ERDOĞAN’I TAKLİT EDEN İMAMOĞLU’NUN YANLIŞ HESABI

 










İmamoğlu, Erdoğan’ın siyaset üslubunu taklit ederek cumhurbaşkanlığı koltuğuna tırmanmaya çalıştı, fakat hesap hatası yaptı.

*

Erdoğan, 1994 yılında İstanbul belediye başkanı oldu.

Oyların sadece yüzde 25,19’unu almıştı.

O dönemde belediyede onun kadrosunda çalışmış, genel müdürlük vs. yapmış olan biri bana şöyle birşey demişti: 

“Tayyip ilk iki sene sadece belediye başkanlığı yaptı, iki seneden sonra ise gelecek planları için çalışmaya başladı.”

*

Gerçek şu ki, o dönemde “derin devlet” de Erdoğan üzerinden gelecek planları yapmaktaydı.

Bu planın esasını, Erdoğan vasıtasıyla Erbakan’ın tasfiyesi oluşturuyordu.

Erbakan’la birlikte, (“kuş dili” ile Şeriatçılık/dincilik sergileyen) Millî Görüşçülük de tasfiye edilecek, onun yerine Atatürk’le barışık, laikliği (siyasal dinsizliği) özümsemiş “ılımlı dindarlık” ikame edilecekti.. 

Hedef buydu.

28 Şubat’ta Erbakan’ın üzerine tankla yürüyenler, daha sonra partisini (Refah Partisi) kapatanlar, ardından kurulan yedek partisini de (Fazilet Partisi) Refah’ın devamı olma iddiasıyla ölü partiler mezarlığına gömenler, Erdoğan’ın üzerine ciddi bir şekilde gitmediler.

"Oyun kurma" konusundaki maharetleriyle övünmeyi alışkanlık edinmiş olanlar, nesnesi Erbakan ve Millî Görüşçülük olan bir oyun kurdular.

*

28 Şubat’ta darbe yiyen Erbakan hükümeti, dört ay sonra, 30 Haziran 1997’de yıkıldı.

O tarihten bir buçuk ay kadar önce (28 Şubat’tan iki buçuk ay kadar sonra), 21 Mayıs günü, Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, darbecilerin emriyle, Refah Partisi’nin kapatılması için dava açmış bulunuyordu.

Parti, 10 ay sonra, 16 Ocak 1998’de kapatıldı.. Erbakan için 5 yıl süreyle siyaset yasağı getirildi.

Karar aslında daha dava açılırken verilmişti, fakat ilanı, “usul” gereği 10 ay gecikti.

*

Sadece Erbakan’a değil, partisine de siyaset yasağı getiriliyordu.

Refah Partisi kapatıldığı gibi, Erbakan’ın siyaset yasağı nedeniyle içinde yer almadığı (yeni kurulan) Fazilet Partisi de, Refah’ın devamı olma gerekçesiyle kapatıldı.

İşte, Erdoğan’ın partisi Adalet ve Kalkınma Partisi’nin (AK PARTİ, AKP) güçlü bir şekilde siyaset hayatında boy göstermesini sağlayan temel etken buydu, Fazilet Partisi’nin kapatılması.

Fazilet Partisi, kapısına kilit vurulacağı anlaşılan Refah Partisi’nin kapatılmasından bir ay önce, 17 Aralık 1997’de kurulmuştu.

Refah kapatılınca, bağımsız kalan 150 kadar milletvekili topluca Fazilet Partisi’ne geçtiler.

Yaklaşık bir buçuk yıl sonra, 7 Mayıs 1999’da Başsavcı Savaş, bu defa Fazilet’in kapatılması için dava açtı.

*

Bu arada Millî Görüş hareketi içinde, liderliğini Erdoğan’ın yaptığı bir “Yenilikçiler” hareketi başlamış durumdaydı.

Bunlar Erbakan’a başkaldırmışlardı.

Dışarıdan darbe yiyen Erbakan, artık içeriden de hırpalanıyordu.

Fazilet’in 14 Mayıs 2000’de yapılan kongresinde, parti genel başkanlığı için, Erbakan’ın adamı Recai Kutan ile Erdoğan’ın adamı Abdullah Gül yarıştılar.

Gül, kaybetti.

Bu, Fazilet’in kapatılmasının kesinleşmesi anlamına geliyordu.

*

Şayet Gül kazanmış olsaydı, Erbakan daha o gün siyasetten tümden tasfiye edilmiş olacaktı.

Fakat olmamıştı. 

Dolayısıyla Fazilet’i de kapatmak, Yenilikçiler’e (bölücü ve hain pozisyonuna düşmeden) ayrı baş çekme, yeni bir parti kurma imkânı vermek gerekiyordu.

Yaklaşık bir yıl sonra, 22 Haziran 2001’de Fazilet de kapatıldı.

Erbakan, onun devamı olarak Saadet Partisi’ni kurdurdu.

Onun için kapatma davası açılmadı.. Çünkü buna gerek kalmamıştı, Fazilet’in tavanı ve tabanı Yenilikçiler’in (Erdoğan'ın) peşine takılıp Erbakan’ı terk etmişlerdi.

Fazilet’in kapatılmasından yaklaşık iki ay sonra, 14 Ağustos 2001’de Adalet ve Kalkınma Partisi kuruldu.. Fazilet’in milletvekillerinin büyük çoğunluğu bu partiye geçmişti.

Eski Erbakancılar artık Erdoğancı olmuşlardı.

*

Bin yıl sürmesi temenni edilen 28 Şubat Erbakan’la sadece partisini kapatarak, partisinin içini karıştırarak ve siyaset yasağı getirerek uğraşmadı, ayrıca bir de onun için “kayıp trilyon davası” açtılar ve 2 yıl 4 ay hapse mahkum olmasını sağladılar.

Refah Partisi kapatılınca, akabinde hemen, partiye yapılan hazine yardımının iadesi istendi.

Parti parayı iade etmeyince (edemeyince) de dava açıldı.. Erbakan hırsız konumuna düşürüldü.

Söz konusu paranın, sahte belgelerle harcanmış gibi gösterildiği iddia edildi.

Sadece Erbakan değil, Refah’ın başka 68 yöneticisi de 1 ila 1 yıl 2 ay arası hapis cezasına çarptırıldılar.

Partisinin kapatılması Erbakan için “davası için ödenmiş bedel” gibi görünürken, bu “kayıp trilyon davası” ile itibarı yerle bir edildi.

*

İşte, Erdoğan’ın farkı bu noktada ortaya çıkıyor.

Refah Partisi kapatılmadan bir ay kadar önce, 28 Şubat’tan ise dokuz ay kadar sonra, 6 Aralık 1997’de Erdoğan, şiirseverliğini göstererek ultra vatansever (Türkçü Kürt) Ziya Gökalp’ten bazı mısralar okudu.

Bu mısralar bahane edilerek Erdoğan hakkında "halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge farklılığı gözeterek kin ve düşmanlığa tahrik etme” gerekçesiyle dava açıldı.

Erdoğan, 28 Şubat darbesine karşı herhangi bir “kahramanlık” sergilememişti (Kahramanlığı Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hoca, Muhsin Yazıcıoğlu ve Hasan Celal Güzel gibi isimlere bırakma fedakârlığı göstermişti).

Fakat, okuduğu bu sade suya tirit şiirle 28 Şubat’ın mağdur kahramanı haline getirildi.

Bu mağduriyet, Erbakan’la güreşe tutuştuğu sonraki süreçte çok işine yarayacaktı.

Hatta daha hapse girmeden. mahkum ve mağdur edilmiş olmanın verdiği özgüven ve "hava"yla Erbakan'a had bildirmeye, meydan okumaya koyulmuştu. 

Hapishaneye postu sermeden 12 gün önce Star gazetesinin manşetinden Erbakan'a yükleniyordu: "Yaş 70 iş bitmiş".

*

Bu şiirsel davanın sonucu olarak Erdoğan dört ay 10 gün hapis yattı; 26 Mart 1999'dan 24 Temmuz 1999'a kadar.

Ancak davanın yol açtığı tek sonuç, hapis yatması değildi. 

23 Eylül 1998'de Yargıtay 8. Ceza Dairesi Erdoğan hakkındaki mahkeme kararını tasdik edince belediye başkanlığı da düşmüş ve siyasî yasaklı hale gelmişti.

Erdoğan’ın hapisten çıktığı 24 Temmuz 1999’da artık Türkiye siyasetinde yeni bir sayfa açılıyordu.

O yıl Abdullah Öcalan CIA tarafından paketlenip Türkiye’ye teslim edilmişti.

Fethullah Gülen kaçıp ABD’ye gitmişti.

Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hoca Türkiye’ye dönemiyor, Avrupa’da oradan oraya savruluyordu.

Erbakan’a (ABD ve İsrail müttefiki ya da işbirlikçisi) “düzen” taraından “Seç beğen al, ya kırk katır ya kırk satır” seçenekleri sunuluyordu.

Erdoğan ise, görünüşe göre, “düzen”cilerin en çok korktukları adam olduğu için lüzumsuz bir şiirden dolayı hapse atılmıştı.

*

Erdoğan böyle dört aylık bir cezaya çarptrılmasa ve siyasî yasaklı hale gelmeseydi ne olacaktı?

Olacağı şuydu: 1999 yılında yeniden İstanbul belediye başkanı seçilecekti.

28 Şubat sürecinde kendisine dokunulmamış bir adam olarak Fazilet Partisi’nde Erbakan’a karşı bir “Yenilikçiler” hareketi başlatması mümkün olmayacaktı.

Böyle birşeye kalkışması durumunda otomatikman darbecilerin işbirlikçisi bölücü ve fitneci olarak yaftalanacaktı.

Darbeciler isteselerdi Erdoğan’ın itibarını yerle bir edebilir, Erbakan’ı “kayıp trilyon davası” ile hırsız yaptıkları gibi onu da bir şekilde itibarsızlaştırabilir, becerikli savcılar eliyle ona mahsus malî suçlar icat ve ihdas edebilirlerdi.

Eski bir savcının, Çetin Yetkin’in ilginç bir kitabı var: Bir Savcının Not Defterinden.

Orada, eldeki yasalarla Türkiye’de herkesin istenirse bir şekilde suçlu gösterilip mahkum edilebileceğini söylüyor.

Ali kıran baş kesen tanklı toplu darbeciler isteselerdi herhalde Erdoğan’ın üzerine belediyenin malî işlemleri üzerinden gidebilir ve onun başına çorap örebilirlerdi.

İşi şiire bırakmazlardı.

Ziya Gökalp'in bit pazarına düşmüş şiir şapkasından afvedilmeyecek suç tavşanı çıkaran illüzyonist hokkabazlık İstanbul Belediyesi'nin alımsatım işleri ve ihalelerinden ne çıkarmaz ki! Hafazanallah!

*

Böylece, yazımızın başladığı noktaya dönmüş olduk.

İmamoğlu, Erdoğan’ın siyaset tarzını ve üslubunu taklit ediyor, fakat her ne kadar tarih tekerrür eder ve gelecekler geçmişlere suyun suya benzediği kadar benzerse de, demirin ancak tavında dövülebileceğini hatırlamıyor.

Erdoğan, her kesime mavi boncuk dağıtma siyasetiyle bugünlere geldi.

Aynı anda Biden ve Trump’la da, Putin’le de aynı samimiyette görüşebilen biri.

Diyanet İşleri Başkanı’na değer verdiği gibi Yahudi hahamının kendisini kutsamasına da izin veriyor.

Cami açması, kilise açılışında bulunmasına engel değil.

Hocalarla birlikte Kur’an da okuyor, eski beyefendi Bülent Ersoy hanımefendi ile yanyana iftar sofrasına da kurulabiliyor. (Dindarlar, “Erdoğan ne yapsın, bunları da idare etmek zorunda” diyerek avunuyor, öbürleri de “Erdoğan’ın başka çaresi yok, bu dincileri de kafaya alması gerekiyor, yoksa oy alamaz” diye düşünüyor.)

İmamoğlu da aynı taktikle yürüyor.. Camiye gidip Yasin de okuyor, LGBT’ciler karşısında selam da duruyor.

Karşılığını da tomar tomar oy şeklinde topluyor.

Çünkü Erdoğan'ın taktiği işe yarıyor.

Ancak işi kararında bıraksaymış, aynı Erdoğan gibi İstanbul belediye başkanlığından cumhurbaşkanlığı koltuğuna uzanma hayalleri kurmasaymış kendisi için "eyiymiş". 

*

Anlaşılıyor ki İmamoğlu, belediyenin malî işlemleri çerçevesinde üzerine gelinebileceğini hesap etmedi.

Muhtemelen, geçmişte Erdoğan’ın böyle bir durum yaşamamış olmasına güvendi ya da aldandı.

Unuttuğu nokta şu: Erdoğan’ın üzerine gidilmemesinin nedeni, darbecilerin ve dış destekçilerinin, onun Erbakan faktörünü siyaset sahnesinde etkisizleştirmesi beklentisi içine girmiş olmalarıydı.

Erdoğan’a, Millî Görüşçülüğü Atatürkçü-laik dindarlığa dönüştürmesi için kredi açıldı.

İmamoğlu olayında böyle bir durum yok.

Dolayısıyla hesabına kitabına çok dikkat etmesi ve gelecek hesaplarını da buna göre yapması gerekiyordu.

Erbakan'ın yerli-milli ve küresel düzen açısından Erdoğan'dan daha tehlikeli bir adam kabul edilmesine benzer şekilde, CHP'de İmamoğlu vasıtasıyla tasfiye edilecek daha güçlü bir figür bulunsaydı, onun kusurları görmezden gelinebilirdi.


LAİKLİĞİN (SİYASAL DİNSİZLİĞİN) BATIL DİNİ: ATATÜRKÇÜ PUTPERESTLİK

Peygamber Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem gelecekle ilgili haberler vermiş, istikbalde neler olacağını bildirmiştir. Kendisini  Atatü...