UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 40
Önceki bölümlerde anlattığımız gibi,
Selanikli Mustafa Atatürk, Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almasını
engelleyerek hükümet krizi çıkarma girişiminin başarısızlığa uğramasının
ardından Padişah Vahideddin’le yeni bir görüşme yapıyor.
Falih Rıfkı’nın bu görüşmeyle
ilgili olarak Selanikli’den yaptığı nakilleri önceki bölümlerde gördük..
Aynı konuda bir de İsmet Bozdağ rivayeti var.
Bozdağ, Selanikli’nin şu sözlerini aktarıyor:
“Görüşme isteği için, görevi
bakımından aracılık eden Naci Paşa’ya düşüncelerimi çıtlattım. Naci Paşa’nın, bu görüşmeyi o gün, ya da ertesi günü
olması için sağlamaya çalıştığına inanıyorum. Fakat kafasındaki
kararı şeytanca saklayan Vahdeddin, halis duygular ve içtenlikler gösteren
aldatıcı tavrı ile önümüzdeki Cuma günü Selamlıkta hazır bulunmaklığımı ve
orada benimle görüşeceğini bildirtti. Cumaya çok gün vardı.
Ama yapılacak bir şey de yoktu. Cuma günü Selamlığa gittim; namazdan sonra
beni oradaki salona çağıran Vahdeddin ile dışarıda bekleyenlerce çok uzun
olarak yorumlanmış bir konuşmada bulunduk. Gerçekten konuşma, zaman
bakımından çok uzun sürdü; ama fikir alışverişi bakımından çok kısa olmuştur. Ben, kestirebileceğiniz konu üzerinde onu aydınlatmak ve
uyarmak için söze girişirken, o, ustaca bir biçimde sözlerimin önüne geçti; dedi ki:
“- Ordunun
komutan ve subayları, inanıyorum ki, seni çok severler; bana güvence verir
misin ki, onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir?
“Birden bire, böyle bir sorunun amaç ve anlamını
kavrayamadım, sordum:
“- Ordu tarafından size karşı hareketler olacağı
konusunda bilgi ve özel haberleriniz mi var efendim?
“Gözlerini kapadı. Olumlu ya da olumsuz bir şey
söylemedi. Sadece, az önce sorduklarını tekrarladı. Karşılık verdim:
“- Gerçi ben İstanbul’a geleli birkaç gün oldu. Buradaki
durumu yakından bilmiyorum. Fakat ordu komutanı ve subayları yüksek
varlığınızla karşı karşıya bulunması için bir neden olabileceğini sanmıyorum.
Bu bakımdan temin ederim ki, hiçbir fenalığı beklememelisiniz.
“Belli belirsiz biçimde ekledi:
“- Yalnız bugünden söz etmiyorum; bugünden ve yarından…
“Son söz, bende bir kuşku uyandırdı; demek ki, yarın
Padişahın öyle bir hareket yapma olasılığı vardı ki, ordunun vatansever komutan
ve subayları bundan üzüntüye düşebilirler… Padişah, beni
aldatarak, aracılığımla onlardan emin olmak istiyor. Fakat bu düşüncemi kendisine nasıl
açıklayabilirim? Ve böyle bir açıklamada bulunmak, kendim için, amacım için
yararlı olur muydu?
“Karşımdaki adam, kararını çoktan vermiş görünüyordu.
Biz ise, bu kararın ne olduğunu anlayamayan veya anlamak isteyen
kimselerle ilinti kuramamış, hiçbir karşı önlem almaya zaman ve fırsat bulamamış
durumda idik. Padişah, gözlerini açarken, ayağa kalktı ve şu sözlerle konuşmaya
son verdi:
“- Siz, akıllı bir komutansınız, arkadaşlarınızı
aydınlatacağınızdan ve yatıştıracağınızdan eminim.
“Çok umutsuz ve üzgün, fakat üzüntümün gerçek nedenini
bile anlayamamış bir durumda Vahdeddin’in salonundan çıktım.
“Dışarıda, bir saati aşkın bir zamandan beri
kapılarda, koridorlarda, şurada, burada ayakta bekleyen birçok devlet adamları
ve diğerlerinin, bu uzun görüşmeden bezgin ve yorgun, fakat biraz anlamlı bakışlarla
bana bakmakta olduklarını fark ettim.…”
(İsmet Bozdağ, Nutuk Öncesi Atatürk Konuşuyor,
Tekin Yayınevi, İstanbul 1998, s. 81-83’ten aktaran Mehmet Fatih
Cebeci, Mütareke Döneminde Mustafa Kemal’in İstanbul’daki
Faaliyetleri ve Anadolu’da Görevlendirilmesi, yüksek lisans tezi,
Isparta: Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2013,, s. 39-40, dn.
103.)
*
Görüldüğü gibi Selanikli “Görüşme isteği için, görevi
bakımından aracılık eden Naci Paşa’ya düşüncelerimi çıtlattım”
diyor.
Bu “çıtlatma”, Falih Rıfkı’nın anlatımında “ima”ya
dönüşüyor:
“Meclis'ten
çıkınca, Almanya seyahatindeki tanışıklığa güvenerek, saraya
telefon etti, Vahdettin'in kendisini kabul etmesini rica
etti. Maksadı padişahla açık konuşmak,
tedbir diye düşündüğünü açık söylemekti. Bu ricasını bildirecek
zat, hocası Naci Bey'di (Mebus General Naci Eldeniz). Kendisine maksadını ima
bile etti.”
(Falih Rıfkı Atay, “M.
Kemal’in Mütareke Defteri ve 19 Mayıs, haz. Nurer Uğurlu, İstanbul:
Yeni Gün Haber Ajansı Basın ve Yayıncılık, Mayıs 1999, s. 125-126.)
Selanikli düşüncelerini Naci Paşa’ya “ima” ile “çıtlatmış”,
fakat nedense bizden saklıyor.
Falih Rıfkı’ya göre, maksadı, “tedbir diye
düşündüğünü Padişah Vahideddin’e açıkça söylemek”.
Neyin tedbiri, köftehor?
Madem aklında bir “tedbir” vardı, niye bunu dört
gün önce (15 Kasım 1918 tarihinde) Padişah’la yapmış olduğun uzun görüşmede
açıklamadın?
Ve bu tedbir, niye tam da Tevfik Paşa hükümetinin
güvenoyu almasını engelleyemediğin gün aklına geldi?
Demek ki, Tevfik Paşa hükümeti güvenoyu alamasa, yeni
hükümeti yine İzzet Paşa’nın (Mareşal Ahmet İzzet Paşa) kurması ve
Selanikli’nin harbiye nazırı (savunma bakanı) olması ihtimali gündeme
gelse, “tedbir”e gerek kalmayacaktı.
*
Maksadını Naci Paşa’ya ima ile çıtlatmışmış..
O halde, “tedbir diye düşündüğü şey” konusunda
Naci Paşa’ya birşeyler söylemiş olması gerekiyor.
Tedbir, tehlikeye karşı olur?
Burada, tedbir (önlem) alınmasını gerektiren tehlike
ne olabilir?
Selanikli’nin anlattığı masala bakılırsa, görüşme
sırasında tam bu tehlike ve tedbirden bahsedecekken, Padişah bunun önüne
geçmişmiş..
Selanikli, şu yalana inanmamızı istiyor:
“Ben, kestirebileceğiniz konu
üzerinde onu aydınlatmak ve uyarmak için söze girişirken, o, ustaca bir
biçimde sözlerimin önüne geçti.”
Defolu dahi, niye konuyu “kestirme” vazifesini zayıf
omuzlarımıza yüklüyorsun da sen söylemiyorsun?
Hani senin maksadın, tedbir diye düşündüğün şeyi
Padişah’a açık biçimde söylemekti ya, ne duruyorsun, bari bize söyle!,, Açıkça..
Yok, Selanik’in defolu dahisinin ağzını kerpeten bile
açmıyor.. “Kestirebileceğiniz” diyerek konunun üstüne sünger çekiyor.
Falih Rıfkı
gibi düdüklerine “açık” konuşmak, edebiyatını yaptığı tedbirin ne olduğunu
açıklamak işine gelmiyor.
İmdi, şayet bu tedbir “vatanî” bir meseleyle ilgiliyse, “Mevzubahis
olan vatansa, Padişah’ın sözümü kesmiş olması da teferruattır” demen
gerekmez miydi?!
Niye hemen dut yemiş bülbül, süt dökmüş kedi moduna
geçtin?..
Padişah’ın karşısında niye sustun?
*
Hayır, aslında susmadı, defolu dahi Selanikli bizimle
dalgasını geçiyor, yalanlarıyla bizi aldatıp avutmanın keyfini çıkarıyor.
Söylediklerinden anlaşılan şu: Padişah’ı ordu ile
korkutmaya, kendisinin harbiye nazırlığının onun gelecekteki emniyeti için
tek çare olduğuna inandırmaya çalışmış.
O an için bunda başarılı olamasa da, bu Selanik marka kurnazlığı,
sonradan olağanüstü yetkilerle Anadolu’ya gönderilmesine katkıda
bulunmuş durumda.
Onun bu “tedbir”inin bir sonucu olarak
Vahideddin’in diğer subaylara güvenini kaybettiği, kuşkuya kapıldığı ortada.
Nitekim, Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi Anadolu’ya
Selanikli yerine bir başkasını göndermesi için Vahideddin’e dökmedik dil
bırakmadığı halde başarısız olmuştu. (Bkz.: Merhum Ali Ulvi Kurucu’nun Hatıralar’ının
ikinci cildi.)
*
Evet, Selanikli maksadını Naci Paşa’ya ima ile çıtlatmışmış..
Öyle diyor.
Maksad da, Falih Rıfkı’ya dediğine göre, “tedbir
diye düşündüğünü Padişah’a açıkça söylemesi”.
Bu durumda Naci Paşa’nın “Selanikli’nin görüşme talebini”
Vahideddin’e arzederken bu “ima ile çıtlatma”yı ona aktarmış, “Selanikli’nin söylemek
istediği tedbirler varmış” demiş olması gerekiyor.
Tedbir, tehlike için olur.
Doğal olarak, Padişah söz konusu tehlikeyi de, tedbiri de
merak etmiştir.
Merak etmese, “Görüşmeye gerek yok, zahmet buyurmasın,
yorulmasın, bayramda beklerim” gibi birşey derdi.
Kesin olan şu: Üç gün sonra Cuma namazından sonra
gerçekleşen (ve bir saatten fazla süren) görüşmenin, bu tehlike ve
tedbir konusu etrafında dönüp durmuş olması gerekiyor.
*
Tehlikenin
ne olduğunu, Selanikli’nin lafları ele veriyor.. Padişah’a ordudaki subay ve
komutanlar hakkında korkutucu, endişeye düşürücü şeyler söylemiş olduğu açık.
Tedbir olarak da, kendisinin harbiye nazırlığını
göstermeyi ihmal etmemiştir.. Karakteri buna fazlasıyla müsait..
(Ki taa Suriye’den Saray’a çektiği telgrafta bunu
talep etmiş, ve kabul edildiğini zannederek İstanbul’a doğru harbiye nazırı
havalarında yola çıkmış, fakat hayalkırıklığına uğramış durumda.)
Evet, görüşmenin içeriği, konusu, Selanikli’nin
laflarında kendisini gösteriyor..
Tek sorun, Selanikli’nin konuşulanları tersyüz ederek
aktarıyor olması.
Padişah’ın, “Selanikli’nin Naci Paşa’ya ima ile çıtlatmış
olduğu” tehlike ve tedbiri “açıkça” dinlemek için görüşme talebine evet
cevabı vermiş olduğunu anlamak için, Selanik’te dünyaya gelmiş bir defolu dahi
olmak gerekmiyor.
Fakat Selanikli’ye göre, kendisi bu tedbir
meselesini tam da açık biçimde söyleyecekken Padişah onun önüne geçmiş,
engellemiş.. Niyeyse?
Bu tedbirin ne olduğunu Padişah’a güya söylememiş
olduğu için Falih Rıfkı gibi adamlarına da söylemiyor, es geçiyor..
Normalde (karakteri icabı) “Bende yakası açılmadık ne tedbirler
vardı bir bilseniz, ne tedbirler” diyerek bunları ortaya dökmesi, övünmesi
gerekirken susuyor.. Çok mütevazi canım..
*
Gerçek şu ki, Selanikli bir manipülasyon harikası, eşine
az rastlanır birinci sınıf “algı operatörü”..
Erzurum Kongresi
gecesi hempaları Mazhar Müfit ile Süreyya Yiğit’e “Hele durun,
ben bu Vahdettin’i nasıl suya götürüp susuz getireceğim, ocağına nasıl incir
dikeceğim, bu milletin anasının avradının tesettürüne nasıl tüküreceğim,
akılsız kafalarına nasıl şapka geçireceğim, nasıl Kur’an
alfabesini yasaklayıp hepsini bir gecede okuma yazma bilmez adamlar haline
getirecek ve Latin harflerini onlara nasıl yedireceğim, hele bir durun”
anlamına gelen laflar söylemişken, sonraki günler, haftalar, aylar ve yıllarda
“Ey millet, mukaddes hilafet makamını, din-i mübin-i İslam’ın hadimi olan
devletimizi, devlet başkanımız olan esir Padişahımızı kurtarmak için yola
düştük, cihat bayrağını kaldırdık” diyerek bütün bir milleti aldatıp dolandırma
becerisi sergilemiş olan adama Allah’ın gariban saf kulu Vahideddin de aldanmış,
çok görülür mü?!
*
Evet, Selanikli “Kafasındaki kararı şeytanca
saklayan Vahdeddin, halis duygular ve içtenlikler gösteren aldatıcı tavrı
ile önümüzdeki Cuma günü Selamlıkta hazır bulunmaklığımı ve orada benimle
görüşeceğini bildirtti” diyor.
Sanki görüşme talebinde bulunan Selanikli değil de,
Vahideddin..
Böyle bir durumda Vahideddin için söz konusu edilebilecek
karar, ancak görüşme talebiyle ilgili karar olabilir.
Adam olumlu yönde karar vermiş, “Üç gün sonra
görüşelim” demiş.. Daha ne desin!
Bu kararı kafasında şeytanca saklaması diye birşey
de yok.. Naci Paşa vasıtasıyla Selanikli’ye tebliğ etmiş.
Kafasındaki kararı açıklamayan, Selanikli’nin kendisi..
Söylemiyor, “ima ile çıtlatıyor”.. Artık ne demekse?..
Fakat, kafasındaki kararı şeytanca saklamakla suçlanan,
garibim Vahideddin..
Üstelik, bu kurnaz Selanikli, sözlerinin devamında şunu
diyor:
“Padişah, beni aldatarak, aracılığımla onlardan emin
olmak istiyor. Fakat bu düşüncemi [onun hakkındaki kararımı] kendisine
nasıl açıklayabilirim? Ve böyle bir açıklamada bulunmak, kendim için, amacım
için yararlı olur muydu?”
Görüldüğü gibi, kafasındaki kararı saklayan, Selanik’in
arızalı dahisi..
Mustafa Atatürk için, “kafasındaki kararı bir
Selanikli gibi saklayan” ifadesini kullanmak uygun olur, fakat belki
kendisi, şahsı için “kafasındaki kararı şeytan gibi saklayan” tabirini tercih
ederdi..
Nasıl düşünmeliyiz? “Yaptığı şeye yakışan sıfatı kendisi
bulmuş, kullanmış.. Bizim araya girmemiz uygun olmaz” mı demeliyiz?
*
Padişah Vahideddin’le arasında geçen konuşmanın gerçek
muhtevasını dahice saklayan, tersyüz edip aktarın Selanikli şunu diyor:
“- Ordunun
komutan ve subayları, inanıyorum ki, seni çok severler; bana güvence verir
misin ki, onlardan bana bir fenalık gelmeyecektir?”
Selanik tipi dahimiz, böylece, “kestirebileceğimiz
konu” hakkında bizi aydınlatmış olduğunun farkında değil.
Ziya Paşa “En
ummadığın keşf eder esrâr-ı derûnun, / Sen herkesi kör, âlemi
sersem mi sanırsın?” diye boşuna dememiş.
Selanikli’nin yukarıdaki
sözleriyle dahice saklamaya çalıştığı muhaverenin (karşılıklı konuşmanın,
diyaloğun) aslı şöyle birşey olmalıdır:
“Ben, kestirebileceğiniz gibi, neden hükümeti benim ve
arkadaşlarımın kurması gerektiği, neden benim harbiye nazırı olmam icab
ettiğini anlatmaya çalıştım. Ordudaki subay ve komutanlara
güvenilemeyeceğini, bunların birçoğunun, Almanya’nın “gazına gelip” bizi
savaşa sokan Enver Paşa kafasında olduğunu söyledim.. Ecdadının ordudaki
isyankâr subay ve kumandanlardan neler çektiklerini, nasıl askerî darbe ile
devrildiklerini, tahtlarını hatta canlarını nasıl kaybettiklerini tam anlatacaktım
ki, ustaca bir biçimde sözlerimin önüne geçti; dedi ki:
“- Ordunun komutan ve subaylarından bana bir fenalık
geleceğinden mi çekiniyorsun?”
*
Selanikli’ye göre, Padişah ona, “Ordunun
komutan ve subayları, inanıyorum ki, seni çok severler” demişmiş.
Doğrusu şu: Bunu seven iki üç kişi..
Onlar da, “çete”sinin (hayalindeki “ihtilal
komitesi”nin) üyeleri: Rauf Orbay, İsmail Canbulat, Fethi Okyar..
(Sarı Kemal’i Kara Kemal bile sevmiyordu.. İzmir
Suikasti girişiminde Kara Kemal’in muhtemelen dahli vardı.. Selanikli Sarı
Kemal, kendisine yönelik suikast girişimine destek vermeleri suçlamasıyla Canbulat’ı
astırdığına, Rauf Orbay’ı da 10 yıl hapse mahkum ettirip bütün mal ve
mülküne el koydurduğuna göre, geriye onu seven tek kişi kalıyor: Fethi Okyar.)
Fevzi Çakmak ile İsmet İnönü bile gerçekte ona
samimi bir sevgi beslemiyor..
Nitekim, önceki bölümlerde, Anadolu’ya gelen (zamanın
Osmanlı Genelkurmay Başkanı) Fevzi Çakmak’ın, Kâzım Karabekir’i
Selanikli’ye verdiği destekten vazgeçirmeye çalıştığını, ona, “Bırak da şunu
alıp İstanbul’a götüreyim” demiş olduğunu (Falih Rıfkı’nın Çankaya’sına
atıfta bulunarak) aktarmıştık.
Falih Rıfkı’nın söylediğine göre, Fevzi Çakmak ile İsmet
İnönü’nün Selanikli hakkındaki kanaati, onun “muhteris ve menfaat düşkünü”
olduğu yönündedir.
İttihatçılar’a gelince.. Onların Selanikli hakkındaki
kanaat portföyü daha zengin (Yine Falih Rıfkı’nın ifadesiyle): “Haris,
ahlâksız, sefih, sarhoş, fırsatçı.”
Dolayısıyla, söz konusu görüşmede Padişah’ın Selanikli’ye
“Ordunun komutan ve subayları, inanıyorum ki, seni çok severler” demiş olması
için bir neden yok.
Fakat Selanikli’nin, kendi reklamı ve propagandası
için Vahideddin’e “Ordudaki komutan ve subaylar beni çok severler” demiş olduğu
düşünülebilir.
*
Selanikli bütün bu yalan dolanlarının üstüne şu
sözleriyle tüy dikiyor:
“Çok umutsuz ve üzgün, fakat üzüntümün gerçek nedenini
bile anlayamamış bir durumda Vahdeddin’in salonundan çıktım.”
Umutsuz..
Üzgün..
Ve de şaşkın..
Öyle şaşkın ki, üzüntüsünün gerçek nedenini bile
anlayamamış..
Umutsuz ve üzgün olduğu doğrudur da, üzüntüsünün gerçek
nedenini anlayamamış olması yalan..
Vahideddin’i Tevfik Paşa hükümetini görevden
almaya, kendisini harbiye nazırı yapmaya ikna edememiş; üzüntüsü bundan..
Fakat bu öyle büyük bir üzüntü ki, Selanikli’nin aklını
başından almış, ona, neye üzüldüğünü bile unutturmuş.
Fıkradaki
gibi: Adamın
birinin karısı ölüyor ve daha üzerinden bir hafta geçmeden bir başka kadınla
evleniyor, keyifle düğün yapıyor. Ölen kadının eş dost ve akrabaları buna
öfkeleniyor, onu dövmeyi kararlaştırıyorlar: “Sen ne utanmaz adamsın! Sende hiç
mi Allah korkusu yok?! Bari karının kırkının çıkmasını bekleseydin! Bir iki ay
sabredemedin mi?” diyorlar.
Bunun üzerine adam “Ah
dostlar ah” diyor, “ben üzüntüden ne yaptığımı biliyor muyum ki, kendimden
haberim var mı ki?!”