“7
Ekim 2023 sabahı MİT’in bir salonunda yaşanan olay”.
Hürriyet’in efsanevî (efsane kabilinden) eski genel yayın yönetmeni
Ertuğrul Özkök’ün Odatv.com’da yayınlanan yazısının başlığı
böyle.
“Şimdi size, epeydir
bildiğim ama bugüne kadar yazmadığı(m) bir olayı anlatacağım” diyor.
Okuyalım:
7 Ekim
2023 sabahı İstanbul’daki MİT binası.
Binada HAMAS’ın sivil kanadından bir grup var.
Türk istihbarat yetkilileri ile görüşüyorlar.
O sırada haber geliyor…
HAMAS’ın askeri kanadı o gece İsrail içinde büyük ve şok bir operasyon yapmış.
Henüz kaç kişi ölmüş belli değil. (…)
MİT
salonunda önce bir sessizlik oluyor.
Sonra HAMAS yetkilileri “Allahuekber” deyip sevinç çığlıkları atmaya
başlıyor.
MİT Yetkilileri bu sahneyi sessizce izliyor.
Sonra üst düzey bir yetkili ağır ağır konuşmaya başlıyor.
“Çok büyük bir eylem yapmışsınız. Gerçekten beklenmeyecek kadar büyük bir
eylem. Ama bu eylemin ikinci adımı ne olacak? Hiç düşündünüz mü”
HAMAS yetkililerinde ses yok…
(https://www.odatv.com/guncel/7-ekim-2023-sabahi-mitin-bir-salonunda-yasanan-olay-120082324)
Burada bir ara verelim..
MİT binasında yaşananları
sen nereden ve nasıl biliyorsun?
MİT personeli misin?.. Ajan
mısın?
Değilsen, orada olanları sana kim haber veriyor?
CIA, MOSSAD vs. MİT’e sızmış da
onlar mı haber veriyor?
HAMAS’çılar seninle lüks
restoranlarda pahalı yemekler yiyip şampanya yudumlamayacaklarına göre, sen MİT’te
konuşulanları nasıl ve nereden biliyorsun?
MİT’çiler, MİT’in sırlarını
vs. sana anlatıyorlar, seni bilgilendiriyorlarsa, bunu hangi vasfına borçlusun?
Ve MİT’çiler, böyle birşeyi
Ertuğrul Özkök gibi bir adama neden anlatıyor, görüştükleri misafirlerinin
sırlarını neden rastgelene veriyor, böylece onları bir nevi “satıyorlar”?
*
Her neyse… Biz, Ertuğrul
Özkök’ün laflarına dönelim.. Sözlerini şöyle sürdürüyor:
Bunun
üzerine MİT yetkilisi devam ediyor:
"İsrail’e karşı durumu 1-0 yaptınız. Ama planladığınız ikinci bir golünüz,
adımınız var mı?”
HAMAS heyeti yine suskun.
MİT Yetkilisi devam ediyor:
“Şimdi siz durumu 1-0 yaptınız. Ama biliniz ki İsrail durumu 1-1 yapmayacak.
2-1 de yapmayacak, 3-1, 4-1 de yapmayacak. Netanyahu’yu ve İsrail’i biliyoruz.
Onlar durumu 10-1, hatta 12-1 yapacak. Buna karşı ikinci bir hamleniz, planınız
var mı?”
MİT
Yetkilileri o gün iki şeyi anlıyor,
HAMAS’ın sivil kanadı askeri kanadının bu saldırısından haberdar değil.
Ve bu saldırıdan sonra ikinci adımın ne olacağını da bilmiyorlar ve hiç
düşünmemişler.
Aradan geçen süre gösterecek ki HAMAS’ın askeri kanadı da ikinci adımın ne
olacağını bilmiyormuş.
Bunlar, MİT yetkilisinin hüsn-ü kuruntusu.. Kuruntusunun güzelliği..
Burada iki ihtimal var..
Birincisi, MİT’çinin, HAMAS’çıların her sırlarını bir Amerikan
müttefikine vermeyeceklerini hesap edememiş olması.
İkinci ihtimal ise, HAMAS’çıların, bir Amerikan müttefikine her
sırlarını söyleyecek kadar saf ve basiretsiz olması..
Burada MİT’çinin yaptığı şey, resmen moral bozma, HAMAS’çıların
maneviyatını çökertme..
*
Olaya böyle bakarsanız hiçbir vatan savunmasına onay vermemeniz
gerekir.
Aynı şey Taliban’a da söyleniyordu.
Kafkasya’da şehid Gazi Muhammed’in Çarlık Rusyası 'dev'ine karşı başlatıp
Şeyh Şamil’in sürdürdüğü cihadın durumu da aynıydı.
Yahudi, Filistinli'nin evini, bahçesini, toprağını resmen gasp ediyor; Kafkasya'da, Afganistan'da böyle birşey yoktu.
İslam’ın ilk yıllarında da âtî, zahiren hiçbir zaman parlak görünmüyordu.. Bedir zaferini de Uhud ve Hendek gibi
iki zorlu ve sıkıntılı savaş takip etti.
İstiklal Harbi yıllarını düşünelim.. Bu kafaya göre, Maraş’ın, Urfa’nın,
Antep’in kendisini Fransız’a karşı savunmaması gerekirdi.. Hepi topu fakir ve savaş yorgunu bir
şehirden ibaretsin ve Fransa gibi Birinci Dünya Savaşı’nın galibi bir 'dev'le savaşıyorsun..
"Çağdaş ve uygar" Fransa'nın "yerleşimci"leri gelip senin evini, tarlanı, bahçeni işgal ediyor da değil.. En fazla, 28 Şubatçılar gibi başörtüsü alerjisi sergiliyorlar.
Buna rağmen köyden farksız bir şehirimsi olmana bakmıyor bir 'dev'e karşı silaha sarılıyorsun, ve ikinci adım için hiçbir fikrin yok..
Daha doğrusu
fikrin şu: Ya istiklal, ya ölüm!
"Allahu ekber, Allah en büyüktür" diyorsun.
HAMAS'çıların MİT salonunda dedikleri gibi.
Böyle bir zihniyete sahip olmadığını düşünelim.. Önce İngiliz’le gizlice anlaşır, onun desteğiyle bir sözde istiklal (bağımsızlık) savaşı
yaparsın.. Tiyatro gösterisi sergilersin.. Sonra da her yıl tantanayla zaferini kutlarsın.
Allah'ı unutup İngiliz "muasır medeniyeti"nin büyüklüğünün amigo tezahüratçısı olursun..
*
HAMAS'çıların sessizliğine ve şaşkınlığına gelince..
Burada da iki ihtimal var:
Birincisi, MİT'çiyi "güvenilir abi" kabul edip "dersini bilmeyen herkesten şişman çocuk" moduna girecek kadar "direniş ve liderlik ruhu"ndan yoksun olmaları.
İkinci ihtimal ise, MİT'çinin akıl yürütüşü ve tavrı karşısında hayal kırıklığı yaşamış ve "Bizim trajedimize, dramımıza, çilemize ve ıstırabımıza bu kadar yabancı bir adama ne desen boş, buna verilecek cevap ancak sükut olabilir" diye düşünmüş olmaları.
(Aslında bunları yazması gereken kişi ben değilim, Yeni Şafak'ın İsmail Kılıçarslan gibi "yandaş" kalemleri.. Bu İsmail istiyorsa mesela "MİT, Amerika da, İsrail de (haşa) Allah’tan büyüktür diyor" başlıklı bir yazı kaleme alıp MİTçilere ağzına geleni söyleyebilir.
Fakat o bunu yapmaz, gariban sıradan vatandaşa sövüp sayar.)
*
Geçelim..
Özkök sözlerini şöyle sürdürüyor:
O gün MİT
en yüksek yetkilisinin ağzından HAMAS’ın siyasi kadrosu yöneticilerine şu
mesajı veriyor:
“İran’a fazla güvenip hareket etmeyin…”
O gün 7 Ekim 2023 günüdür. (…)
Türkiye daha o gün HAMAS’ı sağduyuya çağıran mesajını vermişti.
Ayrıca yine o ilk günlerde, devletin en yükseklerinden, bunu dünyaya
duyurulmuştu.
Ancak Netanyahu’nun vahşi saldırısı başlayınca Türkiye de haklı olarak
İsrail’in karşısına geçmişti…
Evet, İran’a fazla
güvenilmemesi tavsiyesinde bulunan MİT’çi o gün, lisan-ı hal ile “Türkiye’ye
hiç güvenmeyin” mesajını vermiş. (Gerçi "lisan" da öyle bir durumda daha fazlasını söyleyemez.. Ne yapacaktı, çocuk gibi azarlayacak mıydı?!)
Netanyahu’nun vahşi saldırısı
başlayınca (Sanki daha öncesi vahşi değil) Türkiye’nin İsrail’in karşısına geçmesine gelince..
Özkök'e göre, "başta" karşsında değilmiş.
Sonradan iş değişmiş..
Eh, birazcık (Özkök gibilerin de "sağduyulu" bulacağı kadar) sesini
çıkartması gerekiyordu tabiî..
Aksi takdirde İslam dünyasındaki, hatta tüm dünyadaki itibarı yerle yeksan olacaktı..
İran’la olan rekabetinde de
mevzi kaybedecekti.
Güney Afrika kadar bile
olamadığı söylenecekti.
"Sağduyu", zevahiri kurtarmak gerektiğini söylüyordu..
Böylece, Netanyahu’ya bol bol küfredildi.. Fakat İsrail’le diplomatik ilişkiler kesilmediği gibi, ticaret konusu da karmaşık bir muamma olarak kaldı.
*
Aynı MİT, başka yazılarda
delilleriyle aktardığımız gibi, 28 Şubat’ta yangına körükle gitti.. "Sağduyu"nun
ocağına incir ağacı dikti.
[Sağduyu deyince aklıma sadece bir yıl yaşayabilen Sağduyu gazetesi geldi..
O 28 Şubatlı günlerde Sağduyu gazetesinin yazı işleri müdürü ve köşe yazarıydım.
Gazete kapandı..
İşsiz, beş parasız ortada kaldım..
2000 yılında bile Prof. Esad Coşan Hoca’nın
Almanya’da cemaat mensuplarına “Seyfi Say’ı yurtdışına çıkarabilir
misiniz?.. Ben bu çocuğun canından endişe ediyorum.. Her yerde MİT bunun
karşısına çıkıyor” demiş olduğunu ancak 16 yıl sonra biri bana söyleyecek,
sözde eski dostlar tarafından terk edilip yalnız bırakılmış olmamın
nedenlerinden birinin de insanların MİT’in radarına girmek istememeleri
olduğunu çok geç anlayacaktım.
Söz buraya gelmişken,
gazeteci Mustafa Kaplan’ın Facebook hesabından 19 Ocak
2022 ve 20 Ocak 2025 tarihlerinde paylaştığı bir yazıyı da aktarmak yerinde
olur:
Mahir Usta [Bünyamin Ateş]
19 Ocak 2021 ·
SAİD NURSÎ, HİZMETKÂRLARININ
GÖZÜ ÖNÜNDE NASIL ZEHİRLENDİ?
Şimdi
sizlere satır aralarına sıkışmış ba’zı gerçeklerden bahsedeceğim. 3 Ekim 2020 târihinde vefât edip nim-resmî devlet töreniyle
Eyüp Sultan Camii haziresine defnedilen yeşil
pasaportlu Mehmet Nuri Güleç’in (Fırıncı) "Son Şahitler" kitabında hâtıraları yayınlanmıştı.
Necmeddin Şahiner’in kaleme aldığı kitâbın
2. cildinin 345. sayfasında Fırıncı 1950 başlarında
pasta-börek fırıncılığı
yaparken; haftanın birkaç akşamı fırına
gelen polislerle çay içip sohbet ettiklerini söylüyor.
Bu yüzden Bedîüzzamân
Said Nursî’nin 1953’te üç aylık İstanbul
Çarşamba’daki ikàmeti sırasında Fırıncı bu mekâna yakın bakkal dükkânı ve
kahvehânede sürekli karakol kuran polislere hiç yabancılık çekmediğini belirtiyor. Çevre sâkinleri ve Üstâdın ziyâretçilerinin
“Başına bir iş açacak”
anlamında bakışlarına karşı da “Polisler
gelmişse ne olmuş?”
diyerek Üstâdı sabah ve öğleden
sonra ziyâreti öncesi ve sonrasında polislerin yanına uğramakta ve onlara rapor vermekte bir sakınca görmediğini sözlerine ekliyor.
Adı geçen kitâbın 347.
sayfasındaki “Polisler kapıda Üstâdı ziyârete gelenlerin hüviyetlerini
tesbît ediyorlardı. Fakat benim hüviyetimi hiçbir kimse sormadı ve almadı”
sözleri de Mehmet Fırıncı’ya âid.
MUHSİN ALEV’İN
ANLATTIKLARI DEHŞET VERİCİ!
Üstâd 1952’de Gençlik
Rehberi isimli eseriyle ilgili olarak açılan mahkeme münâsebetiyle İstanbul’a gelmek mecbûriyetinde kalınca, tereddüd ve endîşesini refâkatinde olanlardan Mehmet Fırıncı ile paylaşıyor.
Üstâd, kalabalık,
alâyiş ve nümâyişten hoşlanmadığı için de Mehmet Fırıncı’ya İstanbul’a gelişiyle
kalacağı otel hakkında kimseye bir bilgi vermemelerini sıkı sıkı
tenbîh ediyor. Fırıncı buna rağmen
kardeşi Mustafa’ya –Mustafa, ileride FETO’nun hàs adamlarından
Cemal Uşak’ın kayın pederi olacaktır- Üstâdın İstanbul’a geliş zamanı
ile kalacağı otelin ismini haber verir.
Bu ihbâr neticesi Akşehir Palas Oteli’nde polis kaynamaya başlar. Kılık değiştiren polisler –telefon
santrali, lobi ve ahçı dàhil - birer otel hizmeli ve görevlisi olur. Buna bir de Üstadı bilen ve sevenler eklenince otelde
muazzam bir kalabalık oluşur. Üstâd
kalabalıktan sıkılır ve rahatsız olur. “Bu mahşerî kalabalığı
buraya niye topladınız? Ben size kimseye haber vermeyin demedim mi?” diye öfkelenir.
Fırıncı da “Üstâdım! Burada toplanmaları için biz kimseye haber vermemiştik. Ben sadece kardeşim
Mustafa’ya söylemiştim
hepsi o kadar” diye karşılık
verir.
Üstâd bu hâlet-i rûhiye
içinde kendisine tahsîs edilen odada istirâhate çekilir. Yalnız odası emniyetli
değildir. Otel odalarının balkonları bitişiktir. Buradan Üstâdın odasını gözetlemek ve odaya girmek
pekâlâ mümkündür.
Burada yaşanacak ibret-âmiz ve üzücü bir olaydan dolayı insân, “Neden
zındıka komitesi tarafından imhâ ve ifnâ için fırsat kollanan Üstâd
hazretleri için böylesine güvensiz ve kontrolü zor bir otel seçildi?” demekten
kendini alamıyor.
Yakın hizmetinde
bulunmak üzere henüz 22 yaşında
bir üniversite öğrencisi
olan Muhsin Alev’e de Üstadın odasına yakın bir yer tahsîs ediliyor. Muhsin
alev burada yaşanan üzücü ve karanlık bir olayı aşağıdaki
linkte şöyle dile getiriyor:
https://sorularlarisale.com/.../abdulmuhsin-alkonavi...
“Üstad İstanbul Akşehir Otelinde kalırken
ayrı bir odada kalıyor, ben de onun karşısındaki bir odada kalıyordum. Bir oda daha vardı, o oda da
Üstad’ın yanına bitişikti. İnebolulu İbrahim Fakazlı tutmuş bu odayı.
“Yalnız bir gün kapıyı
kilitlememiş. Baktım
birisi o odadan çıktı, önümden geçip koridora doğru gidecekti, beni görünce
korktu, aşağı indi. Meğer bu adam oraya girmiş Üstad'ın yemeğine zehir atmış. Ben tabi o zaman ‘Allah
öyle şeylere müsaade etmez’
diye düşündüğümden, pek önemsememiştim. Fakat o aşağıdayken Üstad bunu anlamış, yediği yemekten farkına varmış zehirli olduğunu.
“Üstad yemeği yiyince hastalandı. Bu
mesele risalelerde bir yerde bahsediliyor. Onlar iki-üç kişi Edirne’den gelmişler İstanbul’a. Akşehir Oteli’nde kalıp Üstad’ın
yemeğine zehir atmak için gelmişler.”
Röportaj 05.05.2009’da
yayınlanmış. Ceylan Çalışkan
(1963), Zübeyr Gündüzalp (1971), M. Tahirî Mutlu (1977) ve Bayram Yüksel (1997)
bu röportajın yayınından önce vefât etmişlerdi.
Bunların dışında hayatta olan Mustafa Sungur, Hüsnü Bayramoğlu ve Abdullah Yeğin
gibi ismi “mutlak vekiller” arasında geçen zevâttan hiç birinden bu röportajla
ilgili olarak 12 sene içinde ne tekzîb ve ne de tavzîh yönünde herhangi bir açıklama
yapıldı. Demek Muhsin Alev, nâm-ı diğer Abdülmuhsin
Elkonevî’nin sözleri susulmak suretiyle tasdìk ve tasvîb edilmiş oldu.
Yukarıdaki açıklamayı
okuduğumda tek kelime ile dehşete
kapıldım. Yanlış
anlamayım diye tekrâr tekrâr okudum. Başka
arkadaşlara gösterdim. Benden farklı anlamadıklarını söylediler.
Ben de konuyu paylaşmaya
karâr verdim. Şöyle ki:
OTELİNDE ÜSTAD’IN YEMEĞİNE KİM ZEHİR
KATTI?
*Üstâdın odasına
balkondan geçilebilecek vaziyette bir oda var. Burasını tutan İnebolulu İbrahim
Fakazlı odanın kapısını “unutarak” açık bırakmış. Bu ihmâl ve nisyânın kabûlü ve îzâhı mümkün değildir. İfnâ ve
imhâsı için fırsat kollanan bir şahsiyetin kaldığı
yerin yanında oda tutup kapısını açık bırakacaksın. Haydi bu “kapıyı açık bırakma”
işini “insânlık hâli”ne verelim.
*Peki, Said Nursî’yi
zehirlemek üzere plân yapan esrârengiz ve karanlık kişiler bu odanın “açık
olduğunu” nereden ve nasıl
biliyorlardı ki usta bir zamânlama
ile içlerinden biri buradan rahatça girip Üstadın yemeğine zehir kattı?
*Üstâd gibi uyanık, diken
üstünde ve dikkatli bir kimse odasına kendisini zehirlemek üzere giren
yabancı bir insanı nasıl fark etmedi?
*Üstadının zehirlenme
vak’alarını çok iyi bilen ve onu bu hususta korumak ve kollamakla vazifeli olan
hizmetkârlardan Muhsin Alev’in oradan çıkan şübheli
yabancıyı görür görmez onu yakalayıp kaşla göz
arasında polisi veya aşağıda bekleyen diğer
hizmetkârları olaydan haberdar etmeli değil
miydi?
*Muhsin Alev şübheli şahsın Üstâdını
zehirlediğini nereden bildi? Bu sû-i kastı fark eder etmez saçma
sapan bir yorumla "Allah öyle şeylere
müsaade etmez” deyip pasif kalacağına,
derhal koşup Said Nursî’nin zehirli yemeği yemesine engel olması
gerekmez miydi?
*Henüz 22 yaşında toy bir delikanlı olan Muhsin Alev Üstadını zehirlemek
üzere uzaklardan kalkıp gelenlerin 2 veyâ 3 kişi olduklarını ve Edirneli olduklarını nereden biliyor? Bu elde
edilmesi imkânsız gizli bilgiyi ona kim verdi?
*Aşağıda
ikinci derecede Üstâdı koruyan ve kollayan hizmetkârların bu konudaki ğaflet veya ihmâli, en az Muhsin Alev kadar onları da
sorumlu kılıp şâibe altında bırakmaz mı? Bunların orada bulunmalarının
hikmet-i vücudu acaba ne idi?
*İki veya üç şâibeli
yabancı otele Üstâddan önce veyâ sonra gelip yerleşecek. Gireceği odanın
kapısının açık olduğunu
bilen birisi, elini kolunu sallaya sallaya Said Nursî’nin kaldığı kata gelip “açık bırakılan”(!) kapıdan odaya süzülüp Üstadın
yemeğine zehir katacak. Üstâdı koruma ve kollamakla vazifeli hemen yakınındaki
Muhsin Alev ayak sürüyerek karanlık kişilere
zamân kazandıracak. Aşağıdaki hizmetkâr bozuntusu bostan korkuluklarının ruhları
ise olan bitenleri fark bile edemeyecek!!!!! Böylesine bir ihmâl olamaz, kabul
edilemez. Buna “ğaflet”
veyâ “ihmâl” demek bir cinâyet ve ihânettir.
*Burada iki ihtimal var.
Bir üçüncüsü yok. Ya boş
odadan Üstadının tarafına geçerek zehiri yemeğe bizzat Muhsin Alev’in kendisi koydu. Bunu gizlemek için
de hayâlî bir senaryo uydurdu. Yahut da gerçekten Edirne’den gelip otele
yerleşen profesyonellere İbrâhim
Fakazlı'ya âid boş odanın
kapısını açarak Said Nursî’yi zehirlemelerine çanak tuttu ve ağırdan davranarak da Üstâdın zehirli yemeği yemesine imkân tanıdı.
*Her iki ihtimâle göre
de Muhsin Alev –kendi beyânı ile- bir hàindir. Bu olaydan zâhire göre haberi
olmaz gözüken ve holde bekleyen bostan korkuluğu hizmetkâr bozuntuları da bilerek veya bilmeyerek Muhsin
Alev’in suç ortaklarıdır. Allah size emsâlsiz bir İslâm àlimini koruma ve kollama şerefi ve görevini verecek. Ama gözünüzün önünde bu zât-ı
muhterem ağır bir
şekilde zehirlenecek. Fakat sizin ruhunuz bile bu vahim olayı duymayacak,
hissetmeyecek. Bunun hüsn-i niyetle îzahı mümkün olabilir mi?
SAİD NURSÎ 19 DEFA NASIL ZEHİRLENDİ?
Akşehir Palas Otelinde bütün hizmetkârlarının gözleri önünde
yaşanan bu ibretli vak’a ister istemez Said Nursî’nin diğer zehirlenmeleri ile –en hafifinden bu mes’elede gaflet içinde ve ağır kusûru bulanan- hizmetkârların mercek altına alınmasını;
i’timâd, sadâkat ve emniyet testine tâbi’ tutulmalarını gerekli kılıyor. “Mutlak
vekilim” diye öyle caka satmak yok. Bu vahim zehirlenme olayı ile diğer bir kısım zehirlenme vak’alarının aydınlanması ve fâillerinin
ortaya çıkarılması lâzımdır.
İnternetten
Risale-i Nur uygulamalarına girip “zehir”, “tesmîm” ve “tesemmüm” gibi
kelimeleri yazdığınızda
karşınıza dünya kadar bulgu çıkıyor. Tahlîle tâbî tutmak üzere
misâl olarak bunlardan birkaçını ele alalım:
“Yeni geldiğimiz zaman çiçek aşısı doktoru beni aşıladı. O kolum çıban
oldu ve şişti. O şiş aşağıya iniyor, beni yatırmıyor,
abdestte sıkıntı veriyor. Acaba benim vücudum aşıya gelmez veyahut başka bir mânâ mı var?
Yirmi sene evvel beni Ankara'da aşıladılar.
Şimdiye kadar o aşı yeri ara sıra işliyor, rahatsızlık
veriyor. Bu da öyle olmasın diye hatırıma geldi. Sizde nasıl?” (Şuâlar, s.
313)
“Bu günlerde, buranın
büyük memurları, çekinmeyerek, bazıları demiş: ‘Said'in vücudu
ortadan kalkmalı’ hadisesi var. İşte gizli düşmanlarım, bunun gibi, bu
fikirlerinden istifade ederek, mutemed hizmetçilerimi dağıtmakla fırsat bulup
beni zehirlediler.” (Kastamonu Lâhikası,
s. 143)
“İşte bu komite, otuz sene,
belki kırk seneden beri hem tevessü etti, hem benimle mücadelede herbir
desiseyi istimal etti. İki
defa imha için hapse ve on bir defa da beni zehirlemeye çalışmışlar (şimdi on dokuz defa
oldu).” (Emirdağ Lâhikası-I, s.
193)
“İkincisi: Benim gizli
düşmanlarımın suikastıyla zehir tesemmümü ile şiddetli hastalığımdan yanımdaki
camie on defada ancak bir defa gidebiliyorum.” (Emirdağ Lâhikası-II,
s.178)
“Ben vasiyetnamemi yazdığım aynı zamanda, gizli münafıklar,
benim itimad ettiğim
hizmetçilerimi zabıta tarafından yanıma gelmekten men ettikleri aynı vakitte, fırsat
bulup, tanımadığım
birisiyle, sabık dokuz defadan daha tesirli bir zehir bana yutturdular. (Emirdağ-I, 106)”
“Bir siyasî memurun iğfali ve "İmhası için yukarıdan
emir aldık" demesine aldanan bir bekçibaşı, Üstadın penceresine
geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış;
ertesi gün Üstad zehirlenerek kıvranmaya başlamıştır. (Tarihçe,
Emirdağ Hayatı, s.461)
“Sonra dağda müthiş bir zehirlenmeden mütevellid
gayet ağır surette hasta iken,
Denizli hapsi tevkifi meydana çıktı.” (Tarihçe-i
Hayat, s. 330)
Üstâdın zehirlenmelerine
baktığımızda hapishanede iken “aşı” adı altında iğne ile
veya hapishaneye dışarıdan
getirttiği yemeklere kontrol esnasında zehir katılmasının bir derece
îzâhı olabilir. Ancak, karşısında
karakol olan ve içeride hizmetkârlardan başka
kimselerin olmadığı
Kastamonu ve Emirdağ’da Üstâdın
defâatle zehirlenmesinin ise îzâhı gerekmektedir.
Üstâd mecburi ikamete
tabi’ tutulduğu Kastamonu ve Emirdağ’daki
mekânlarda da zehirlenmiştir.
Bu mekânların içine uzanan gizli tüneller yoktur. Kapı, pencere ve duvarları yıkık
değildir. Ekseriya akşamdan
sabaha kapılar önden polislerce, arkadan da Üstâd veya hizmetkârları tarafından
kilitlenmektedir. Gündüzleri ziyaretçilerin içeri alınması yasaktır. İstisnâ kabilinden müsâde edilen ziyâretçiler ise hizmetkârların
kontrolünde teşehhüd miktârı yatak odası veya salonvâri yerde Üstâdı
ziyaret edip çıkmaktadırlar.
Târihçe-i
Hayât’ta geçen “Üstadın
penceresine geceleyin merdivenle çıkarak yemeğine zehir atmış”
ifadesi beraberinde şübheleri
çağrıştırıyor.
“Zehirleme” gizli ve profesyonelce yapılan bir iştir. Kimse bu işi nasıl yaptığını ifşâ etmez. Emniyetin böyle bir bilgiyi yayması ise teàmüllere aykırıdır.
Öyle ise Tarihçe-i Hayâtı yazanlar bu ifâde ile biri veyâ
birilerini zehirleme şâibesinden
tezkiye ederlerken; otomatikman da ba’zı sorulara muhâtab olurlar:
- Üstadın penceresine
birinin çıkarak yemeğine
zehir kattığını size kim söyledi? Neye göre suçu hayâlî birisine attınız?
- Zehirlenmesi için
fırsat kollanan Üstâdın penceresini neden demir veya tellerle emniyet altına
almadınız?
- Üstadın yemeğini koyacak daha emniyetli bir yer yok muydu ki “Gelin
zehirleyin!” dercesine pencere boşluğuna koydunuz?
Hapishâne ve kapalı bir
mekândaki zehirlenme olaylarına bir nebze îzâh getirilebilir. Peki, yanında
hizmetkârlarından başka
kimsenin olmadığı dağ ortamında Üstâdın zehirlenmesine ne demeli? “Sonra dağda müthiş bir
zehirlenmeden mütevellid gayet ağır surette hasta iken…” ifâdesi Târihçe-i Hayâtın
330. sayfasında yer almış.
Kezâ, yukarıdaki
nakiller arasında geçen iki ifâde de düşündürücüdür:
“itimad ettiğim hizmetçilerim” ((Emirdağ-I, 106) ve “mutemed hizmetçilerim” (Kastamonu Lâhikası,
s. 143) Üstâd gibi âlim ve edîb bir şahsın
hem Kastamonu ve hem de Emirdağ’da
hizmetkârlarını “mutemed” ve “itimat ettiğim” sıfatlarıyla
tavsif etmesi ma’nîdardır. Mu’temed ve i’timâda şâyân olmayan hizmetkârların Üstâdın yanında ne işleri var? Bu sıfatlarla Üstâd acaba “Yanımda güvenilmeyen
kimseler de var” mesajını mı vermek istemiştir?
Bu sorular silsilelerine
vefât eden hizmetkârların cevâb vermeleri elbette mümkün değildir. Hayatta olan tek hizmetkâr Hüsnü Bayramoğlu bu konulara bir açıklık getirir, bunca hizmetkârın sıkı
korumalarına rağmen Üstâdın
onlardan başka kimselerin olmadığı
ortamlarda zehirlenmesine ma’kùl ve mukni bir îzâh getirirse bizleri sû-i
zandan, kendisini de vebalden kurtarmış olur.
HÂMİŞ: Affınıza sığınarak
burada bir ek yapmak istiyorum. Kimileri hâşâ
"Üstâd o kadar mı câhil? Hizmetkârlarını seçemeyecek kadar bir bâsîreti
yok muydu?" diyorlar. Hayır, âlim ve basîretli bir insandı. Ama, KPSS ile
hizmetkâr seçmiyordu. İlm-i
siyâseti ve basìreti ile gönderilenleri idare ve istihdâm ediyordu. Son olarak
eklediğim belge, Üstadın tashîhinden geçmiş, ama Emirdağ Lâhikasında yayınlanmamış.
Demek, "üstâdın tashîhinden geçmiş"
sözü yapılan tahrîfata bir kılıftır. Buyurun belgeyi görün ve inceleyin. İmtihânını başarıyla
vermiş Ceylan Çalışkan
adesesinden diğer hizmetkâlara bakıp değerlendirme
yapın.]