CEMAAT (İSLAM DEVLETİ) VE LAİK DEVLET-Çİ ŞİRK

 



Bir önceki yazıda şöyle demiştik:

“İslam cemaatini fiilen terk küfür olduğu gibi, böyle bir cemaatin (halifenin başkanlığı altındaki ümmet devletinin, İslam birliğinin) tesisine karşı çıkan (İslamcı olmayan) kişi de kâfir olur.”

Evet, İslamcı olmayan (yani, günümüzde İslamcılık olarak adlandırılan “Müslümanların, başında halifenin bulunduğu Şeriat’le yönetilen tek bir devlet çatısı ve bayrağı altında birleşmeleri” idealini benimsemeyen) kişi, kâfirdir.

Evet, kâfirdir.. Bunun lam’ı, cim’i yok!

Boynundaki İslam (Müslümanlık) bağını çıkarıp atmıştır.

“Müslümanım” dese bile..

Hatta, namaz kılıyor, oruç tutuyor olsa bile..

*

Bunu kendi kafamızdan söylüyor değiliz.

Prof. Dr. İbrahim Canan’a ait Hadis Külliyatı Kütüb-i Sitte Tercüme ve Şerhi (İstanbul: Akçağ Y., 2014) adlı eserin “Hilafet ve İmamet” bölümünde yer alan (bir önceki yazıda aktardığımız) şu satırları bir kez daha okuyalım:

Resûlullah (aleyhissalâtu vesselâm) … dedi ki:

"… Ben de size beş şeyi emrediyorum: Allah onları bana emretti. Dinlemek, itaat etmek, cihâd, hicret ve cemaat. Zira, kim cemaatten bir karışçık ayrılırsa boynundaki İslâm bağını çıkarıp atmıştır, geri dönen hariç. Kim de cahiliye davası güderse o cehennem molozlarından biridir!"

Bir adam: "Ey Allah'ın Resulü! O kimse namazını kılar, orucunu tutar idiyse (yine mi cehennemlik)?" diye sordu. Aleyhisselâtu vesselâm:

"Evet, namaz kılsa, oruç tutsa da! Ey Allah'ın kulları! Sizi Müslümanlar, mü'minler diye tesmiye eden [isimlendiren] Allah'ın çağrısı ile çağırın!" buyurdular." [Tirmizî, Emsâl 3, (2867).]

*

Buradaki "Allah'ın çağrısı ile çağırın"dan kasıt, insanların Allahu Teala'nın Kur'an'da çağırdığı şeylere çağırılmasıdır.

Allahu Teala insanları Araplığa, Kürtlüğe, Türklüğe, çağdaş uygarlık düzeyine, milliyetçiliğe (ırkçılığa), laikliğe (siyasal dinsizliğe), devlet büyüklerini putlaştırmaya, onların heykellerini yapıp önünde (puta tapma ritüelini hatırlatır şekilde) saygı duruşunda bulunmaya, öldüklerinde onlar için puthaneyi andıran anıttürbeler yapıp oralarda Allahu Teala'ya bağlılık arzeder gibi bağlılık arzetme seremonileri düzenlemeye çağırmıyor.

Müslümanları şirkten kaçınmaya, kula kulluk arzetme rezalet ve zilletinden kurtulmaya, parçalanıp bölünmeden hep birlikte Allah'ın ipi olan Kur'an'a tabi olmaya çağırıyor. 

*

Müslümanların birlik ve beraberliğini istemeyenler kimlerdir?

Bunu, kâfir ve münafık (müslüman görünen kâfir) istemez.

İmdi, kendi devletiniz, kavminiz (milletiniz, ırkınız) söz konusu olunca birlik ve beraberliği dilinizden düşürmeyeceksiniz, fakat ümmet-i Muhammed'e (s.a.s.) sıra gelince “Birlik ve beraberliğe gerek yok, bölük pörçük olalım” diyeceksiniz..

Bu çifte standardın imansızlıktan (küfürden) başka bir açıklaması olabilir mi?!

Milletçe birlik ve beraberliğimizi korumalıyız, aksi takdirde düşmanlarımız karşısında zayıf kalırız, eziliriz, düşmanlarımıza yem oluruz” diyenlerin Müslümanlar’ın birlik ve beraberliğini istememeleri, onların düşmanları karşısında zayıf kalmalarını temenni etmelerinden kaynaklanmıyorsa, neyden kaynaklanıyor?

*

Siyasal İslam (İslam devleti) meselesine gelelim.

Mesela bir Türk olarak “Türk devletine gerek yok.. Ben Almanya’da işçi olarak çalışırken de Türk’üm, Türklüğümü elimden alan yok ki.. Türk devleti olmasa da olur” diyor musun?

Demiyorsun..

Tam aksine, haklı olarak, “Devletimiz olmazsa Türklüğümüzü koruyamayız, asimile oluruz, kimliğimizi kaybederiz, Türklüğümüz aşağılanır” diyorsun.

Kürtçü de aynı şeyi söylüyor..

“Kürtlüğümüzü koruyabilmemiz, Kürtlüğümüzün aşağılanma sebebi haline getirilmemesi için devletimiz olmalı” diyor.

[Eskiden demiyorlardı, çünkü bir Türk devleti olmakla birlikte İslamîliği Türklüğünün önünde olan, “Şeriat’in/hukukun üstünlüğü” ilkesi çerçevesinde başka etnisiteleri asimile etmek ve aşağılamak gibi bir politika gütmeyen Osmanlı’da böyle bir dertleri yoktu.. Fakat Osmanlı yıkılıp da mesela Irak ve Suriye’de Arap ırkçılarının/milliyetçilerinin yani Baas Partisi’nin tahakkümü altında kaldıklarında işler değişti.

İşin trajikomik tarafı şu ki, Ortadoğu’daki rejimlerin de onların muhaliflerinin de boş beyinlerine ırkçılık/milliyetçilik ziftini aynı odak pompaladı: Batılı yahudi ve hristiyanlar..

Türkiye’den örnek verelim: Atatürk tipik bir batıcı idi, hristiyan-yahudi hayat tarzını (şapkasından dansına, müziğinden ceza kanununa kadar) çağdaş uygarlıkla eşdeğer görüyordu. Atatürkçülük denilen montaj ideolojimsi de şuursuz Batı taklitçiliğinden başka bir şey değil.. Gel gör ki, Türkiye’nin Kürtçüleri de batıcı.. Aslında yok birbirlerinden farkları, fakat adları değişik..

Yahudi ve Hristiyan’ın kurduğu oyun o kadar da girift, karmaşık ve çetrefil değil; sorun, Ortadoğu insanının aptallığı ve şahsiyetsizliğinde.. Küçük hesapların insanı olmasında..]

*

İmdi, sen bugünün (başında halifenin bulunduğu bir küresel İslam Devleti’nin bulunmadığı) dünyasında kendi etnik kimliğini korumak için ırkına ait bir devletinin bulunması gerektiğini düşünüyorsun da, Müslümanlar’ın müslüman kimliklerini korumak için devlet sahibi olmaları gerektiğini neden kabul etmiyorsun?

Bunun nedeni kafasızlık deği.. İmansızlık.. Gerçek neden bu..

Devlet İslam devleti olmadıkça Müslümanlar müslümanlıklarını (imanlarını) koruyamazlar.

Şirkten kurtulamazlar.

İtikadî şirk (putperestlik) ve tağutçuluk alır başını gider.. Allahu Teala’ya (Mesela “Şeriat’e gerek yok, laiklik yani siyasal dinsizlik de olur, hatta daha iyidir” denilerek) resmen şirk koşulur.

(Evet, laikliği savunmak şirktir ve küfürdür. Cumhuriyet ilan edildiği sıralarda Türkiye’de darağaçlarının gölgesinde yaşamak zorunda kalan İslam uleması bunu açık bir biçimde söyleyemediler. Söyleyebilenler, Türkiye dışında yaşayan Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ile Allame Zahidü’l-Kevserî gibi ulema idi.. Mustafa Sabri Efendi Mevkıfu’l-Akl adlı eserinin dördüncü cildinde, Kevserî ise bir makalesinde bunu açıkça ifade etti..)

Şu kesindir, İslam’ın (Şeriat’in) hakim olmadığı bir devletin uyruğu durumunda olan Müslümanlar, şirkten kendilerini koruyamazlar.

Diyelim ki itikadî şirkten (“Laikliği, şuculuğu buculuğu benimsemiyorum, Atatürkçü de değilim, Atatürk’ün yaptıklarından İslam’a aykırı olanlara tamamen karşıyım” diyerek) kendilerini korudular, bu defa da amelî şirk’ten (şirk pratiğinden, şirk uygulamalardan, şirk davranışlardan) paylarına düşeni eksiksiz biçimde alırlar.

*

Asıl tehlike şurada: 

İnsanlar bir süre sonra bu amelî şirki benimsemeye, onu normal (norm’a uygun, İslam açısından mahzursuz, şirkten uzak) birşey olarak görmeye başlamaktalar.

Böylece amelî şirk itikadî şirke dönüşmektedir.

Türkiye’deki çoğu kimsenin durumu bu.. 

Adam şirk çukuruna batmış, fakat kendisini çok iyi müslüman zannediyor. 

Bir taraftan da riyakârca tasavvuftan, irfandan, ahlâktan bahsediyor.

*

Prof. Yusuf Şevki Yavuz, TDV İslâm Ansiklopedisi’nde yer alan “Elmalılı Muhammed Hamdi” maddesinde onun şirkle ilgili ifadelerini şöyle özetliyor:

“Zâtının hakikati akıl tarafından kuşatılamayan Allah’ın birliği kâinat üzerindeki hükümranlığı ile sabittir. Allah’tan başka tapacak gizli veya açık mâbud ve hükmüne uyulacak hakem tanımak şirktir. Her mümin Allah’ın hükmünden başka hükme uyulmayacağına inanmakla yükümlüdür. Bir müslüman bu inancını hayatında uygulayamazsa itikadî açıdan mümin sayılsa da amelî bakımdan şirke düşmekten kurtulamaz (a.g.e., III, 2061). Büyüklerini Allah’ı sever gibi sevmek ve onların ilâhî buyruklara aykırı olan emirlerine uymak suretiyle Allah’a isyan edenler şirke düşerler ki putperestliğin esası da bundan ibarettir (a.g.e., I, 578).”

Evet bunlar, merhum Muhammed Hamdi Yazır Hoca'nın Hak Dini Kur’an Dili adlı tefsirinde dile getirdiği hakikatler.

Aynı şeyi bir başkası söylediğinde hemen Vehhabîlikle, aşırılıkla, tekfircilikle vs. suçlanır.

Gerçek aşırılık ise bu tarz suçlamalardır.

Bu ifadelerden anlaşılabileceği gibi, bir insanın mümin (iman etmiş) olması için “Allah’ın hükmünden (Şeriat’ten) başka hükme uyulmayacağına inanması” gerekmektedir.

Evet, inanması..

Böylece merhum Elmalılı Hocaefendi, laikliği benimsemenin küfür olduğunu, imanla bağdaşmadığını, laiklik (siyasal dinsizlik) tabirini kullanmadan ifade etmiş olmaktadır.

Ne zaman?

Atatürk’ün sözünün kanun olduğu, onun “devrim”lerine karşı çıkmaya cüret edenlerin ya darağacında sallandırıldığı, ya zindana atıldığı, ya ülkeyi terk etmek zorunda bırakıldığı, ya da Kâzım Karabekir gibi yoksulluk ve yalnızlığa mahkum edildiği, ajan takibi altında bırakıldığı bir zamanda..

*

Demek ki, (Elmalılı Hoca’nın ifadesiyle) “Büyüklerini (mesela büyük devlet büyüklerini, Şeriat'e sırt çevirip laik düzenci hale gelen şeyhtan taifesini) Allah’ı sever gibi sevmek ve onların ilâhî buyruklara aykırı olan emirlerine uymak suretiyle Allah’a isyan edenler şirke düşerler”miş.

Merhum bunları darağaçlarının gölgesi altında yazdı..

Günümüzde ise ilahiyatçı bilinen cübbeli cübbesiz, kravatlı kravatsız, prof. unvanlı unvansız soytarılar taifesi "derin" kuytulardaki kasetlerinin gölgesinde ve örtülü kanallardan ellerine geçen dünyalıkların serinliğinde pişmiş kelle gibi sırıtarak, kendilerinden memnun havalarda gerdan kırarak, sululuklar yaparak düzenbaz dindarlık, irfan ve ahlâk pazarlıyorlar.

*

Evet, merhum Elmalılı Hocaefendi, En’am Suresi’nin 136’ncı ayetini tefsir ederken şunları söylüyor:

“Burada iman ile şirki, önce biri inanca, biri amele ait olmak üzere iki açıdan düşünmelidir. Önce inanç açısından Allah'ı birleyen bir müminin Allah'tan başka hakem ve Allah'ın hükmünden başka hüküm tanımadığı için, bütün iş ve hareketlerinde yalnız o ölçüden hareket etmesi ve bundan dolayı kâr ve kazancında Allah'tan başkasının hükmü adına bir kazanç sevdasında bulunmayacağı gibi, Allah'tan başkasının hükmü adına bir masraf da yapmaması ve ne harcarsa yalnız hak ve adaletli olan Allah'ın hükmü adına ve yalnız ilâhî kanuna uygun bir harcama seçmesi gerekir. Ve böyle olan harcamaların da hepsi sonuç itibariyle hayırlı ve faydalı olur. İnanç bakımından böyle olan, Allah'ı birleyen bir mümin bu iman ve inancını amel açısından da böyle tatbik edebilirse, inanç ve amel bakımından tam mümin, kâmil bir müslüman olur. Ve "âkıbetü'd-dâr" (dünya yurdunun sonu) onun, o inanç ve amelde bulunanların olur. Bu inancını amellerinde tatbik etmezse, o zaman da inanç bakımından mümin olmakla beraber, amel bakımından bir müşrik durumunda bulunur ve fasık olur. Ve bundan dolayıdır ki, zorunlu da olsa müşriklerin uyruğu altında kalıp hükümlerine ve amellerine uyup ve iştirak etmek mecburiyetinde bulunanlar inanç veya amelle ilgili şirke sürüklenmekten uzak kalamazlar. Kalb ve inanç itibariyle karşı olmakla beraber, amel bakımından muvafakatı amelî şirki, kalben rıza göstermek ise itikâdî şirki gerektireceğinden yukarda "Eğer onlara itaat ederseniz muhakkak müşrik olursunuz" (En'âm, 6/121) buyurulmuştu.”

Böyledir.

Mesela bugün yurtdışındaki Fethullahçıların İslamcılık, Siyasal İslam (Şeriatçılık) ve laiklik gibi konularda yazıp çizdiklerine bakıldığında neredeyse hepsinin şirk içinde debelenmekte oldukları görülüyor.

İçlerinde bir tane bile mümince konuşup yazan yok, varsa da ben rastlayamadım.

Ancak, Fethullahçılardaki yamukluk, şimdi küfür (yahudi-hristiyan) cephesinin bağ ve bahçelerinde koşuşturuyor olmalarından kaynaklanıyor değil..

Daha dün anne vatanlarının kucağında yaşarken de kafa ve gönülleri yine bozuktu..

*

Eski (itikadî ya da amelî) şirkleri devlet-çiliklerinden kaynaklanıyordu. (Fethullah’ın “Devlet-i Ebed Müddet” başlıklı bir şiiri var.)

Çünkü devletin laikliğini (siyasal dinsizliğini) sorun etmiyorlardı, sorun ettikleri şey Siyasal İslam’dı, İslamcılık’tı, Şeriatçılık’tı..

Demokrasi ve laikliği benimsemişlerdi..

İslam’ın “mutlak bir demokrasi”ye izin vermemesinden dolayı Siyasal İslam’a karşıydılar.. “Siyasal”sız uyduruk bir İslam istiyorlardı.. "Hinler arası diyalog" da bunu gerektiriyordu.

Laiklerin (laikçilerin) bile “mutlak bir demokrasi”yi kabul etmediklerini, “laiklikle kayıtlı ve şartlı demokrasi”yi savunduklarını, mesela halkın Şeriat’le yönetilme taleplerinin demokratik yollarla gerçekleşmesini onaylamadıklarını görmezden geliyorlardı.

*

Bu laikçilere göre, Şeriat’in demokratik süreçlerin bir sonucu olarak hâkim hale gelmesi, demokrasinin (“demokrasinin istismarı" suretiyle) ortadan kaldırılması demekti.

Dolayısıyla demokrasi mutlak bir demokrasi olmamalı, (Türkiye’deki gibi) “halka Şeriat talebinde bulunmayı yasaklayan (kayıtlı ve şartlı) bir demokrasi” olmalıydı. (Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindi, milletin İslamî taleplerde bulunmaması kaydı ve şartıyla.. Burası, akıl ve mantığın bittiği yer.)

Aynı şeyi Müslümanlar yaptığında, halka “Şeriat’e aykırı taleplerde bulunmayı yasaklayan bir demokrasi”yi hayata geçirdiklerinde, bu, demokrasinin yok edilmiş olması anlamına geliyordu.

Ve Siyasal İslam karşıtı Fethullahçı akılsızlar, son tahlilde tercihlerini “mutlak bir demokrasi”den bile değil, “laiklikle kayıtlı demokrasi”den yana yapıyorlar, bunu da, İslamcı olmadıklarını (Siyasal İslam karşıtı olduklarını) söyleyerek dile getiriyorlardı.

*

Bu ahmak topluluk İslamcı (Şeriatçı) olmayı geçtik, “mutlak bir demokrasi”yi bile savunmuyor, küfür cephesinin Türkiye’de ebediyen hakim olmasını istedikleri “laiklikle (siyasal dinsizlikle) kayıtlı bir sözde demokrasi”yi savunuyorlardı.

Böylece şirke düşüyorlardı..

Yani son tahlilde Allahu Teala’dan (Şeriat’in hakimiyetinden) yana değildiler, halktan ("laikleşmiş ya da laik taleplerde bulunmak zorunda bırakılan" halkın heva ve hevesinin hakimiyetinden) yana idiler.

Allahu Teala da bu Fethullahçıları halkın (yani demokrasinin) insafına terk etti..

Şimdi laik demokrasinin faziletlerini tepe tepe yaşıyorlar.. (Fakat bir taraftan da sanki Türkiye'de anayasa değiştirilip Şeriat ilan edilmiş gibi Siyasal İslam'a ve İslamcılığa küfrediyorlar.)

Halkın çoğunluğu onlara destek veren bir siyasal duruş sergilemiyor.. Put yaptıkları yerli-milli laik demokrasi onların aleyhine işliyor.

Ektiklerini biçiyorlar..

*

Fethullahçı olmamakla birlikte onların eski devlet-çi çizgisini benimseyen yerli-milliler bundan ibret almalı, devlet-çilik şirkini bırakıp İslamcı (Şeriatçı) olmalıdırlar.

Laikliği (siyasal dinsizliği) ve Atatürkçülüğü reddettiklerini açıklamalıdırlar.

Has halis mümin olmak, şirkten uzak kalmak gibi bir dertleri varsa bunu yapmak zorundadırlar.

Aksi takdirde, Fethullahçılar gibi dünyada peşin biçimde olmasa bile ahirette mutlaka cezalandırılacaklarını unutmamalılar.

Dahası, dünyada da ceza gelebilir..

Ve nereden nasıl geleceğini Allahu Teala’dan başka kimse bilemez.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...