MODERNİST VE YERLİ-MİLLİ “DÜZEN”BAZ İLAHİYATÇILIĞIN TASAVVUFÇU VERSİYONU

 



 

Din Öğretimi Genel Müdürlüğü ve Türkiye Maarif Vakfı, 2017 yılının Mayıs ayında Maltepe’de “Balkanlar ve Bazı Avrupa Ülkelerinde İmam Hatip ve Dengi Program Uygulayan Okullar Eğitim Yöneticileri Çalışma Toplantısı” düzenlemişti.

Orada bir konuşma yapan dönemin İstanbul Müftüsü Prof. Hasan Kamil Yılmaz’ın bazı sözleri şöyleydi:

“Sadece Ulum-u İslamiye okumuş, bugünkü modern ilimlerden, sosyal bilimlerden haberi olmayan, hiç felsefe okumamış insanların İslam’ın temel değerlerine, Kitap ve sünnete bakışı İmam Hatip mezunları kadar bütüncül ve usule dayalı olmuyor. Oralardan bakıyorsunuz DAİŞ benzeri, ifrat içinde, marjinal gruplar çıkabiliyor. Ama elhamdülillah, Türkiye’de İmam Hatip okulları ve İlahiyat fakültelerinin eğitiminden geçen insanların bu tür marjinal gruplara asla kapılmadığını, onların asla oyununa gelmediğini görmüş olmaktan mutluluk duyuyoruz. Türkiye’de belki o gruplara katılanlar var. Bunlar merdiven altında ya da başka yerlerde eğitim almış veya hiç eğitim almamış insanlardan oluşuyor. Demek ki, iyi manada eğitim verildiği, din iyi öğretildiği, dünyevi ilimler verildiği zaman insanlar daha iyi şeyler düşünüyor. Ülkemiz için, dünyanın geleceği için daha iyi fikirler üretiyor.” 

Prof. unvanını almış bu "ezberci" şahsın üç beş cümleye sığdırdığı muazzam ve derin hataların çetelesini tam olarak çıkarmaya çalışmamız durumunda hacimli bir kitap yazmamız gerekir.

Bu okumuş cahil bilmiyor ki, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem'in ashabı olsun, mezhep imamlarımız olsun, geçmişin ilk büyük müçtehitleri olsun, hiçbiri bugünkü “modern ilimler”i okumamışlardı.

Sosyal bilimler dediğin bugünkü akademik disiplinlerle de uğraşmış değillerdi.

Felsefeyle de (teknik anlamda) alâkaları yoktu.

Peki onların “İslam’ın temel değerlerine, Kitap ve Sünnet’e bakışı, bugünkü yüzeysel malumatlı İmam Hatip mezunlarınınki kadar "bütüncül ve usule dayalı” değil miydi?!

*

Bir insanın bugünkü modern ilimlerin, fen bilimlerinin ve sosyal bilimlerin hepsini bilmesi mümkün değildir.

Fen bilimleriyle uğraşıyorsan sosyal bilimlere, sosyal bilimlerle meşgulsen fen bilimlerine uzak kalırsın.

Diyelim ki sosyal bilimlerle uğraşıyorsun, tarihçiysen iktisada, hukukçuysan edebiyat alanına uzak kalırsın.

Farzedelim ki fen bilimleri alanında çalışıyorsun, fizikçiysen biyoloji ve kimyaya ancak göz ucuyla bakabilirsin. 

Hatta bir fizikçi, fiziğin her konusunu da tam olarak öğrenme fırsatı bulamayabilir.

Mühendislikte de durum budur, inşaat mühendisiysen bilgisayar mühendisliğinin cahili kalırsın. 

Tıp bile parçalanmış, bölünmüştür, "kulak burun boğaz"cı, "göz"den anlamaz.

*

Burada mesele, bilimlerin mantığını ve bilimselliğin ne anlama geldiğini bilmekle alâkalıdır.

Bütün bu konular dönüp dolaşıp, “akıl” (tümevarım, tümdengelim, kıyas) ve “sağlam duyular” (gözlem, deney, tecrübe) ile, bilgi ve bilim arasındaki ilişkiye gelip dayanır.

Eğer bilgi felsefesini (epistemolojiyi) ve bilim felsefesini biliyorsan, daha doğrusu bu felsefî disiplinlerin alanına giren konularda mantıklı ve doğru bir yaklaşıma sahipsen, bilgi ve bilim konusunda sağlam ve tutarlı bir bakış açısına ulaşabilmişsen, yani akıl ve duyular (beş duyu) ile edinilen bilgilerin ve varılan sonuçların bilgi ve bilim açısından nerede, ne zaman, ne kadar değer taşıyabileceğini biliyorsan, işin özünü anlamışsın demektir.

Bunları anlamamışsan, prof. da olsan cahilsindir. Mesela eczacılık fakültesinde prof. unvanıyla ders verebiliyor olabilirsin, fakat aslında cahilsindir.

Selef, felsefe okumamıştı, fakat bilgi ve bilim felsefelerinin alanına giren konularda sağlam ve tutarlı (başkalarının felsefe diye adlandıracağı) bir yaklaşımları mevcuttu.

Gazalî, Fahreddin Razî, Seyyid Şerif, Teftazanî … gibi sonraki dönem alimleri ise felsefeyi de zaten biliyorlardı.

Onlardan önce yaşamış olan İmam Matüridî de felsefeye mükemmelen vakıftı.

*

Ulûm-u İslamiye (İslamî ilimler) alanında da aynı durum geçerlidir.

Usûluddîn adı verilen temel bilgilere ve fıkıh usulüne vakıf değilsen, İslam’ı tam bildiğin söylenemez.

Hasan Kamil Yılmaz’ın alanı tasavvuf.. Şahsen, daha dinde neyin delil olduğunu bile anlayamamış, dinî bir meselede delil diye keramet hikâyesi anlatabilen tasavvuf doçentiyle bile karşılaşmışlığımız vardır.

Adam edille-i şer’iyyenin dörtten ibaret olduğunu okumuş, ezberlemiş. Peki anlamış mı, öğrenmiş mi?

Hayır!

*

“Merdiven altı” İslamî öğretime gelince.. 

Yarım yamalak, eksik gedik eğitim alan birtakım cübbe meraklılarının “yarım hoca” olarak yetişip ukalalık yapacakları, “modern dünya”nın gerçekleriyle karşılaşınca oradan oraya savrulacakları kesindir.

Ancak, geleneksel usulde tam tekmil bir eğitim almış olanlar (Ki sayıları çok çok azdır), modern bilimlerin verilerinin ne kadarının kesin bilgiye, ne kadarının zan ve tahmine, ve ne kadarının da safsataya dayandığını kolayca anlayabilecekleri gibi, ilahiyat fakültelerindeki “modern ve modernist” sapmaların da anında röntgenini çekebilirler.

Bu donanıma sahiptirler.

*

Şu sözler de Hasan Kamil efendiye ait:

“Balkanlar’daki İslami algı; Osmanlı ve İstanbul’la çok bütünleşen bir algıya sahip. Suudi Arabistan ve benzeri ülkelerden selefilik algısıyla gelen insanlar, Balkanlar’daki geleneksel anlayışla çatışıyor. Bizim geleneksel olarak çok anlamlı bulduğumuz pek çok şeyi bid’at, her bid’at’ı delalet ve sapıklık olarak değerlendiren bir algı Balkanlar’da gerçekten çatışma ortamlarını tetikledi.”

İşte usul edebiyatı yapan fakat usul bilmeyen bir okumuş cahilin zırvaları.

Bir defa, usul noktasından Osmanlı ve İstanbul doğruluk ölçütü değildir.

Burada önemsenmesi gereken Kur’an ve Sünnet’e, selefin (ashabın) yoluna uygunluktur.

Hadîs-i şerifte sözü edilen fırka-i naciye (kurtulan topluluk) ne Osmanlı’dır ne de İstanbul’da yaşayanlar. Fırka-i Naciye Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem ile onun ashabının (selefin) yolunda olanlardır.

O yüzden, muhtevayı bir tarafa bırakıp meseleyi sadece şekil şartları ve usul açısından ele aldığımızda, selefî olduklarını söyleyenlerin doğru, Osmanlı ve İstanbul edebiyatı yapanların ise daha baştan yanlış bir noktada durduklarını söylemek gerekiyor.

İlk düğmeyi yanlış ilikliyorsan gerisini sormaya gerek yok.

*

Bid’at meselesine gelelim..

Her bid’atın dalalet/sapıklık olduğunu bildiren, Rasulullah sallallahu aleyhi ve sellem..

Bu, selefî olduklarını ileri sürenlerin icadı değil.

Bunu söyleyenler kafalarından bir şey uydurmuyorlar, Rasulullah s.a.s.’in sözünü tekrarlıyorlar.

Selefî olduklarını söyleyenlerin bid’at anlayışlarında aşırılıklar olabilir, fakat şu gerçek ki, selefîlik karşıtlığını bir ideolojiye dönüştürenlerin bid’atlerle mücadele konusunda hiçbir hassasiyetleri yok.

Her bid’ati öpüp başlarına koyabiliyor, mukaddes belleyebiliyorlar.

Onlara göre, ortada bid’at türünden sapıklıklar yok, Rasulullah s.a.s. insanları olmayan, olmayacak birşeyden sakındırmış.. Sapıklık varsa da, insanları bid’atlerden sakındırmaya çalışma ifratından ve marjinalliğinden ibaret.

Bu kafadaki “düzen”bazların, laik (siyasal dinsiz) Türkiye tipi “dindar”ların önce hadîs-i şerîfi öğrenmeye (yani İslam’ı öğrenmeye) ihtiyaçları var:

“… şüphesiz sözlerin en güzeli Allah’ın kelamı, yolların en hayırlısı Muhammed’in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkarılanlardır. Sonradan çıkarılan her şey bidattir, her bidat sapıklıktır, her sapıklık da ateştedir.” (Müslim, 867: Neseî, 3/188)


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...