BÜYÜK İHTİRAS ZAMBAKLARI, ZAMPARALIKLARI VE YALAN DOLANLARI ÜLKESİNDE








KÂZIM KARABEKİR'İN DAMADI PROF. ÖZERGİN ANLATIYOR – 10

 

Kâzım Karabekir'in damadı Prof. Dr. Faruk Özergin’in Teklif dergisinin Ağustos 1988 tarihli altıncı sayısında yayınlanan röportajında ona yöneltilen sorulardan biri şöyle:

“Hocam isterseniz biraz geriye dönelim. İstiklal Harbi’nin başladığı yıllara… Anadolu’ya geçişleri nasıl oldu, M. Kemal’in Anadolu’ya gönderilişi, bu konuda Kâzım Karabekir’in çalışmaları, Sultan Vahideddin’in M. Kemal’e yaptığı yardım?...”

(Abdurrahman Dilipak, İnönü Dönemi, İstanbul: Beyan Y., 1989, s. 171.)

Cevabın ilk cümleleri şöyle:

“Bunlar artık apaçık bilinen şeyler. Fakat ne yazık ki yazılı tarihimize geçmiyor. Fakat gelir geçer, belgeler ziyan olmasın, tarihimiz ziyan olmasın.”

Merhum Prof. Özergin cevabına bu cümlelerle başlamış..

Gerçeklerin yazılı tarihimize açık bir biçimde geçmediği doğru..

Nasıl geçiyor?

Merhum Necip Fazıl’ın Destan şiirinde anlattığı gibi:

Bahset tarih, balığın tırmandığı kavaktan!

Bak, arslan hakikate, ispinoz kafesinde;

Tartılan vatana bak, dalkavuk kefesinde!

Mezarda kan terliyor babamın iskeleti;

Ne yaptık, ne yaptılar mukaddes emaneti?

Ah, küçük hokkabazlık, sefil aynalı dolap;

Bir şapka, bir eldiven, bir maymun ve inkılap.

Evet, Türkiye’de tarih, resmî tarih, Andersen masallarını aratmayacak türden bir masaldır, bir fabldır.

Hakikatin, hürriyetinden mahrum edilmiş bir arslan gibi, bir kafese, ispinoz kafesine bile değil, çakal kafesine kapatıldığı bir sirk çadırıdır.

Vatan ise tribünlere oynayan riyakâr popülistlerin, halk dalkavuklarının “La ilahe illallah” kelime-i tevhidini “Mevzubahis olan vatansa gerisi teferruattır” demek suretiyle “La ilahe illa vatan”a çevirdikleri bir çağdaş puttur.

*

Bu putperestlere “Mevzubahis olan Allahu Teala’nın emri ise gerisi teferruattır” dedirtemezsiniz.

Çünkü bu, onların putperestlik inancı (seküler dini) açısından kabul edilemez birşeydir.

İnsanlara zorla şapka giydirme hokkabaz zorbalığını (çorap, pijama, atlet, kilot devriminden söz eder gibi) şapka inkılabı diye yutturma türünden bir rezillik, gelecek kuşakların dehşet, hayret ve şaşkınlıkla hatırlayacağı böyle bir akıl tutulması, tarihte Türkiye’den başka nerede görülmüştür?!

Böylesi bir ilkel zorbalık örneği ilkçağda bile yoktur.

Kralının heykelini yapıp kulluk arzetme anlamına gelecek şekilde önünde saygı duruşu yapma irticasının örneği ilkçağda var da, şapka zulmünün yok.

Mesela, piramitli Eski Mısır'ın şaşaalı döneminde Anadolu'da bir kralın ülkesinin insanlarını çağdaşlaştırmak ve medenîleştirmek için Mısırlı başlıklarını halkına dayatması gibi bir absürtlük geçmişte yaşanmış değil.

*

Prof. Özergin sözlerini şöyle sürdürüyor:

“M. Kemal Paşa’nın bu faaliyetleri olunca, İstanbul’da da kuşku başladı. Ve Vahideddin aslında vatan haini değil, Vahideddin kurtuluş nerede olacak bilemiyor, şaşkına dönmüş, saray İngilizler’in elinde, İngilizler’in avucuna düşmüş.. Genç, kuvvetli komutanlar var. İngilizler bunları çağırmışlar, toplamışlar İstanbul’a, hepsini toplamışlar, hepsi İstanbul’da. Ve (Vahideddin) bunları tayin ettirmekten korkuyor, tayin emrini çıkarmaktan da korkuyor. O hengâme içinde M. Kemal Paşa zaten, aşırılıkları bilindiği için, bir taraftan kuşkulanıyorlar, bir taraftan da güveniyorlar.”

Burada bir mola verip Prof. Özergin’in sözlerinin arasına girelim.

Mustafa Kemal, Osmanlı’nın İngilizler karşısında mağlup olup teslim bayrağı çekmesine neden olan Filistin yengilgisi ve ricatının (kaçışının) baş kahramanlarından.

İngiliz karşısında “Ya istiklâl, ya ölüm!” dememiş, “Ya kaçış, ya esaret, ama illa da hayat, hayat!” demiş.

Ardından da, bir oldubittiye getirip veliahtlığı sırasındaki Berlin ziyaretinde eşlik ederek samimiyet kurduğu, kafaya alıp güvenini kazandığı Vahideddin’e telgraf çekerek “İngilizler’le mutlaka barış yapılmasını”, yani teslim bayrağı çekilmesini istemiş. (Telgraf metnini verirsek yazı uzar.)

Osmanlı teslim bayrağını çekip mütareke (ateşkes) yapılınca, “Çanakkale geçilmez!” denilen Çanakkale Boğazı’ndan İngiliz, Fransız ve İtalyan gemileri ferah fahur geçip İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nın karşısında demir atıp toplarını Vahideddin’e çevirince Selanikli Mustafa da trene atlayıp İstanbul’a geliyor.

 *

İşgal güçlerinin İstanbul’a geldiği tarih, 13 Kasım 1918.

Mustafa Kemal’in Adana’dan İstanbul’a gelişi de aynı güne rastlıyor.

Kader ortaklığı..

Kader ortaklığında İngiliz’in Filistin’de bunu kovalaması, bunun da arkasına bakmadan kaçması da var.

Bir de Anafartalar var.. Çok akıllı ya, askere, “Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum” diyor.

İstediği oldu, 57’nci Alay’ın tamamı öldü.

Sağ kalan sadece Selanikli ile yanındaki emir eri mi, her neyse, bir de o.

Herkes öldüğüne göre, bu, İngiliz’in o mevkideki zaferi anlamına gelir.

Bütün alay eratı ölüyor, ve sen, savaşı kazanmış oluyorsun.

Komutan olarak bir savaşa giriyorsun, bütün ordun gözlerinin önünde ölüyor, bir tek sen (Artık kaçarak mı, saklanarak mı, nasılsa?) kurtuluyorsun, ve bu bir zafer oluyor.

*

Evet, İngilizler’le müttefiklerinin donanmaları İstanbul’a geldiği gün Selanikli de payitahta geliyor.

Ve, annesinin Beşiktaş Akaretler’de evi bulunduğu halde gidip (işgalci İngiliz subaylarının postu serip karargâh haline getirdikleri) Pera Palas’ta kalıyor.

İngiliz subaylarına centilmenlik nasıl olurmuş gösteriyor, misafirperverliğin hakkını vererek onlarla aynı masa başında meşhur Türk kahvesini “höpürdetiyor”.

İngilizler’le dostluğu öyle ilerletiyor ki, İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile “başbaşa, yalnız” görüşmeler yapıyor. 

(Nutuk’da Rahip’le “bir-iki” defa görüşmüş olduğunu itiraf ediyor, fakat onun ajanlığından hiç söz etmiyor. Adamdan gayet saygılı bir dille bahsediyor. Dokuz yıl sonra İstanbul’da ağırlayacağı İngiltere Kralı Edward’ın karşısında da [Ki Edward, fotoğraflarının gösterdiği gibi, ayak ayak üstüne atıp kasılarak oturmuş, Selanikli’nin yüzüne bakmaya bile tenezzül etmiyormuş gibi burnu havada poz vermiştir], efendisinden iltifat bekleyen mahcup bir yanaşma gibi duracaktır. Fakat aynı Nutuk’unda, bir yıl önce vefat etmiş olan Vahiddedin hakkında, artık konuşup kendisiyle olan ilişkilerinin içyüzü hakkında açıklama yapamayacağı [ve de Padişah’ın şahsıyla ilgili “koruma kanunu” bulunmadığı] için her hakareti sıralayabilmiştir. Nutukunu irad ettikten üç yıl sonra, 1930 yılında ise Yunanistan Başbakanı Venizelos’u Türkiye’de ağırlayıp koluna Afet İnan’ı takabilmiştir. Halbuki o tarihten daha sekiz sene önce Yunan ordusu, Anadolu’da Türk kadınlarının ırzına geçiyordu. Eh, ne de olsa Yunan Venizelos hazretleri Türk oğlu Türk Osman Gazi’nin, Fatih’in, Yavuz’un torunu değil.. Sonra da gelsin “Bir Türk dünyaya bedeldir” palavraları..)

Mustafa Kemal, o mütareke döneminde sadece İngilizler’le değil, Fransızlar ve İtalyanlar’la da dostluğu ilerletmişti.

Osmanlı Sarayı açısından da keyfi yerindeydi, çünkü veliahtlığı döneminde kafaya almış olduğu Vahideddin, onun İstanbul’a geldiği sırada dört aydır padişahlık makamındaydı.

*

Mustafa Kemal’in (Prof. Özergin’in sözünü ettiği) aşırılıklarına gelince..

İttihat ve Terakki erkânı bu aşırılıkları gayet iyi biliyorlardı.

Bir defa, acayip bir makam mevki, şan şöhret, alayiş ve gösteriş sevdası var. (Nitekim, Cumhuriyet’i ilan ettikten sonra yaptığı ilk işlerden biri, 10 yıl süren savaşlardan çıkmış yok yoksul ülkede, sanki acil ihtiyaçmış gibi dünyanın parasını verip yurtdışından heykeltraşlar getirterek heykellerini diktirmek olmuştur. Süsünü püsünü hiç ihmal etmeyen, Osmanlı’nın herşeyini yıkmaya çalışırken bir tek padişahların sarayda yaşama tutkusuna sımsıkı yapışan halaskâr efendi, fotoğrafçılara özene bezene poz verme sanatının da ustasıdır.)

Makam mevki sevgisi o boyutlardadır ki, ısrarlar üzerine onu generalliğe terfi ettiren Enver Paşa, onun hakkında şunu demiştir: “... biliniz ki onu paşa yapsanız padişah, padişah yapsanız Allah olmak ister.

Enver’in bu sözünü Çankaya’sında aktaran Falih Rıfkı Atay, hemen arkasından (geleceğin Atatürk’ü) Selanikli’nin süsünü püsünü, parlak ve şaşaalı görünme tutkusunu anlatır.

Enver’in onu, bizden daha iyi tanıdığı kesin..

Biz, ilkokuldan itibaren, bizzat görüşüp tanımadığımız, bozacının şahidi şıracı türünden dalkavukların anlattığı ve okulların müfredatının ayrılmaz parçası haline getirilen Andersen masalı formatındaki ilahlaştırılmış Atatürk’ü ezberledik, Enver ise, konuşup görüştüğü, komuta ettiği subayı Selanikli “günah tutkunu kul” Mustafa’dan söz ediyordu.

Selanikli, sonraki yıllarda, Enver’in kendisi hakkındaki teşhisini doğrulama imkânına sahip oldu..

Padişahlık kaldırıldığı için padişah olamadı, fakat onun muadili olan “cumhurbaşkanlığı” koltuğuna kuruldu.

Ankara’ya yerleşmesinden itibaren, cumhurbaşkanı olmasını sağlayacak taşları itina ile döşemişti.

Dolmabahçe Sarayı’nda padişah gibi yaşamayı da bildi, ve yaşadığı gibi de sarayda öldü. 

*

“Allah” olmaya kalkışmasına gelince..

Yanında yöresindeki asalak dalkavuklar onu Allahu Teala'ya ortak koşulan bir put yaptılar.. 

Hakkında şiir diye “Kâbe Arab’ın olsun, bize Çankaya yeter” türünden “ibadet ve kulluk metinleri” yazıldı.

Doğrudan Allah yapan beyinsizler de çıkmadı değil..

Biri, “Atatürk’ü sevmek millî ibadettir” diyen putperest Celal Bayar..

1932 yılında Mustafa Kemal (O tarihte soyadı kanunu çıkmadığı için henüz Atatürk değildir), bu putperest Celal’e “Bankacılığın Allah’ısınız” der.. Bu putperestin cevabı ise şu olur: ”Siz de öyle ise bizzat Allah’ın kendisi oluyorsunuz.

Enver Paşa, adamı iyi çözmüş.

Çözmeyi başaramayan ise, büyük alim merhum Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi’nin aksi yöndeki ısrarına, yalvarıp yakarmalarına rağmen onu Anadolu genel valiliği anlamına gelen olağanüstü yetkilerle ve çil çil altınlarla Anadolu’ya gönderen, henüz 10 aylık tecrübesiz padişah Vahideddin’di.

*

Selanikli’nin bilinen başka aşırılıkları da vardı.

Falih Rıfkı Çankaya’sında şöyle diyor:

Mustafa Kemal İttihatçılara göre artık içtiği için sarhoşun biri, durmadan arkadaşları ile olup bitenleri tenkit ettiği için fırsatçının biri, zevkine düşkün olduğu için belki de ahlâksızın biri, askerlikte değeri varsa da ne verilse doyurulması imkânı olmıyan ''haris''in biri idi.

Evet, İttihatçılar’a göre Selanikli sarhoş, fırsatçı, ahlâksız ve haris (hırslı, ihtiraslı, gözü hep yukarılarda) bir adamdı.

İhtiraslarının büyüklüğünü Selanikli de itiraf etmiştir. Falih Rıfkı şunları diyor:

.. Bir değişmez hâli toplantı havasına o hâkim olmalı idi. Hırsı ve gururu şüphesiz, hele içtiği vakitler, kırıcı denecek kadar sert ve yalçındı. Ordu ve politikada kendinden üstün gördüğü yoktu. … Hiçbir huyu ve davranışı İttihatçı ölçüsüne göre değildi. O devirde y a ş a m a, ve onun zevklerini yaratan şeyler, kadın, içki, açık eğlence, dans, flört, hepsi ayrı ayrı günahtır. Hiç olmazsa ''gizli'' olmalıdır. Kimse görmemeli ve duymamalıdır. Mustafa Kemal'in huyu da gizliliği gurur ezici bulması idi. Ahlâkın … baskısına karşı idi.

İstanbul'da Madame Corinne denen bir dulla ilişkileri olmuştur. Sofya'dan ona Fransızca mektuplar yazmıştır. ... Birinde içini şöyle döker: ''Kış Sofya'da çetindir. Mevsimin eğlenceleri elçilikte geçirilen geceler, meslekdaşlar arasında küçük toplantılar, bazan da kâğıt oyunları... Beni çok eğlendirmiyen ve hiç hoşuma gitmiyen bir hayat... Umarım ki senin eğlenceleri hiç eksik olmıyan İstanbul'da daha hoş geçen bir hayatın var.'' Fakat mektup birdenbire parlayıverir: ''Benim ihtiraslarım, hem de pek büyük ihtiraslarım var. …”

İlerideki yıllarda bu büyük ihtiraslarının hemen hepsinin gereğini yerine getirecekti..

Fakat, yaverliğini yaptığı Vahideddin’in ve ardından da milletin karşısında, “ilişki” kurduğu dul Corinne’in (Ki ilişki kurduğu tek kadın değildir) karşısında olduğu gibi açık konuşmayacak, ihtiraslarını “millet hakimiyeti” ambalajına saracaktı.. 

Zeki adamdı vesselam, insanların saflığından yararlanmayı çok iyi biliyordu.. 

Ne var ki ambalaja “İhtimal bazı kafalar kesilecektir” kurdelesini eklemeyi de unutmayacaktı.

*

Daha ortada İstiklal Harbi diye bir şey yokken Erzurum’da Kongre günlerinin birinin gecesinde hempaları Mazhar Müfit Kansu ile Süreyya Yiğit’e bu ihtiraslarından bahsedecek, “zafer”den sonra saltanatın kaldırılıp cumhuriyet ilan edileceğini, tesettüre (örtünmeye) son verileceğini, Latin alfabesinin kabul edileceğini vs. müjdeleyecekti.

Gündüz ise Kongre’de (Kansu’nun tabiriyle) müftü efendi gibi Allah, Peygamber diyor, hilafetin kurtarılmasından bahsediyor, yanık dualar ediyordu.

Din istismarı dansının en kıvrak figürlerini sergiliyordu.

Adam gizli gündemin, riyakârlığın, yalancılığın, milleti aldatıp dolandırmanın, takiyyenin eşsiz ustası, benzeri bulunamayacak virtüözüydü.

Falih Rıfkı’nın dediği gibi “ahlâk”ın baskısına karşıydı.. Ahlâksızca hareket etmeyi ilke edinmişti ve bunu gayet iyi beceriyordu. 

*

İslam’a göre günah olan ne varsa hepsini şahsında toplamış olan bu adamın “din ile devlet işlerini” ayırmak istemesi de tabiî idi.. Dinin karışıp müdahale ettiği bir devlette her istediği günahın tadına bakması mümkün olmazdı.

O yüzden İslam’a cephe aldı, Anayasa’daki “Devletin dini, din-i İslam’dır” maddesini kaldırttı.

Gökten indiği sanılan” dediği vahiy ahlâksızlığı yasakladığı için, ona inanmak işine gelmiyordu. 

İhtiraslarına sadakati ve imanı ise gerçekten olağanüstü boyutlardaydı.

Mesela şapka ihtirası ve tutkusu yüzünden, ipe çamaşır asar gibi adam astırmaktan geri kalmadı

En kötüsü de bunun adına inkılab demesiydi.

*

İşin ilginç tarafı, sadece Enver’in çevresindeki İttihatçılar değil, sonradan Selanikli’nin sağ ve sol kolu olarak onun diktatörlüğünün payandası haline gelen Fevzi Çakmak ile İsmet İnönü de onun “muhteris” (ihtiraslı) ve “menfaat düşkünü” olduğu kanaatini taşıyorlardı.

Mütareke döneminde Fevzi İstanbul’da Genelkurmay’da başkan, İsmet ise müsteşardı.. Bu ikisi Anadolu’ya, İstanbul’da artık istikbal ümidi kalmayınca geçtiler..

Hatta, Selanikli her ne kadar Erzurum Kongresi sırasında takiyyesini sadece hempalarına açmış, milletten gizlemiştiyse de, onun çelişkili davranışlarından şüphelenen Vahideddin ve İstanbul Hükümeti Selanikli’yi görevinden azledip İstanbul’a getirmeyi, onun yetkilerini başkasına devretmeyi düşündüler.

Buna engel olan, sonradan İzmir Suikasti girişimi bahanesiyle yargılanan, kellesini Selanikli’nin elinden güçlükle kurtaran Karabekir’di.

İstiklal mücadelesine en baştan katılmış olan paşalar daha sonraki süreçte Selanikli’nin diktatörlüğüne karşı Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı (Partisi’ni) kurarken, Fevzi ile İsmet, mücadeleye geç katılmış olmanın ezikliği ile Selanikli’nin bir dediğini iki etmediler.

*

Falih Rıfkı Çankaya’da şunları yazıyor:

… Fevzi Çakmak vatanını seven ve onun uğruna her zaman ölecek bir Osmanlı askeri idi. Mustafa Kemal'in ordu müfeƫtişliği ile Anadolu'ya gitmesi tertiplerini hazırlayanlardan biri idi. Bir gün Genelkurmay Reisliği odasında Mustafa Kemal, Cevdet Paşa ve o baş başa verdikleri zaman, İstanbul korkusu ile her şeyi feda etmekten bahis açılması üzerine:

- (Harita üzerinde İstanbul'u göstererek) Bir nokta için (elini bütün memleket üzerinde gezdirerek) hepsini feda etmek! diye haykıran o idi.

Fakat Fevzi Çakmak, kafa ve vicdan kuruluşu bakımından muhafazakârdır. Padişaha ve halifeye bağlıdır. Mustafa Kemal'in Anadolu hizmetlerini de bu disiplin çerçevesi içinde görür. O gün, ki Mustafa Kemal askerlikten ayrılarak bir ''ferd-i millet'' olmuştur. Padişah ve halifeye karşı isyan bayrağı açmıştır, Fevzi Çakmak hiç şüphesiz ikiden biri arasında onu seçmez.

Bir aralık Anadolu'da bulunan komutanlar da Ankara'yı değil, İstanbul'u tanımaya davet edildikleri zaman Bursa ve Konya'da bulunan ikisi Mustafa Kemal'den ayrılmışlardı. Bunlar belli başlı ordu paşaları idi. Refet Bey'in (General Refet Bele) bir baskını ile Konya'daki kolordu kumandanı kıt'alarının başından alınmıştı. Sonradan bu kumandan dahi, Fevzi Çakmak gibi, kurtuluş savaşlarında büyük hizmetler görmüştür.

Fevzi Çakmak bir aralık padişahtan Heyet-i Nasıha vazifesini, Anadolu'yu İstanbul'a itaat ettirmek ve Mustafa Kemal isyanından ayırmak işini üstüne almıştır. Bunda yabancı devlet menfaatlerini düşündüğü pek uzaktan bile hatıra gelemez. Ona göre devlet ve vatan, padişah ve halifesi ile bir bütündür. O bu bütünün parçalanmasında bir ölüm kaderi görür.

Şimdi rahmetli Kâzım Karabekir'in bir hatırasını dinleyiniz: Kâzım Karabekir bu hatırayı 1946'da İstanbul Milletvekili seçildiği zaman Vali Lütfi Kırdar ve yanındakilere anlatmıştır. Fevzi Paşa dindar tanınmış, iyi konuşur, halk için pek cazibeli bir şahsiyet idi. Sivas'a kadar bir hayli tesir yaparak gelmişti. O vakitler şahsî itibarından başka hiçbir kuvveti olmayan Mustafa Kemal bu yolculuktan kuşkulandı. Fevzi Çakmak'ı daha fazla dolaştırmıyarak İstanbul'a geri göndermesini Kâzım Karabekir Paşa'dan rica eti. Kâzım Karabekir Fevzi Çakmak'a yolculuğunun faydasızlığını söyliyerek birlikte doğuya doğru yola çıkmışlar. Yolda Fevzi Çakmak Karabekir'e:

- Sen vatansever bir askersin. Eğer Mustafa Kemal itaat etmezse onu padişah ve halifenin hükûmetine teslim etmez misin? demiş.

Kâzım Karabekir, aynı olayı Ali Fuad Cebesoy'a şöyle anlatmıştır:

- Fevzi Paşa bana, Mustafa Kemal ve Ali Fuad paşalar ''muhteris'' ve menfaat düşkünüdürler, dayandıkları sensin, şunu bil ki eğer Mustafa Kemal başa geçerse ilk işi seni ortadan kaldırmaktır, hatta en güvendiğin İsmet Bey (İnönü) ve Samsunlu Şefik Bey de bu fikirdedirler, Mustafa Kemal ve Ali Fuad paşaları yakalayıp İstanbul'a götüreceğim, sen mâni olma! demişti.

Fevzi Çakmak işgal tarihine kadar İstanbul'da kaldı. İngilizler devlet merkezine de el koyarak, vatanseverler arasında kendisini de tutacaklarını öğrenince Anadolu'ya sığınmaktan başka çare görmedi.

*

“Biz kırk kişiyiz birbirimizi biliriz” hesabı adamlar birbirlerini çok iyi tanıyorlardı.

Nasıl Enver Paşa Selanikli hakkında yanılmadıysa Fevzi Çakmak da yanılmadı, Selanikli’nin zaferden sonraki ilk işi Karabekir’i ortadan kaldırmaya çalışmak oldu.

Ordunun tepkisi yüzünden astıramadı, fakat siyasî mevta (ölü) haline getirdi.. Sürekli sivil polis ve hafiye (ajan) takibi ve tacizi altında (hanımının mücevheratını satmak zorunda kalacak kadar) fakr u zaruret içinde yaşamasına neden oldu.

Evet, başlangıçta Selanikli’nin tek dayanağı (emri altında düzenli ordu bulunan) Karabekir oldu.. Karabekir’in desteği olmasaydı kulağından tutulduğu gibi İstanbul’a postalanacaktı.

Falih Rıfkı’nın Selanikli’ye atfettiği “şahsî itibar” ise, onun, Padişah Vahideddin tarafından Anadolu’ya gönderilmiş yaveri olmasından ibaretti.

Vatanı kurtarmayı çok seviyordu da niye bin bir naz ve niyaz ile Anadolu genel valiliği anlamına gelen yetkileri alıncaya kadar kılını kıpırdatmamış, İstanbul’dan ayrılmamıştı?..

Gizlice Anadolu’ya geçemez miydi?!

*

Gerçek şu ki Selanikli İstanbul’da ağını iyi örmüştü.

Bu ağda İngiliz Gizli Servisi’nin (istihbarat teşkilatının) İstanbul şefi Rahip Frew (Fro) ile yaptığı gizli görüşmelerin katkısı var mıydı, buna dair müşahhas birşey söyleyebilecek (bir itiraf, bir şahitlik, bir belge gösterebilecek) durumda değiliz. 

Çünkü, Frew’nun, Selanikli ile yaptığı görüşmelerine ilişkin olarak yazıp siyasî karar mercilerine gönderdiği raporlara ulaşmamız mümkün değil.

Ancak, İngiliz Hükümeti'nin almış olduğu kararı, İsmet İnönü'nün Cumhuriyet’in 50’nci yılı münasebetiyle Milliyet gazetesine verdiği demecindeki itiraftan biliyoruz: 

İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur.

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

Bu, paradigmanın iflası olabilir. 

Fakat öncelikle, "yedi düvelle savaşarak vatan kurtaran kahraman" Atatürk efsanesinin iflasıdır.

Bu söylemin milleti aldatmaya yönelik bir palavra olduğunun itirafıdır.

Sanırım "hain"i Vahideddin'in değil başka birisinin şahsında aramak gerekiyor.

*

Konuya devam edeceğiz inşallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...