"DAVUNCU BİZE BUHRAN İMİŞ" KONUŞUYOR: BİZİ SALÇA YAPARLAR!

 




Önceki yazıda Bülend Tokgöz'ün Gençliğimi Şahitliğe Çağırıyorum adlı kitabını konu edinmiş ve hapse girmesine neden olan yasadışı gizli örgütünden söz etmiştik.

Örgüt işini Tokgöz'ün aklına düşüren kişi, teşbihte hata olmaz derler, "eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürme" taktiğini uygulayan "Davuncu Bize Buhran İmiş"..

Tokgöz onu böyle adlandırıyor.

Bunu yapmış ve tereyağından kıl çeker gibi ustaca kenara çekilmiş.. Dağın başında kartopunu yuvarlamış, oluşan çığın seyrine koyulmuş.

Şöyle de diyebiliriz: Yola koyuluyoruz demiş, arabayı hazırlatmış, depoyu benzinle doldurtmuş, kontağı açıp arabayı çalışır hale getirmiş, ve yolculuktan vazgeçmiş.

Tahmin edilebileceği gibi, "Davuncu Bize Buhran İmiş" adlandırması, Niyazî-i Mısrî rh. a.'in "Burhan arardım aslıma, aslım bana burhan imiş" mısraından mülhem..

Buhran, muhtemelen Burhan. Davuncu da, Kavuncu. Ancak, kastedilen kişinin Burhan Kavuncu olduğunu ancak Bülend Tokgöz teyit edebilir. 

Biz sadece benzerlik var diyebiliyoruz.

*

Eski ülkücü Buhran Davuncu'nun yaptığı şeye gelince..

Tokgöz'ün yazdıklarına bakıldığında, çoğunlukla İrancılık ve bazen de Kürtçülük anlamına gelen söylemleri İslamcılık adına seslendirmek suretiyle, İslamcı olmaya yatkın ülkücüleri ürkütme işini hakkıyla başarmış olduğu kanaati insanda uyanıyor.

Bu yüzden Tokgöz, onun derin devletin adamı olduğundan şüphelenmiş. Fakat, kızlarından birini bir Şiî ile evlendirmesi ve Sünnî İsmailağa cemaatinden birileri hakkında "köpekler" diye konuşması, şüphelerinin yön değiştirmesine yol açmış. Akla ilk gelen İran ajanlığı ihtimalinin daha makul olduğunu düşünmüş.

Ancak, bunlar, kesin bir kanaate varmak için yeterli doneler değil, başka açıklamaları olabilir. Kızının gönlü bir Şiî'ye düştüğünde ve bunda ısrar ettiğinde bu devirde yapabileceği çok fazla birşey olmaz, istemese bile, daha büyük bir rezalet yaşanmasın diye razı olmuş görünür. Ayrıca, bu piyasada bir Şiî'nin gerçekten Şiî olup olmadığından da her zaman emin olunamaz. (Davuncu'nun İrancılığı ister gerçek ister sahte olsun, olayı "el-Cezâu min cinsi'l-'amel" [Karşılık, işin cinsinden olur] fehvasınca "kaderin adaleti" olarak yorumlamak da belki mümkündür.)

İsmailağacılara olan nefreti de onların Sünnî olmalarından değil, salt sarık cübbe meraklarından ve tarikatçılıklarından kaynaklanıyor olabilir. 

*

Bir süre Ankara'da öğrencilik yapmış, ardından Bosna ve Afganistan cephelerinde bulunmuş olan yazar, daha sonra İstanbul Siyasal'da okumaya başlamıştır. Kaldığı yer ise Buhran Davuncu'nun vakfıdır.

Bir gün şöyle bir şey yaşanır. Yazardan dinleyelim:

Bandırma'ya hapishane ziyaretine gidiyorduk. 

İkimizin de ilk seferiydi bu. [Hapis yatmakta olan] Nurunettin Şirinşiî'nin [Bu isim de Selam gazetesini çıkaran ve 28 Şubat dönemininde gürültüye neden olan Sincan'daki meşhur Kudüs gecesini düzenleyenlerden Nurettin Şirin'i hatırlatıyor] yüzü suyu hürmetine şöyle bir uğramış olacaktı.

Arabasını sürerken havalı bir güneş gözlüğü taktı, .... Sonra torpidodan bir Marlboro Light paketi çıkardı, ... Hapishane yolunda bu bana çok irkiltici geldi. ... Birazdan yapacağı teklif karşısında ikircikli kalmamın en son sebebi buydu.

- Haci, sana ne zamandır söylemeyi düşündüğüm bir şey vardı. Senin kuşağından tanıdığım tüm gençlik içinde senin kadar güvenilir, kaliteli birine rastlamadım. Seni övmek için söylemiyorum, bir tespit olarak söylüyorum. Zekân, cesaretin, heyecanın, bir önderde olması gereken çok şeye sahipsin, bu kuşağa önderlik edebilirsin. Senden çok umutluyum kardeşim. İlişkimizi daha tanımlı hâle getirelim. Vakfın başına geç. Sen idare et. Platformda bizi sen temsil et. Sana maaş bağlayalım, bir kız bulalım evlendirelim, ev kuralım. Sana bizim sahip çıkmamız lazım, senin vakfa sahip çıkman lazım. Ne dersin? (s. 339-40)

Teklif güzeldir, fakat yazar, hiç düşünmeden geri çevirir. 28 Şubat'ın tanklı toplu günlerinin, yani "zamanın ruhu"na uygun bir cevap verir:

- Allah razı olsun abi. Ben başka şeyler düşünüyorum. Vakıf, Platform, bunlar için adam bulunur ama şu zalimlere hak ettikleri cevabı verecek kimse çıkmayacak mı? Ben bunu yapabileceğimi sanıyorum. Ben ancak bunu yapabileceğimi sanıyorum. Savaşmak istiyorum. Bu zalimlerin kanını dökmeden hayatımı tamamlamak istemiyorum. Birkaç yıl üniversite mücadelesi içinde gözükeceğim ama silahlı mücadele için altyapı oluşturacağım. Yapabilirsem büyük bir iki icraat yapıp bu zalimlerin kurşunlarıyla ölmek istiyorum. Bunları sizinle beraberken yapmayacağım, başınıza dert açmayacağım, fakat dürüstlük adına söylüyorum, niyetim bu. Bir iki yıl bu mücadeleyi erteleyebilirim ama sonunda bir yerden başlayacağım. Teklifiniz için teşekkürler. Silahlı mücadele. Benim tercihim bu. (s. 341)

Davuncu, "Çok yanlış bir tercih" diye cevap verir. (s. 342)

Bir süre sonra yazar, vakıftan ayrılır.

Ve Davuncu, o yanlış tercihi kendisi teklif olarak ona götürür. 

Daha önce "Başınıza dert açmayacağım" diyen yazar da, dert isteyen bu adamın teklifini geri çevirmez.

Okuyalım:

Davuncu Bize Buhran İmiş ile çok seyrek görüşüyordum. Bu görüşmelerimizden birinde beni dışarı çıkararak çok hassas bazı şöyleri konuşmak üzere kendisiyle akşam buluşmamı istedi. Arabada çıktık dolaştık, arabada da dinlenme ihtimali sabebiyle mevzunun çevresinde dolaştık, sonra Balat'ta sahile park edip yayan konuşmaya başladık. O güne kadar kendisini hiç bu kadar ciddi, tedbirli ve tedirgin görmemiştim:

- Bir yerden benimle temas kurdular. Neresi olduğunu söylemeyecektim ama nasıl olsa sen anlayacaksın. İran'dan... Bana şu mesajı verdiler. Şayet darbeye karşı silahlı bir direniş başlatmayı düşünürseniz sizi desteklemeye hazırız!.. Para, silah, eğitim! Hiçbir sorunumuz olmayacak. Ben, arkadaşlarla konuşayım size dönerim, dedim. Düşündüğüm kişi sensin. Zaten senin bu yönde hazırlıkların var, kur altyapını, başla. Sen yürüt, biz de içinde olacağız ama pratiğin başında sen ol. Sen çekip çevir. Hedefleri, yapılanmayı zaman içinde konuşur, netleştiririz. Ne diyorsun? Prensipte ne diyorsun? (s. 350)

Yazar yine hiç düşünmeden cevap verir. "Evet" der:

- Burada evet diye bağırmamak için kendimi zor tutuyorum. ... Birkaç ayda eyleme hazır birkaç hücre teşkil edebiliriz. Darbeyi geriletip devrim yapacak değiliz ama Türkiye İslamî hareketine yepyeni bir sayfa ekleyebiliriz. ... İşin içinde sizin de bulunmanızı böyle bir ilişkide sigorta olarak görüyorum. Siz olduğunuz için İran'la ilişkilerimizin de sağlıklı ve güvenilir bir zeminde ilerleyeceğine inanıyorum. Ben lehte oy kullanırım fakat konuyu kardeşlere götürmeliyim. Açık konuşayım kardeşler bu teklifi kabul etmeyecek olurlarsa onlardan ayrılır, kabul edenlerle birlikte gelirim. 

- Beni arkadaşlarınla görüştürebilir misin?

- Elbette. Zaten bir kısmını tanıyorsunuz. 

- Görüştür, birlikte konuşalım.

- Tamam abi, istediğiniz gün ve saatte biz hazır olacağız.

- Şunu bil Haci, kalleş bir savaş olacak, çok kalleş! (s. 351)

*

Yazar, Davuncu'nun kendisini (Süleyman Soylu'nun tabiriyle) "keklediğinin" farkında değildir, kitabın sonraki sayfalarından anlaşıldığı kadarıyla hiçbir zaman da anlayamamıştır.

Bu da, Davuncu'nun becerisi.. İşin ustasıymış.

İran'ın böyle bir teklifte bulunmuş olması mümkün değildir. Bunun sebebi de İranlılar'ın pîr ü pak, hile ve hudayla işleri olmayan ahiret adamları olmaları değildir, böyle bir teşebbüsün kendilerine hiçbir faydasının olmayacağını bilecek kadar açıkgöz ve kurnaz olmalarıdır.

Yazarın Davuncu ile silah arkadaşlarını "görüştüreceği" mübarek gün gelir.

Okuyalım:

Büyük gün geldi.

Arkadaşımı ve beni Aksaray'da bir sokaktan aldı. Ümraniye'ye, Heyhat Hançerci'nin evine gittiğimizde akşamdı. Oda boydan boya sofraya çevrilmişti, ... Davuncu Bize Buhran İmiş'in karnı tok gibiydi, gözü de toktu. Tutuktu. ... Bir türlü mevzuya girmiyordu. ... Son saate kadar mevzudan kaçtı. Kaçmayı bıraktığında ise şunu dedi, sadece şunu:

- Bizi salça yaparlar! (s. 152)

Davuncu, vazgeçmiştir. 

Fakat vazgeçmiş olduğunu taa Ümraniye'ye gitmeden, yazarın arkadaşlarının karşısında kendisini mahcup duruma düşürmeden bildirmesi mümkünken bunu yapmamış, gidip hepsiyle tek tek tanışmıştır.

Aslında bu tutumuyla yazarı, arkadaşlarının önünde salçaya çevirmiştir, ya da belki turşu ya da hoşaf. 

O vazgeçmiştir, fakat yazar vazgeçmeyecektir:

Bunun bir çeşit örgüt kurma veya örgüte alma imtihanlarından veya ritüellerinden biri olduğunu bile düşündüm. Korkutarak reaksiyonumuzu ölçmüş olabilirdi. Tam olarak ne dediğini anlamak için peşinden gitmeliydim. Ertesi gün işyerine gittim. Gayetle güzel karşıladı. vereceği habere beni alıştırmak için herhalde, önden bir yemek söyledi. ... Birazdan köfteler kursağımda salça konserveleri gibi sarkacaktı:

- Haci, sana bir şey söyleyeceğim ama bir tek şartla: Soru sormayacaksın!.. Kabul ediyor musun? Rica ederim soru sorma! Ha?

- Abi, söz vermesem olmaz mı?

- Haci, biz arkadaşlarla istişare ettik, şeye karar verdik, bu işe girmemeye karar verdik. (s. 353)

Olayı provokasyon ve manipülasyon kavramlarıyla açıklamaya gönlü elvermeyenler "kelebek etkisi" kavramıyla da idare edebilirler.

Davuncu vazgeçebilirdi, fakat, karla kaplı dağın zirvesinden yuvarladığı kartopu durmayıp yuvarlanacaktı. 

Ne de olsa kontağı çevirip motoru çalıştırmıştır, onun açısından artık kenara çekilmemesi için bir neden kalmamıştır.

Yazar, Davuncu'nun aklına düşürdüğü karpuz kabuğuna basıp arkadaşlarıyla birlikte salça olacaktır. 

Buhranlı kelebeğin kanat çırparak yaptığı dans, onların hayatında fırtınalara yol açacak, yıllarca kendilerine gelemeyeceklerdir.

*

Yazarın bunları yaşadığı sıralarda, bu satırların yazarı da, bir pazar sabahı, Ümraniye Ahlâk, Çevre ve Kültür Derneği'ne konuşma yapmak için davet edilmişti.

İskenderpaşa Cemaati bağlantılı dernekte kahvaltının ardından yaptığım konuşmayı dinleyenlerden biri, taa Avrupa yakasından, Bayrampaşa'dan sabahın köründe kalkıp gelmiş bulunuyordu. Yanında da sekiz on yaşlarındaki çocuğu vardı.

Hakyol Vakfı'yla temasta olduğunu sonradan öğrenecğim bu şahısla ilk defa karşılaşmıştım, fakat son olmayacaktı. Bir akşam hemşerim Dr. Selahattin Semiz'in evinde de görecektim. 

Şahıs, arabasıyla beni evime bırakmayı teklif etmişti.

Kısa yolculuğumuz sırasında, hiç de bir esnaftan beklenmeyecek laflar söylemiş bulunuyordu. Müslümanlar 28 Şubat zulmüne silahla karşı koymalıydılar, kendisi buna hazırdı, silah para vs. de sağlayabilirdi, ben de hazır mıydım?

Kim bilir kaç heyecanlı müslümanı bu şekilde aldatmış, avlamışlardı..

*

O şahsa evet deseydim, eminim ki Davuncu'nun yaptığından daha fazlasını yapar, bana silah da getirir, adam da bulur, para da verirdi. 

Getirdiği adamlar, muhtemelen "İslamcı" teröristler (Hizbullahçılar, İbda-C'ciler vs.) olurdu. 

Bir şekilde enselenmiş, "İşlediğiniz suçlar en az 15 yıl yatmanızı sağlar, fakat Seyfi Say'ın yanına gidip örgütüne katılır, onun aklı bir karış havada bir terörist olarak hapse girmesini ve rezil olmasını sağlarsanız, bir - bir buçuk yıl hapisle dosyanızı kapatırız" gibisinden bir pazarlıkla ikna edilen teröristler..

Ve, tam da silahlar ile kadro biraraya gelip iş uçuk kaçık planlar yapma aşamasına varınca, Bayrampaşalı esnaf kardeşimiz hiç şüphesiz bana şunu söylerdi: 

- Ben bu işte yokum. Bizi salça yaparlar!


İSLAMCILIK, DEVLET, REJİM, MİT




Bir önceki yazıda, Yahya Konuk takma adıyla yayınlattığı Bosna'dan Afganistan'a Cihadın Mahrem Hikayesi adlı kitabıyla tanınan Bülend Tokgöz'ün Gençliğimi Şahitliğe Çağırıyorum (İstanbul: Ark Kitapları, 2016) adlı kitabında dile getirdiği "İslamcılıktan kopuş" gerekçesini tartışma konusu yapmıştık.

Yazarın fikirleri, yaşamış olduğu hayatı gibi dağınık ve düzensiz. Çelişki ve tutarsızlıklarla dolu. Bununla birlikte kitabı düzenli sayılır, iyi bir anlatıcı. 

"Allah Teâlâ'ya ihanet edebilirim, ettim de, ..., ama milletime hıyanet edemez, onun hukukunu ihlal edemezdim" demiş olduğunu (s. 24) bir önceki yazıda aktarmıştık.

Kitabın ilerleyen sayfalarında ise şöyle diyor:

"Benim sıdkım [sadakatim, bağlılığım] mihraklara, mahfillere, kudret sahiplerine, şeyhlere, isimlere, şunlara bunlara değil, önce rabbim olan Allah Azze ve Celle'ye sonra da dediğim gibi ümmetime ve insanlığa idi." (s. 361)

Böylece, kitabın sayfaları ilerlerken sadakatinin adresi de millet olmaktan çıkıyor ümmet haline geliyordu. Hatta bütün bir insanlık.. Bu durumda vatanın yerini de herhalde bu ümmete "mescid kılınmış olan yeryüzü", "Allah'ın geniş olan arz'ı" alıyor olmalıydı. 

Buna bağlı olarak İslamcılığı da tüyleri yolunmuş kanadı kırık bir kuş misali kör topal, ağır aksak da olsa geri dönüyor:

... Benim İslamcılarla derdim İslamcılık sebebiyledir, İslamcılıkla derdim de ana başlıklar halinde bunlardır. Yoksa dışarıdan bakıldığında, ben kendim öyle tarif etmesem de, beğensek de beğenmesek de hâlâ İslamcıyız.... (s. 362)

*

Yazar maceralı bir hayat yaşamış.. Bosna'dan Afganistan'a kadar farklı yerlerde silahlı çatışma ya da cihadın içinde bulunmuş, hem Ankara hem de İstanbul'da farklı "İslamcı" gruplarla teşrik-i mesaisi olmuş, 28 Şubat'ın ardından arkadaşlarıyla yasadışı bir örgüt kurmuş, buna bağlı olarak (Çeçenistan direnişini destekleme adına Türkiye’deki Rus temsilciliklerine yönelik) birtakım başarısız bombalama teşebbüslerinde bulunmuş, yakayı ele verip MİT'in sorgu odalarından ve Emniyet işkencehanelerinden geçmiş, bu arada hiç içine girmediği Fethullahçılarla da polis teşkilatında tanışmış, ve hapishanede gün saymış.. 

Çok okumuş, çok tartışmış, çok konuşmuş, çok dinlemiş.. "Çok yaşayan değil çok gezen bilir" hesabı farklı coğrafyalarda ve farklı mahfillerde gezip dolaştığı için bilmediğimiz pekçok malumat edinmiş. 

"Arayan Mevla'sını da, belasını da bulur" fehvasınca belaları genellikle kendisi davet etmiş ya da üzerine gitmiş. Bu yüzden de yaşamış olduğu birçok trajik ya da dramatik olay bir tür kara mizah görüntüsü veriyor. 

Bununla birlikte saf bir yanı bulunduğu için insan ona acımadan da edemiyor.

*

MİT'teki sorgusu sırasında ona söylenen bir sözü ilginç buldum: "Kim bilir belki sen de İsmet Özel gibi bir gün değişirsin, ha?" (s. 418)

Demek ki, İsmet'teki değişim(ler) hoşlandıkları birşeymiş.

Bir de, bir MİT'çiyle aralarında geçen şu konuşma:

- Ben aslında İstanbul'a üniversiteye geldiğimde eski çizgimden tamamen kopmuştum. Kitaplara kapanıp kendimi ilme verecektim ama bırakmadınız. Başörtüye, Kur'an eğitimine, İslam'ın tüm sembollerine fütursuzca saldırdınız. Bunlar işgal ordularının bile yapmakta zorlanacakları şeylerdi ama ısrarla yaptınız. En küçük bir muhalefet denememizi bile amansızca bastırdınız. Sayenizde ben yeniden eski çizgime döndüm, İslamcılaştım. Sebep sizsiniz.

- Biz? Biz kim?

- Rejim?

- Biz rejim değiliz ki.

- Nesiniz?

Rejim ayrı, Devlet ayrı.

- Ne ayrı, aynısınız işte!

- Hayır hayır. Bu tür şeyler olur, çok fazla abartma bunları, geçicidir, yarın başka şeyler olur. Devlet, başka. (s. 416-7)

*

Bu "devlet ayrı, rejim ayrı" hikâyesini Mehmet Şevket Eygi Millî Gazete'de yazıp duruyordu. 

"Devlet cevherdir, rejim arazdır" diyordu. (Mesela insanı cevher kabul edersek, gençliği arazdır. Gelip geçer.)

Aslında cevher ve araz kavramlarıyla düşünülürse, devletin de araz olduğunu söylemek gerekir, cevher ancak insanlar (halk, millet) olabilir. Devletler de "Bir varmış, bir yokmuş" hesabı gelip geçicidirler. Dünyada insanlıkla yaşıt devlet var mı?!

Fakat, insanlar da cevher sayılmazlar, çünkü kalıcı değildirler, geçip giderler. Mesela bu topraklarda şu anda, 1900 yılının insanlarından hiç kimse yaşamıyor. O günkü insanlarla bugünün insanları, o günün milletiyle bugünün milleti tamamen farklı. Aynı milletten söz etmemizin nedeni birtakım kurumların aynen devam ediyor oluşu, aynı dilin konuşulması.. 

Irmağa aynı ırmak deriz fakat akan su hiçbir zaman aynı su değildir. 

Evet, devlet itibarî bir kavramdır. Pratikte sadece insanlar vardır. Devlet, gerçekte yönetici zümre demektir (siyasetçiler ve bürokratlar). Devlet, sadece zihnimizde olan bir kavramdır, soyutlamadır. Bu yüzden, "Devlet ayrı, rejim ayrı" demek anlamsızdır. Devlet, rejimin ta kendisidir. 

Türkiye'de yaşanan şu: Devlet (yönetici zümre, siyasetçiler ve bürokratlar), rejimden daha hızlı değişiyor. "Mahkeme kadıya mülk değildir" fehvasınca gelen gidiyor.

Fakat onların zihniyet ve yönetim üslubundaki, yönetim anlayışındaki (rejimdeki) değişim çok çok yavaş. 

*

Kitaba dönelim..

Yazar, nasıl tutuklanndığını ve sorgulandığını ayrıntılı bir biçimde anlatıyor.

Arkadaşlarıyla bir yasadışı örgüt kurmuştur.. Adı büyük ve haşmetlidir, örgüt.. Ancak sayıları bir elin parmaklarını bulmamaktadır. Sağdan say dört kişi, soldan say yine aynı.

Başlangıçta bir eylem nedeniyle iki kişi tutuklanmışlardır, yazar, arkadaşının kendisini ele vermiş olduğunu düşünür. Arkadaşı ise ona, “Beni tutukladıklarında herşeyi biliyorlardı, seni ele veren ben değildim” der.

Okuyalım:

Dört kişi, dört kişilik deliğe tıkılmış on kişinin yanına sokuşturulduğumuzda dünyaları yıkılmış, kara bahtlarına lanet okuyan insanlar değildik. … Sevkimiz yapılana kadar bu fare deliğinde nöbetleşe uyuyacak, bize ayrılan bir ranzadan ibaret hayat sahamızda başımıza gelen şeyi yorumlamaya çalışacaktık.

Koğuşun televizyonundaki bir görüntü en büyük sualimize bence yeteri kadar net bir cevap veriyordu. İran Reisicumhuru Hatemî, Rusya’ya tarihî bir ziyaret gerçekleştiriyor, Putin’le milyar dolarlık anlaşmalar imzalıyor, iki ülke adına yeni bir paktın temellerini atıyordu. Biz işte bu yüzden yakalanmıştık. Bu ittifakı sabote etmek için. Rus hedeflerini İran’dan aldıkları talim ve talimatla vuran bir İslamcı hücre düşünsene. İran-Rus yakınlaşmasını MİT bundan daha iyi sabote edecek kaç vesile daha bulabilirdi? Her şeyi bozmaya yetmezdi ama düşmanlarının karşılıklı güvenlerini ne kadar bozabilirse o bir kazanımdı.

MİT, bizi buna yarayacak ifadeler vermemiz için almıştı. Zillettin’in ifadeleri İran istihbaratından ders aldığı kabulünü içermesi hasebiyle bu işe zaten biçilmiş kaftandı. Ne var ki senaryonun vuruculuğu için benim en azından oyuncu kadrosu içinde olmam şarttı. Bu bakımdan MİT beni ajanlaştırmak, pasifize etmek veya başka bir maksat için değil, doğrudan kodese tıkmak için yakalamıştı. İstenen ifadeleri vereyim veya vermeyeyim, şöyle böyle İrancı bir arka planı olan grubun Rus hedeflerine saldırmış olması gerçeği az buçuk da olsa işlerine yarayacaktı. …

Bütün bunlardan emin olarak böyle bir zamanlamayla bu operasyonu yapmaları için ellerinde çok güçlü istihbaratın olması gerekirdi. Nitekim Zillettin kendisine olan güvenimi geri toplamak için tekrar be tekrar aynı şeyi söylüyordu:

- Valla abi, ekmek Kur’an çarpsın, beni aldıkları gün her şeyi biliyorlardı. Masanın üzerindeki dosyayı net gördüm, üzerinde senin ve kardeşinin resmi vardı. Daha ilk gün. Bana ilk günden seninle ilgili sorular sordular. Her şeyi biliyorlardı. Nereden biliyorlardı, bilmiyorum. Beni daha ziyade Hizbullah ve İran’la ilgili sorguladılar. Sizi ben yakalatmadım, hepimizi başka biri yakalattı. Ama kim?..

… Biri işimizi önceden vermişti. MİT’le iş pişiren biri çıramızı yakmıştı. (…)

Küçük örgütümüzde büyük bir yılgınlık ve paranoya baş göstermişti. Bizim kadar küçük ve gizli bir yapıya bile sızmış idiyseler, onlardan habersiz hiç bir şeycik olamazdı, olmuyordu. Silahlı örgütlerin alayı sakalı ele vermişti, hepsi onların kontrolleri altında idi. Onların kontrolünden uzak durmak istiyorsan silahtan uzak durmalıydın. Ne şeytanı gör ne Lahavle çek!..

Bu komplocu zihne belki başka tür bir komplocu zihinle karşılık veriyordum ama bunun bugün de doğru olduğuna kailim. Diyordum ki: Evet, silahlı yapılara sızmaya çalışıyorlar, silahsız yapılara ise sızmışlar. Gizli örgütlere sızmakta bu kadar beceriklilerse, ki öyleler, açık yapılarda vaziyet nasıldır? Devlet kumarı sevmez. Oynayacak olduğunda masaya koyduğu kendi bekası olmaz. Bizim gibileri kontrol etmek ister, vakıfları, dernekleri ise mutlaka kontrol eder. …

Seneler boyunca bizi yakalatan casusun kim olabileceği üzerinde düşündüm durdum. Cevabı tam on iki sene sonra buldum. Beni bu delikte ziyarete gelen tek arkadaşım, casus işte oydu. Kardeşimle gelmişti, günün anlam ve önemine uygun bir kostüm seçmiş, yeşil bir parka giymişti, mazgaldan peşi sıra bakarken dünyada en sevdiğim insanın o olduğunu düşünmüştüm. Keşke oğlum ölmese idi de dışarıda onun yanında büyüse, onun gibi biri olsa idi.. Casus oydu. (s. 455-7)

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...