TARİHSELCİLİK VE AKILSIZ AKILCILIK

 



Allame Eşref Ali Tehanevî, el-İntibâhâtü'l-Müfîde ani'l-İştibâhâti'l-Cedîde adıyla yayınlanmış olan konferansında, dinî meselelerde aklî delil getirilirken düşülen hatalara özlü bir biçimde değinmiş bulunuyor.

Şöyle diyor:

“Onlardan (o hatalardan) birisi aklî delîlin mutlak olarak [her durumda; kayıt ve şart getirmeden] naklî delîle (ayet ve hadîse) üstün tutulmasıdır.”

Aklî ve naklî (Kitap ve Sünnet’ten getirilen delil) ya kat’î/kesin ya da zannî/muhtemel olur.

Bu kat’îlik ve zannîlik de ya sübutta (sabit oluş, mevcut oluş, var oluşta) ya da delalette (anlamda) olur.

Mesela Kur’an ayetleri sübut bakımından kat’îdir. Çünkü bize, tevatürle (yalan üzerinde birleşmesi mümkün olmayan çok sayıda ravînin rivayetiyle) gelmiştir.

Bazen de rivayet sübut bakımından kat’î olmaz, o zaman “sahih” değil “zayıf” olduğunu söyleriz. Bu ancak hadîslerde (Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in sözlerinde) mevzubahis olur.

Mesela hadîsi rivayet eden kişi güvenilir değilse (hafıza zayıflığı yüzünden olayları ve sözleri karıştırıp yanlış hatırlayabiliyorsa, yahut yalan söyleyebiliyorsa), hadîs, sübut bakımından kat’î olmaz, “Böyle bir hadîs kesin olarak vardır” diyemeyiz. (Mesela Mustafa Kemal Atatürk’ün strateji ya da taktik gereği takiyye yapabildiği, muhaliflerini şaşırtmak için yalan söyleyebildiği, olduğundan farklı görünebildiği bilindiği için, onun mesela Padişah Vahideddin’le olan özel görüşmesine ilişkin olarak söylediği sözler, “sübut” bakımından kat’î kabul edilemezler. Usûl-ü hadîs ilmi açısından onun rivayetleri “sahih” kategorisine hiçbir zaman girmez, Böylesi sözleri ancak Tarih gibi azgelişmiş ve dört başı mamur yerleşik bir usûlü bulunmayan bir bilim dalı kesin delil kabul eder.)

*

Kat’îlik (kesinlik) ve zannîlik ikinci olarak delalette söz konusu olur.

Mesela yolda burnu sargılı bir genç kız ya da delikanlı gördüğümüzü düşünelim. Bu sargılı olma durumu bir estetik ameliyattan da kaynaklanıyor olabilir, bir kavga sonucu burnun kırılmasından da, yahut bir kaza geçirip düşmeden de.. İşte burada delalette zannîlik söz konusudur.

İçtihadî ihtilaflar genelde delaletteki zannîlikten kaynaklanır.. Mesela örneğimizde birisi der ki “Son zamanlarda estetik ameliyat moda oldu, bu olsa olsa bir estetik ameliyatın sonucudur”, diğeri de “Bu kasabada estetik ameliyat yapan çıkmaz, bu olsa olsa bir kazadan kaynaklanıyor” diye düşünür, öbürü de “Buranın halkı çok kavgacı, her gün karakolluk, mahkemelik oluyorlar, bu çok büyük ihtimalle bir kavganın sonucu” diyerek kendince “içtihat”ta buhunur.

*

Bu noktada, merhum Tehanevî'nin dikkat çektiği üzere, aklî ve naklî delillerin kat’î/kesin veya zannî/muhtemel oluşu bakımından birkaç ihtimal var..

Birincisi, kesin aklî delil ile kesin naklî delilin (hem sübutu/varlığı hem de delaleti/anlamı kesin/kat’i naklî delilin) çelişmesidir ki, bu, mümkün değildir.

İkincisi, kesin aklî delil ile (sübutu ve/veya anlamı bakımından) zannî naklî delilin çelişmesidir. Bu durumda zannî naklî delil tevil edilmektedir.

Üçüncüsü, zannî aklî delil ile (ister kesin ister zannî olsun) naklî delilin çelişmesidir. Bu durumda zannî aklî delile itibar edilmez, naklî delil kabul edilir.

*

Merhum Tehanevî’nin aklî delilin kullanımı konusunda dikkat çektiği ikinci hata, tahmin ve teorilerin aklî delîl zannedilmesidir. 

Mesela bilimsel teoriler, adı üstünde bilimsel teoridir, yani kesin aklî delil niteliği taşımazlar, gözlem (müşahede) ve tecrübeye (deneye) dayanan tahmin ve zan durumundadırlar.

Bir başka hata, fıkhî meseleleri ve şer’î hükümleri akılla isbât etme (varlığını akla, aklın onayına dayandırma) teşebbüsüdür,

Bir diğer hata, aklî delile benzerlik gösteren durumların aklî delîl gibi kabul edilmesidir. Öyle ki, “gözlem ve deney”e (beş duyunun algılarına) dayanan deliller, aklî delil zannedilmektedir.

Mesela, ölümden sonra dirilme, aklen (akıl açısından) mümkün kategorisine girer; yani akıl açısından ne vaciptir/zorunludur, ne de imkânsız/muhal.

Bu, akıl açısından mümkün olmasa, bazı insanların “Belki gelecekte bilim ilerler de yeniden canlanırız” diyerek cesetlerinin dondurulmasını istemeleri delilik kabul edilirdi.

İşte böyle bir meselede peygamberlere “Biz ölülerin dirildiğini görmüyoruz, bizim için ölüleri diriltin ki bu iddianıza inanalım” demek, aklî delilin gerçekte aklî delil olmayan, hissî (duyusal) delil olan benzerini istemek olmaktadır.

Halbuki, bir peygamberin (mesela Hz. İsa a.s.’ın yaptığı gibi) ölüleri diriltmesi, bu konudaki aklî delilin durumunu (yeniden dirilmenin aklen mümkün oluşunu) değiştirmez. Ölümden sonra dirilme akıl açısından yine mümkün olarak kalır. Vacip/zorunlu olmaz. 

Yani Hz. İsa a.s. ölüyü diriltti diye ölümden sonra bir ahiret hayatının var olması ve ölülerin diriltilmesi “aklen” vacip/zorunlu hale gelmez.

Ancak, o mucizeye şahit olan ve onu mütevatir haber olarak işiten insanlar, ölümden sonra dirilmenin mümkün olduğunu gözlem ve tecrübe ile de anlamış olurlar. Aklı iyi kullanan kişiler açısından aslında burada değişen birşey yoktur. Şahit olunan olay sadece Hz. İsa a.s.’ın mucize gösteren (başkalarının yapmaktan aciz kaldığı şeyleri yapabilen) bir peygamber olduğunu gösterir. Buradan hareketle Hz. İsa’nın haber verdiği gibi bir ahiret hayatının var olduğuna inanmak gerekir, fakat salt/saf/mahza akıl açısından ölümden sonra dirilişin hükmü değişmez: O, akıl açısından ne zorunludur/vaciptir ne de muhal/imkânsızdır. Mümkündür.

*

Merhum Tehanevî’nin dikkat çektiği (bir öncekiyle bağlantılı) bir başka hata, ortada (gözlem ve tecrübeye, yani hissî/duyusal/algısal delile ihtiyaç bırakmayan) kesin aklî delil bulunduğu halde duyusal delil istenmesidir. 

Bu hususta en büyük örnek, Allahu Teala’nın varlığını kabul etmek için bazılarının O’nu görmeyi istemeleridir.

Halbuki Allahu Teala’nın varlığı ve birliği beş duyuya (görme, duyma, dokunmaya vs.) dayalı gözlem/müşahede ile değil, ancak akılla bilinebilir.

Çünkü mesela görme, ışığın bir cisme çarpıp gözümüze yansımasıyla gerçekleşir, Allahu Teala ise yarattıklarının bir parçası veya onların içine sığıp yerleşen bir “şey” değildir ki, O'na Güneş ışığı vurup da görülsün.

Allahu Teala’nın varlığı ve birliği, İmam Matüridî’nin Kitabü’t-Tevhîd‘inde, ve diğer kelâm âlimlerinin eserlerinde büyük bir vukufla ayrıntılı biçimde açıkladıkları gibi, aklen zorunludur/vaciptir, yani Allahu Teala vacibü’l-vücuttur, varlığı aklen vacip/zorunlu olandır.

Allahu Teala’nın varlığını ve birliğini kabul/itiraf için O’nu görmeyi istemek veya beklemek ise, kendi duyusal algılarını temel ölçü/ölçüt/kıstas haline getirme cehaleti ve akılsızlığıdır.

Mesela, bütün insanlar sadece dört duyuya sahip olsalardı, görme diye birşey olmasaydı, yıldızların varlığı gözlemle de, akılla da bilinemezdi, ancak (sadık, mucizeyle teyit edilmiş) peygamberlerin haberiyle bilinebilirdi. Akıl bunun mümkün olduğunu söylerdi, fakat fiilen var olduğunu söyleyemezdi. Gözlem ve deney de, görme duyusunun yokluğu nedeniyle bunu isbat edemezdi (varlığını gösteremezdi).

Ancak, yıldızların varlığı böylesi bir durumda akıl açısından (görmeyen için de) mümkün kategorisine girerken, Allahu Teala’nın varlığı akıl açısından her halükârda zorunludur. (Konuyu dağıtmamak için burada detayına girmiyoruz.)

Peygamberler esas itibariyle Allahu Teala’nın varlığını haber vermek için değil, salt akılla bilinemeyecek hususları (insanları sorumlu tuttuğunu, öylesine başıboş yaşasınlar diye yaratmadığını, ibadet yükümlülüğü getirdiğini ve bir ahiret hayatının mevcut bulunduğunu) bildirmek için gönderilirler.

*

Merhum Tehanevî'nin dikkat çektiği bir diğer hata, (yine önceki hatalarla bağlantılı olarak) olması aklen zaten mümkün olan işlerde ayrıca aklî delîl istenmesidir.

Olması aklen mümkün olan şey için ayrıca aklî delil istemek, aklî delilin ne olduğunu bilmemekten kaynaklanan bir anlayış eksikliği ve cehalettir.

Bir başka hata, birşeyin varlığını veya gerçekleşmesini hayatın olağan akışı bakımından akla uzak bulmayı, akıl bakımından muhâl oluşa yani imkânsızlığa delîl saymaktır.

Mesela Dünya’da kanatlı kaplanın varlığı akla uzaktır, fakat böyle bir canlının varlığı akıl bakımından imkânsız değildir; nitekim evrimciler zaman içinde evrimle böylesi canlılar oluşmasını akla aykırı bulmazlar, aynı şekilde bilimi önemseyenler de genetik biliminin vs. gelişmesi ile bu tür canlılar meydana getirilebilmesini aklen imkânsız kabul etmezler. 

Fiilen var olmamak başka birşey, aklen imkânsız olmak başka birşeydir.

*

Bir diğer hata ise, yukarıdaki hataya benzer şekilde, doğa yasası diye adlandırılan düzenlilikler (âdet) ile aklı birleştirmektir.

Âdeten imkânsız görünen şey, aklî imkânsızlık dairesi içine girmez. Mesela ateşin Hz. İbrahim’i yakmaması âdete aykırıdır, akla değil.

Akıl açısından ateşin yakması mümkündür, ne zorunlu ne de imkânsız. Yaktığı zaman, o “mümkün” olan, fiilen gerçekleşmiş olur. Fakat akıl açısından onun hükmü yine “mümkünlük” olarak kalır. Zorunluluk katına çıkmaz.

Eğer burada aklî zorunluluk söz konusu olsaydı, Hz. İbrahim a.s.’ı ateşin yakmaması muhal olurdu. Ateşin yakması âdeten zorunludur, aklen değil.

Mucizeler çerçevesinde aklen imkânsız olan şeyler değil, âdeten imkânsız olan şeyler gerçekleşir. Mesela bir sopanın yılana dönüşmesi âdeten imkânsızdır, aklen değildir. O, aklen mümkündür.

*

İşte bu noktada tarihselcilerin akılsızlığı devreye girmektedir.

Aklen imkânsız ile âdeten imkânsızı birbirine karıştırdıkları için mucizeleri tevil etmeye kalkışıyorlar ve peygamber kıssalarını günümüz roman ve hikâyeleri gibi (ibret olsun diye) uydurulmuş şeyler gibi göstermeye çalışıyorlar.

Yani aklın hududunu, beş duyu ile muttali oldukları âdet (doğa yasası adını verdikleri düzenlilik) çerçevesinde belirliyorlar. 

Fakat burada (kendi duyusal algılarını baz ya da kıstas alarak) sınırlandırdıkları şey, sadece aklın hududu değil, aynı zamanda Allahu Teala'nın güç ve kudretini de sınırlandırıyorlar.

Allahu Teala, yarattığı âdet'in hâkimi değil, mahkûmu haline geliyor.

Bunun anlamı, âdet'in aklen mümkün bir durum olmaktan çıkıp vacip/zorunlu hale gelmesi demektir.

Mahlukattaki âdet'i (düzenliliği) vacip/zorunlu kabul etmenin bir sonucu olarak, Allahu Teala'nın onu gücü ve kudretiyle değiştirmesini muhal/imkânsız görmeye başlıyorlar. 

Buna bağlı olarak da mucizeleri inkâr ediyorlar.

Ancak, bu inkârlarını doğrudan lafza (metnin kendisine) yöneltmiyor, yorum düzeyinde ifade ediyorlar. Yani "Bunlar ibret olsun diye anlatılmış mecazî kıssalardır" türünden şeyler söylüyorlar.

*

Yahudi ve Hristiyanlar’ın buna ihtiyaçları var, çünkü onların rivayetlerinde (gerçekte yaşanmamış) birtakım uydurmalar mevcut ve bunlar ortaya çıkmış durumda.. O uydurmaların onurunu kurtarmak için geçmişteki gerçek mucizeleri de onlara katıyor, hepsine birden “uydurulmuş ibret verici kıssalar” muamelesi yapıyorlar.

Yerli-milli laik tarihselci ilahiyatçılar da, onları taklit etmek suretiyle “Batı standartlarında ilahiyatçı” olmayı başardıklarını düşünüyorlar.

Aslında başardıkları tek şey, taklitçilikte maymunları geçmeleri, ve onların yapamadığı birşeyi yaparak taklitçiliği davranışla sınırlı tutmayıp zihniyet alanına taşımalarından ibaret.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...