EVET, VURABİLİRLER

 


Rusya'dan alçak tehdit: "İstanbul ve Çanakkale Boğazlarını vuracağız!"



Birleşik Rusya Partisi üyesi ve Rusya Parlamentosunun alt kanadı Devlet Duması üyesi Pyotr Tolstoy, Türkiye'yi hedef alan tehdit dolu açıklamalarda bulundu.


Rusya lideri Putin'e yakınlığıyla bilinen Tolstoy, Rossiya-1'de sunucu Olga Skabeyeva'nın sunduğu bir açık oturum programında ülkesinin Karadeniz üzerindeki hakimiyetini savunarak, Rus Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolünde olması gerektiğini dile getirdi.

Tolstoy, Türkiye'ye yönelik tehdit içerikli sözlerine devam ederek, "İlk önce Ukrayna'daki işimizi bitirelim, daha sonra İstanbul ve Çanakkale boğazlarını vuracağız." ifadesini kullandı. Sunucu Olga Skabeyeva'nın "Türkiye ile savaşmaya hazır mıyız?" sorusu üzerine ise Pyotr Tolstoy, "İlk önce Ukrayna'daki işimizi bitirelim, daha sonra İstanbul ve Çanakkale boğazlarını vuracağız." ifadelerini kullandı.

(https://www.milligazete.com.tr/haber/15800741/rusyadan-alcak-tehdit-istanbul-ve-canakkale-bogazlarini-vuracagiz)

ANKARA EKOLÜ UKALALARINA (ATATÜRK KONULU BİR ÖRNEK OLAYLA) ÜCRETSİZ “METİN TENKİDİ” KURSU

 






ANKARA SÜNNETSİZLER EKOLÜNÜN YEDİĞİ NANELERE YAKINDAN BAKIŞ - 10

 

Doç. İlyas Canikli’nin bir “Ankara Ekolü klasiği” olan dayanılmaz hafifliklerini değerlendirmeye devam edeceğiz,

Fakat önce, faydasız laf ebeliği ve gevezelik bakımından üretken, bilgi ve akıl bakımından ise tam takır kuru bakır Ankara Ekolü çetesine, bir sözün (hadîsin) sübutu (sabit oluşu, mevcudiyeti, gerçekliği) meselesinde “metin tenkidi”nden nasıl, ne zaman ve ne kadar yararlanılabileceğini öğretmemiz gerekiyor.

Özellikle bu yazımızı dikkatle okumaları, bilimsel yetkinlik kazanmaları açısından önem taşıyor. (Sinekten yağ çıkmaz ya, neyse!)

Bu hizmetimizin karşılığında teşekkür vs. beklemiyoruz. Onların akademik haysiyetsizlik ve şerefsizliklerinin farkına varıp kendilerine çekidüzen vermeye başladıklarını görmek yeterli olacaktır.

Hakkımız analarının ak sütü gibi helal olsun, yeter ki adam olma yolunda mesafe katetmekte olduklarını görelim.

*

Metin tenkidi nerede, ne zaman, nasıl ve niçin yapılır, bir örnek olay çerçevesinde anlatmaya çalışalım.

Diyelim ki birisi şunu iddia ediyor:

Sultan Vahideddin, yâveri durumundaki Mustafa Kemal’i Anadolu’ya “gizli bir görev” ile gönderdi.

Bu gizli görev (örtülü operasyon), vatanın kurtarılmasıydı.

Fakat bu, Padişah tarafından “resmen” ilan edilemiyordu.

Mesela gazetelere demeç verip, “Yaverim Kemal’i Anadolu’ya gönderiyorum, milleti toparlayacak, ülkeyi kurtaracak” diyemiyordu.

Çünkü bunu demesi durumunda Mustafa Kemal’in bir ekiple birlikte Anadolu’ya geçiş vizesini işgalci güçlerden alması mümkün değildi.

Sonraki süreçte de böylesi bir açıklama yapamadı, çünkü bu durumda işgalci güçler, “Sen bize yalan söyledin, bizi aldattın” diyecekler, İstanbul’da Mondros Mütarekesi hükümlerine aykırı zorbaca tasarruflarda bulunabileceklerdi. (Gene bulundular ama diğer türlü onların eline koz verilmiş olacaktı.)

Bu yüzden Padişah, “Kemal’i ben gönderdim” diyemiyordu.

Fakat biz, Mustafa Kemal’in kendi sözlerini baz alarak yaptığımız “metin tenkidi” ameliyesi sayesinde, olayların böyle geliştiğini, hatta Padişah’a yakın bazı kişilerin ona bu gizli görevin verilmesini engellemeye çalıştıklarını, Vahideddin’in onları dinlemediğini anlıyoruz.

*

Bunları diyen birine bazıları çıkıp “Anlattığın masal kulağa gayet hoş geliyor, fakat bunlar boş laflar.. Biz neyin ne olduğunu daha ilkokuldayken öğrendik, bu hikâyelere karnımız tok” diyeceklerdir.

Ayrıca, “Atatürk’ün sözlerinden böyle bir anlam çıkmıyor, metin tenkidi dediğiniz şey sadece sizin tekelinizde olan, başkalarının bir gıdım bile tadamadığı şahsınıza özgü bir ata yadigârı değil. Bizim de önümüze gelen bir sözü metin tenkidi süzgecinden geçirme hususunda sizden eksik kalır yanımız yok. Hatta fazlamız var” diye karşı atağa geçebileceklerdir.

Bununla da yetinmeyip, “Atatürk’ün bu anlattıklarınızı doğrulayan bir tane bile konuşması yok” karşılığını verebileceklerdir.

Metin tenkidi edebiyatı yapıyorsunuz ama elinizin altında metin diye birşey bulunmuyor” diyerek seslerini yükseltebileceklerdir.

*

Diyelim ki diğer taraf buna karşı şunu söyledi:

Atatürk’ün pek çok beyanı, olayların bizim anlattığımız şekilde cereyan ettiğini ortaya koyuyor.

Fakat bunu anlamak için öncelikle önyargılarımızı ve şartlanmalarımızı bir tarafa bırakmamız gerekiyor.

Bu mesele ilkokul düzeyindeki algılama ile analiz edilebilecek bir konu değil.

İtirazınızı anlayabiliyoruz, daha altı yaşından itibaren sistematik bir beyin yıkama ameliyesine maruz bırakılan, milli bayram adı altında sürekli propaganda narkozu yiyen, gittiği her devlet dairesinde “her yerde hazır ve nazır” bir ata olarak Atatürk resmiyle karşılaşıp onda bir olağanüstülük vehmetmeye başlayan, olur olmaz her yere millet kesesinden yapılan onbinlerce, yüzbinlerce heykeli ile onun yaşayan insanlardan daha kanlı canlı bir ölümsüz ölü olduğu zehabına kapılan insanların, büyülenmiş gibi böyle düşünmeleri bizi şaşırtmıyor.

Üstelik bir de Atatürk’ü Koruma Kanunu diye birşey var. Söz konusu büyünün bozulması için öncelikle bu kanunun kaldırılması gerekiyor.

Ancak, iddianızın aksine, anlattıklarımız masal değil.. Atatürk’ün kendi sözlerini “metin tenkidi” ameliyesine tabi tuttuğumuzda ulaştığımız veriler, Atatürk muhalifi diye susturulmuş olan kişiler tarafından da doğrulanıyor.

Bizim metin tenkidi dediğimiz şeye siz isterseniz analiz de diyebilirsiniz.

*

Bu sözler üzerine karşı taraf şunu diyebilir:

“Güzel konuşuyorsun fakat metin tenkidi ya da analiz diye bir yığın demagoji, mugalata ve safsatayı önümüze süreceğinizden şüphemiz yok. Halep oradaysa arşın burada, tamam siz kumaşınızı orada ölçmüş olabilirsiniz, fakat gözümüzün önüne getirin görelim, bir de biz arşınlayalım.”

Buna karşı öbür tarafın metin tenkidi adına şöyle konuştuğunu düşünelim:

Mustafa Kemal (Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ve Kadir Mısıroğlu gibi isimlerin açıkladığına göre), Anadolu’dan gönderdiği bir telgrafta Padişah’a şunları arz etmiş bulunuyor:

Padişah Hazretlerinin devletli mabeyni yüce başkâtibi vasıtasıyla Padişah Hazretlerinin devletli katına:

Büyük ulusun ve kutsal hilâfetin biricik ve gerçek dayanağı bulunan yüce saltanatınızı Tanrı kötülüklerden korusun? Yüce Padişahım, ülkemizin bugün uğradığı büyük baskı ve bölünme tehlikesi karşısında ancak yüce varlığınız başta olmak üzere, milli ve kutsal bir kudretin çabası; vatanı, devlet ve milletin bağımsızlığını, şan ve şerefi büyük hanedanının altı buçuk asırlık yüce tarihini kurtarabilir. Çevremizdeki kişiler bu genel kanıda birleşmiştir. Son olarak huzurlarınıza kabul edilmek onurunu kazandığımda, üzücü İzmir olayı dolayısıyla hüzün dolu olan kutsal kalbinizden doğan kurtuluşla ilgili görüşleriniz bugün bile belleğimdeki yerini korumaktadır.

Bu duygumu açıklamak isterim. İstanbul'dan son olarak ayrılacağım gün bu şerefe kavuşmuştum. Bu sırada Yüce Şahsınız Boğaziçi’nde bulunan İngiliz donanmasının saraya yönelik toplarını göstererek, «görüyorsun» dediniz. «Ben artık memleket ve milletin, nasıl kurtarılması gerekeceği hususunda kararsızlığa düşüyorum» ve ellerinizi kaldırarak, «inşallah millet akıllanır ve uyanır, bu üzücü durumdan gerek beni ve gerekse kendisini kurtarır» buyurdunuz. Yazımda arz etmek istediğim bu kutsal sözlerdir.

Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime devam ediyorum. Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım. Şu bir ay içinde Zat-ı Şahanelerinin Anadolu’sundaki hemen bütün il, liva, ilçe ve hudut boylarına kadar olan yerlerdeki milletin durumunu ve tüm kumandan ve memurların düşünce ve çalışmalarını öğrendim ve bilgi edindim. Sonuç olarak açık bir şekilde görülüyor ki, millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor. İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini düşünemedim.

Yüce Padişahım! Bu nitelik ve durumda bulunan ve kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi ve bunun karşılığı olarak da gerçekten bu milli ve vicdani kuvvete yardımcı olunması gerekir. Son kutsal buyruklarınız bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır.

Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır. Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.

Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.

İşte milli vicdanın ciddi izlenimlerini ve meydana gelen yeni durumları, istilâcı çıkarlarına zıt gören İngilizler ve vatanın zararına da olsa, İngiliz taraftarlığını meslek edinen zayıf karakterliler, bu kere güçsüzlüklerini ortaya koyarak beni İstanbul'a çağırmak girişiminde bulunuyorlar. Pek şerefli hakanımızdan, milletine, vatanına bağlı ve bu uğurda ölümü hoşgörü ile karşılayan benim gibi bir kumandanın yüce saltanat haklarına ve milletin ölmezliği ve var oluşuna düşman olanlarla işbirliği yapacağını ummaları kesinlikle beklenemezdi. Bundan dolayı bendeniz Malta'ya gitmek veya en azından iş görmez duruma getirilmek gibi ihtimaller karşısında bırakıldım ve doğal olarak da bunu kabul etmeyeceğim, eğer zorunlu kılınırsam gönül rahatlığı ile memuriyetimden istifa ederek eskiden olduğu gibi Anadolu'da ve millet sinesinde kalacağım; vatan görevimi bu kez daha açık adımlarla sürdüreceğim.

Millet bağımsızlığına kavuşsun, saltanat makamı ile yüce ve büyük hilâfet yok olmaktan kurtulsun. Sonsuz bağlılığımın daima artmakta olduğunu bildirerek buna inanmanızı rica ederim.

*

Bunun üzerine karşı tarafın “Bu konuda bizim de söyleyeceklerimiz var elbette.. Fakat önce sizin şu metin tenkidi kerametinizin bu telgraf bostanından hangi ürünlerin hasadını yaptığınızı bir görelim” dediğini varsayalım.

Diyelim ki beri taraf şunları söylüyor:

Mustafa Kemal aslında bu telgrafında herşeyi itiraf etmiş durumda.

Çok kurnaz bir adam, telgrafında da geçtiği gibi “üstü kapalı” konuşmayı gayet iyi beceriyor.

Telgrafta sözlerine önce Padişah’a “yağ çekerek” başlıyor.

İnançlı bir müslüman gibi dua ediyor.

Hanedanın kurtarılması faslını da unutmuyor.

İzmir olayı dediği şey, Yunan’ın İzmir’i işgali.

Samsun’a hareketinden bir gün önce Padişah tarafından Saray’da kabul edilmiş, onun “kurtuluşla ilgili görüşlerini” dinlemiş.

Mustafa Kemal, o görüşlerin “bugün bile belleğinde yerini korumakta” olduğunu söylüyor.

Daha anlaşılır Türkçesi şu: “Yüce Padişahım, kurtuluşla ilgili olarak şahsıma verdiğiniz emirler hafızamda capcanlı.”

Padişah ona ayrıca “İnşallah millet akıllanır ve uyanır” demiş.

Bunun da meali şöyle: “Padişahım, bana verdiğiniz milleti akıllandırma ve uyandırma işini canla başla yapmaya çalışıyorum.”

Herhalde Padişah ona, “Kemalciğim, millet uykusunu alınca nasıl olsa kendiliğinden uyanacak, elleme zavallılar uykularını alsınlar” diyecek değil.

Mustafa Kemal’in özellikle şu cümlesi gayet anlamlı:

“Hükümdarımızın bu gönül dileğinden esinlenerek kesin kararlı ve inançlı olarak görevime devam ediyorum.”

Padişah’ın gönül dileği, Mustafa Kemal’in müfettişlik vazifesini yapıp İstanbul’a dönmesi değil, milletin akıllanması ve uyanması.

O gönül dileğinden esinlenilerek “kesin kararlı ve inançlı olarak” devam edilen görevin de, Padişah’ın Saray’da vermiş olduğu “memleketi kurtarma” vazifesi olduğu açık.

Öyle ki, görevin adı sureta “müfettişlik” şeklinde sıradan bir unvan olsa da, münderecatı farklı: Van’dan Ankara’ya kadar yetkili bir genel valilik. İstediği şehrin valisini görevden alıp yerine bir başkasını atayabiliyor. Bütün komutanlar ona itaat etmek zorunda.

Bitti mi?.. Hayır!

Ayrıca bir de Hükümdarımızın emirleri gereği Sadrazam Paşa kulunuzu daima önemli konularda aydınlatmakta ve gereğini arz etmekte ve uygulamaktayım” diyor.

Evet, mesele sadece basit bir müfettişlik değil.. Müfettişlik maskesi altında kendisine verilen olağanüstü yetkilerin yanı sıra bir de Padişah’tan özel emir almış.

Yani mesele sadece eline tutuşturulan resmî görevlendirme yazısıyla sınırlı değil.

Mesele, milletin akıllanması ve uyanması..

Peki akıllanıp uyanacak da ne yapacak?

Onu da Mustafa Kemal’in şu cümlesi ortaya koyuyor: “…millet baştan aşağı uyanık olup devlet ve milletin bağımsızlığı ve yüce saltanat ve hilâfet hakkının korunması için kesin kararlı ve inançla dolu bulunuyor.”

Bunun ardından da şunu diyor: İstanbul'da iken milletin bu kadar kuvvetle ve az sürede felâketlerden bu derece etkilenebileceğini (yani uyanabileceğini) düşünemedim.”

Buradan anlaşılıyor ki, gidip milleti akıllandırmasını ve uyandırmasını isteyen Padişah’a “Yapamam, edemem, millet uyanacak halde değil” filan demiş..

Görevi nazla niyazla kabul etmiş. Anadolu genel valiliği anlamına gelecek şekilde yetkilerinin artırılmasında bu naz ve niyazın da etkisi olmuş olabilir.

Mustafa Kemal bütün bunlardan sonra Padişah’a “…kutsal şahsınıza bağlılık içinde olan temiz milletinize tam anlamı ile güvenilmesi…” diyerek güvence vermekten de geri kalmıyor.

Öyle ki, ifadesine göre, “Son kutsal buyruklarınız (Padişah’ın buyrukları) bütün milletin azim ve yiğitliğini artırmıştır”.

Başta da kendisinin tabiî.

Mustafa Kemal’in bunun ardından söyledikleri, onun kurmay zekâsının ya da sıradışı kurnazlığının boyutlarını daha iyi anlamamızı sağlıyor.

Şunu diyor: “Yalnız, üzülerek bildirmek isterim ki, temiz Anadolu halkı, bugünkü zor dönemde bile İstanbul'daki uygunsuz ve nefret uyandıran konulardan ve kışkırtıcı söylentilerden rahatsız durumdadır.”

Aslında rahatsız olan kendisi..

Fakat adam, kendi arzu ve isteklerini milletin arzu ve istekleri, kendi rahatsızlıklarını da milletin rahatsızlıkları olarak göstermekte uzmanlaşmış..

“Kendim için bir şey istiyorsam namerdim (hepsi yeğenim Yahya için)” diyen Demirel’den daha zeki olduğu kesin.. Bu, kendisinden hiç söz etmiyor bile, doğrudan “Herşey millet için” diyor.

Millet İstanbul’daki kışkırtıcı söylentilerden rahatsızmış..

Bu kışkırtıcı söylentilerin neler olduğundan bahsetmiyor. Fakat bir sonraki cümlesi, meselenin “devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması” olduğunu ortaya koyuyor:

“Gerçekten İstanbul yöresinin bozulmaya yatkın ahlâkı ve bundan yararlanmayı bilen yabancılar, devlet ve milletin yok olması ve devlet, millet ve padişahına bağlı, özverili hizmet yeteneği bulunan kişilerin ortadan kaldırılması konusunda aşırı bir cesaret gösteriyorlar.”

Peki bu kişiler (kişi değil) kimler?

Mustafa Kemal bu konuya da girmiyor.

Fakat sözlerinin devamı, meselenin kendisi olduğunu ortaya koyuyor:

“Yüce Padişahım! Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”

“Verilen görev”den söz ediyor ve bunun engellenmeye çalışılacağını daha baştan “üstü kapalı şekilde” de olsa anlatmaya çalışmış olduğunu belirtiyor.

Bu “verilen” ve engellenmeye çalışılabilecek “görev”in müfettişlik olmadığı açık.

Öyle anlaşılıyor ki bu telgrafında olduğu gibi hanedandan, saltanattan, hilafet makamının korunması ve kurtarılmasından söz eden Mustafa Kemal, Anadolu’ya “özel görev”le gönderilmesi söz konusu olduğunda, Padişah’ı bu tür “yağ”lamalar ile aldatmayı, milleti de “Hilafeti ve Osmanlı Devleti’ni kurtaracağız” diyerek “gaza getirmeyi”, fakat cumhuriyet ilan ederek cumhurbaşkanı sıfatıyla memlekette ipleri eline almayı kafaya koymuş.

Ki bunu, Mazhar Müfit Kansu “Erzurum'dan Ölümüne Kadar Atatürk'le Beraberadlı kitabında ifşa ediyor.

Erzurum Kongresi’nde (Mazhar Müfit’in tabiriyle) müftü efendi gibi dua eden, “vatan, millet, Sakarya, saltanat, hilafet, padişah” laflarını dilinden düşürmeyen Mustafa Kemal, gece Mazhar Müfit ile Süreyya’ya “Saltanatın kaldırılacağını, cumhuriyet ilan edileceğini, tesettüre (örtünmeye) son verileceğini, Latin alfabesinin kabul edileceğini, şapka giyileceğini” müjdelemektedir.

Neye güvenerek?

Tam da o sırada Ege'de “Milne Hattı” denilen bir sınır çizerek Yunan’a, “Burada duracak, Anadolu içlerine gitmeyeceksiniz” diyen İngiliz’in “örtülü” (üstü kapalı) desteğine güveniyor olabilir miydi? (Nitekim, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, Atatürk’ün sağ kolu İsmet İnönü, 1973 yılında, Cumhuriyet’in ellinci yılı münasebetiyle verdiği bir demecinde şunu söylemiş bulunmaktadır: İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur. [Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.])

Evet, Erzurum Kongresi’nin yapıldığı sıradaki ümitsiz duruma rağmen Mustafa Kemal’in istikbale bu kadar güvenle bakıyor olmasının nedeni, Birinci Dünya Savaşı’nın baş galibi İngilizler’in İstanbul’da kendisine bu yönde güvence vermiş, karşılığında da memlekette Latin alfabesinin, Hristiyan takviminin, Avrupalı şapkasının, Avrupa yasalarının, Batılı yaşam biçiminin hâkim kılınmasını, medreselerin kapatılıp tesettüre son verilmesini, İslamî eğitimin köküne kibrit suyu dökülmesini istemiş olmaları olabilir miydi?

Bu soruyu sormak durumundayız, çünkü İngiliz gizli servisinin İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile müteaddit defalar başbaşa özel görüşme yapmış olduğunu hem kendisi hem de arkadaşları açıklamış bulunuyor.

Konuya dönersek, Mustafa Kemal’in, kendisini yakından tanıyan, nerede nasıl hareket edeceğini tahmin edebilen kişilerin devreye girerek, kendisine güvenmekte olan Padişah’ın aklını çelebileceklerinden korktuğu anlaşılıyor.

Devlet kurumlarında biraz çalışmış olanlar bilirler ki aynı faaliyet sahasında mesai yapanlar “Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz” hesabı birbirlerini gayet iyi tanırlar.

Nitekim, Mustafa Kemal’in Anadolu’ya müfettişlik maskeli “vatanı kurtarma görevi”yle (olağanüstü yetkiler verilerek) gönderilmesini Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi engellemeye çalışmıştı.

Mustafa Kemal’i tanıdığından değil, onu tanıyan dindar subaylar bu kurnaz şahsın Padişah’ı “kafaya almış” olduğunu, fakat kesinlikle “altını oyacağını”, bundan İslam’ın da payına düşeni alacağını söylemiş oldukları için.

Merhum Ali Ulvi Kurucu, Ezher’deki talebeliği sırasında bu konuda Şeyhülislam’dan duyduklarını Hatıralar’ının ikinci cildinde anlatmış bulunuyor.

Mustafa Kemal’i Anadolu’ya gönderme projesinden vazgeçmesini, başka birinin bulunmasını ısrarla söyleyen Şeyhülislam’a Padişah, Mustafa Kemal’in sadık ve güvenilir bir adam olduğunu, aleyhindeki sözlerin suizan anlamına geldiğini söylemiş, onun hakkında “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ” lafını tekrarlayıp durmuştur.

O ateşin bir gün kendisini de yakacağını bilmeden..

Vahideddin’in Mustafa Kemal için neden “Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ” demiş olduğunu, onun telgrafındaki şu ifadeler ortaya koyuyor:

“Hükümdarları hatırlayacaklardır ki, verilen görevin yerine getirilmesi sırasında, yabancıların ve bazı bozguncuların mutlaka yalanlama ve önleme ihtimallerini daha İstanbul'da sunduğum açıklamalar içinde üstü kapalı şekilde anlatabilmeye çalışmış ve özellikle Sadrazam Paşa ile Devletin bazı önemli kişilerine pek açık olarak anlatmış ve böyle durumlar karşısında Ali İhsan ve Yakup Şevki paşaların düştüğü kötü duruma düşmeyeceğimi eklemiştim.”

Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Mustafa Kemal’in gönderilmesi kararına itiraz ettiğinde Vahideddin’in ne düşündüğünü tahmin edebiliyoruz:

“Bizim bu Şeyhülislam iyi adam, has adam, fakat siyasetten anlamıyor, çok saf.. Belli ki İngilizler’in subaylarımız arasındaki ajanları bunu etki altına almışlar, doldurmuşlar.. Böyle vatansever, kabiliyetli, işbilir ve cevval bir subayımızı görevlendirmemizi engellemeye çalışıyorlar. Halbuki ben onu Berlin seyahatimden beri tanıyorum. Boş yere yaverim yapmadım. Zaten Mustafa Kemal, kendisinin aleyhinde böyle tezviratlar yapılacağını bana üstü kapalı şekilde anlatmaya çalışmıştı. Hatta 'Görevim gereği bazı şaşırtmaca hamleler yaptığım zaman aleyhimde söylenecek sözlere itibar edip beni geri çağıracak, İngilizler’in eline düşüp Malta’ya sürgün edilmeme yol açacaksanız daha baştan beni göndermeyin' demişti. Müthiş adam! Âteşîn bir zekâ, âteşîn bir zekâ!

*

Evet, herhangi bir kimsenin bir telgraf metnini temel alarak böylesi bir “metin tenkidi” yapması, bundan hareketle bazı sonuçlara varması mümkündür.

Ancak, karşı taraf buna itiraz edecek, şunu diyecektir: 

“Böyle bir telgrafın mevcut olduğunu nerden bilelim? Bana göre bu bir yakıştırmadan ibaret.. Zaten ben Şeyhülislam Mustafa Sabri ile Fesli Deli Kadir’e oldum olası gıcık oluyorum.. Onların sözünü ettiği bu telgrafı kim görmüş?! Ben de metin tenkidi yapıyor ve diyorum ki, Mustafa Sabri ile Kadir’in lafları kendi siyasal duruşlarını yansıtıyor. Kendi iddialarını haklılaştırmak için böyle metinler uyduruyorlar.

Böyle bir itirazda bulunmaya “ilke olarak” hakları vardır.

Ancak beri taraf buna karşı, “Mustafa Kemal günahı vs. umursamayan geniş mezhepli çağdaş biri olduğu için (Mazhar Müfit’in aktardığı gibi) gizli gündemle hareket edebilir, takiyye yapabilir, sular seller gibi yalan söyleyebilir, hem Padişah’ı hem de milleti aldatabilir, fakat Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi yalan söyleyebilecek bir adam değildir” diyebilir.

Öbür taraf buna karşı muhtemelen şöyle birşey diyecektir: 

“Bu, senin görüşün.. Ben Ata’mdan vazgeçmem.. Şeyhülislam’ın dürüstlüğü hakkındaki kanaatin seni bağlar. Ortada 'Mustafa Kemal Padişah’a telgraf göndermiş' diye bir dedikodu var, fakat emin olmak mümkün değil. Metin tenkidi denilen şey bir yorum tekniği olabilir, fakat bir belgenin sübutunu/varlığını göstermeye yetmez.”

*

Bu noktada beri taraf şunu diyecektir:

Haklısın, bir metnin sübutu/mevcudiyeti/gerçekliği ayrı, onun nasıl yorumlanacağı meselesi ayrıdır. Ancak biz, Mustafa Kemal’in bu telgrafının varlığını metin tenkidi parlak lafının ardına saklanarak iddia ediyor değiliz. 
Söz konusu telgrafı göndermiş olduğunu söyleyen Mustafa Kemal’in bizzat kendisi.. 
Göndermiş.. 
Gönderdiği tarih 11 Haziran 1919.. 
Bu telgrafta yer alan ifadeleri, TBMM’nin ilk açılış tarihinden bir gün sonra, yani 24 Nisan 1920’de TBMM’de yaptığı konuşmada okumuş ve sözleri Meclis zabıtlarına geçmiş.. Bu konuşmanın linki şöyle: https://www5.tbmm.gov.tr/tarihce/ataturk_konusma/1d1yy1.htm. 
Tabiî burada konuşmanın sadeleştirilmiş hali yer alıyor. 
Orijinaline ise şuradan ulaşılabiliyor: https://acikerisim.tbmm.gov.tr/handle/11543/3271.

*

Ankara Ekolü’nün limon, kavun karpuz vs. satarak helal para kazanmak varken ilahiyat akademisyenliğine soyunarak kazançlarını iki yönden (hem liyakat sahibi olmamaları hem de milletin inancını ifsat etmeleri yönünden) haram hale getiren ukalaları umarım metin tenkidi” ile bir rivayetin sübutu (sabit oluşu) arasındaki ilişkinin sınırlarının nerede başlayıp nerede biteceğini (anlattığımız örnek olay sayesinde) birazcık olsun anlamışlardır.

Gerçi onların paslanıp hurdaya dönmüş kafalarının yeniden işler hale gelmesi, mucize benzeri şaşırtıcı bir olağanüstülük olur, fakat hayatta bazen olağan dışı şeyler de olabiliyor.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...