, şu görüş savunuluyordu:

“… vücûd birdirÂlemdeki şeyler yani mevcûdat [sonradan var olanlar, alemdeki şeyler] ise bu vücûdun [varlığın] değişik mertebelerdeki tezâhürleri [zahir oluşları, zuhura gelişleri], taayyünleridir [belirlenimleri, belirgin hale gelmeleridir].”

Bu durumda, “vücudun felsefesini yapanları (yani filozofları veya düşünürleri) “vücud”suz, “vücudun hakikati hakkında bilgi sahibi” olanları ise “vücud sahibi” kabul etmek; kendi kendini yalancı çıkarmak, tükürdüğünü yalamak demek olur.

Alemdeki herşeyin “vücud”un tezahür ve taayyünleri olduğunu söylüyorsan, “vücudun felsefesini yapan” vücudsuzlar ve “vücud sahibi olanlar” ayrımı yapamazsın.

*

Görüldüğü gibi, İbn Arabî soytarısının lafları saçmasapan zırvalardan, akıl, mantık ve izandan mahrum deli saçması hezeyanlardan ibaret.

Marifet madeni, irfan deryası kabul edilen adamın laflarının durumu bu.

Neyse ki dilimizde "marifetfuruş irfanperestlerin" bu efsane isminin halini anlatan bir özdeyiş var: En akıllısı Deli Bekir, o da zincirde yatur.


OSMANLI'NIN YETİŞTİRDİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'DAN LAİK (SİYASAL DİNSİZ, SİYASAL KÂFİR) DÜZENİN VE ONUN YEŞİL KEMALİST DİNDARLARININ ÜRETTİĞİ MEHMED AKİF ERSOY'A...

  LAİKLERİN ÇÖZÜMSÜZ DİLEMMASI:  İSLAMCILAR (İSLAMİSTLER) DÖNSÜN İSLAMCILIK KARŞITI (ANTİ-İSLAMİST) VE "LAİK DÜZEN" YANLISI "...