Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi
- Sempozyum Tebliğleri adlı kitabı (ed. İsmail Kara, Asım Öz, İstanbul: Zeytinburnu
Belediyesi Kültür Yayınları, 2013) yayına hazırlamış olan İsmail Kara’nın aynı
kitapta “giriş” mahiyetinde “Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi ve Hareketi Üzerine
Birkaç Not” başlıklı bir
makalesi de yer alıyor.
Biz de burada İslamcılık hakkında söylenenlere dair
birkaç not düşelim.
Kara, söz konusu makalesinde İslamcılığı şöyle
tanımlıyor:
“İslâmcılık, XIX-XX.
yüzyılda İslâmı bir bütün olarak (inanç, ibadet, ahlâk, felsefe, siyaset,
hukuk, eğitim…) ‘yeniden’ hayata hâkim kılmak ve akılcı bir metotla
Müslümanları, İslâm dünyasını batı sömürüsünden, zalim ve müstebit
yöneticilerden, esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarmak, medenileştirmek,
birleştirmek ve kalkındırmak uğruna yapılan aktivist ve eklektik yönleri baskın
siyasî, fikrî ve ilmî çalışmaların, arayışların bütününü ihtiva eden bir
düşünce ve harekettir”. (s. 17)
Fena
bir tanım değil, kusuru ise, olayı geçen iki yüzyıla hapsediyor oluşu.
Geçmiş dönemlerde
“İslam’ı bir bütün olarak” hayata hakim kılmaya çalışanları nasıl
adlandıracağız?
Tanımdaki
“yeniden” vurgusuna da gerek yok.
İslam’ı yeniden hayata hakim kılmak ile yenidensiz hakim kılma arasında hiçbir
fark bulunmuyor.
Akılcı bir metod
şeklindeki nitelendirmeye gelince.. Kur’an’da sürekli aklı kullanma
vurgusu yapıldığına göre, İslam’ı hayata hakim kılmaya çalışanların bunu
öncelikle kendi hayatlarında yapmaları ve akılcı bir metodu benimsemeleri
beklenir.
İslâm dünyasını Batı sömürüsünden, zalim ve müstebit yöneticilerden,
esaretten, taklitten, hurafelerden kurtarma bahsine gelelim.
Hz. Hüseyin de, İmam Zeyd de, Emevîler’e isyan eden
Abbasî ayaklanmacılar da İslam dünyasını “zalim ve müstebit yöneticiler”den
kurtarmaya çalışıyorlardı. Aktivisttiler.
Müslümanlar arasından Batı sömürüsünü, esareti,
taklidi ve hurafeleri savunacak bir Allah’ın kulu da çıkmaz. En azından bunları
doğrudan bu kelimelerle savunabilecek biri çıkmaz.
*
Ancak, Kara’nın bütünüyle saçmaladığı yerler de yok
değil.
Mesela, “Tarif
ve adlandırmalar hiç değilse birkaç hususun üzerine eğilmeyi gerektiriyor”
diyerek şunu söylüyor:
“… İslâmcılık düşüncesinin İslâm dünyasında ve
Osmanlı topraklarında ıslahat/modernleşme hareketlerinin bir parçası, bir
neticesi olarak ortaya çıktığıdır. Bunun arkasında da sebebi, kaynakları her
ne olursa olsun bir yetersizlik,
kendinden şüphe ve bir “yenilenme” fikrinin yattığı bir vakıadır. (s. 17)
Birincisi, ıslahat ile modernleşme aynı şey olarak
görülemez. Mesela Atatürk’ün millete
şapka giydirmesi modernleşme olarak kabul edilebilir, fakat ıslahat değildir.
Modern olan herşey ne tümden iyidir ne de kötü.
Bununla birlikte modernleşme hareketlerinin bir
parçası ve neticesi olarak ortaya çıkan hareketler mevcuttur, onlar da Türkçülük ve Batıcılık cereyanlarıdır. Bunları Kemalizm/Atatürkçülük izlemiştir.
İslamcılık (mutlak anlamda İslamcılık değil, son iki
yüzyılın İslamcılığı) modernleşmeye kısmen tepki göstermiştir, fakat onun bir
parçası ya da neticesi kabul edilemez.
İslam’ı savunma refleksinin arkasında “bir yetersizlik, kendinden şüphe ve bir yenilenme
fikrinin yattığı” da doğru değildir. Bir yenilenme fikri yatıyor olabilir,
fakat bu, kendinden (İslam’dan) şüphe, ya da İslam’ı yetersiz bulma anlamına
gelmez.
Kara, bu noktayı şöyle açıyor:
Esas itibariyle meşru
hatta mecburi bir atıf ve arayış olan kaynaklara dönüşün tarihin
ağırlıklarından ve tortularından kurtulma istikametindeki fonksiyonu fiilî
olarak da psikolojik olarak da bir yenilenmenin, bir yeniden başlama fikrinin
kapılarını araladığında şüphe yoktur. Belki
ihya, tecdid ve ıslah kavramlarıyla yakınlaştığı, bazı yorumculara göre
aynileştiği nokta burasıdır. Fakat bu hareketin işleyişine bakıldığı zaman
İslâm ilim ve kültür mirasının yüklerinden kurtulmadan ziyade modern(ist)
yorumlara, yeni ictihadlara kapı aralama istikametinde işlediği, dinî anlama
ve yorumlama biçimlerini kuralsız
(usulsüz) ve ferdî hale getirdiği, dinin bir parçası, ürünü yahut yanaşığı
olan gelenekle, geleneksel anlayış ve kurumlarla problemleri artırdığı, sade,
tektip ve dar bir din anlayışı manasına yeni
Selefîliğe yol açtığı görülmektedir.
Bu yeni yorumun
kaynakların “doğru” anlaşılmasında nasıl bir usul teklif ettiği hatta bir usulünün olup olmadığı meselesine
bakıldığında her zaman birbiriyle uyuşmayan iki, belki üç üst ilkeden
bahsedildiği görülecektir. Bunlardan biri metne
bağlılık/sadakat fikri, ikincisi akıl
ve bilime, daha doğru bir ifade ile modern tasavvura uygunluk/yakınlık
arayışı, üçüncüsü de maslahat yani
kamu yararı veya sosyal faydadır. Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/
Asrın idrakine söyletmeliyiz İslâmı” mısraları bu yönelişi güzel
özetlemektedir.
Burada sözü edilen hataları genele teşmil etmek doğru
olmaz.
Ayrıca, sözü edilen metne bağlılık/sadakat fikrini “usul” açısından ele aldığımızda, Selefîlik tartışmaları farklı bir
mahiyet kazanır. Mesela, usul noktasından ilke olarak sözler “zahir”ine göre yorumlanır. Bu, başka
anlamlarının bulunmayacağını söyleme imkânı vermez, fakat o yan anlamlar esas
haline getirilemez ve “zahir”i iptal için kullanılamazlar. Ölçüsüz Selefîlik
karşıtlığının bir süre sonra Batınîliğe dönüştüğü
bilinen bir şey.
İkincisi, “akıl
ve bilim” birlikte ele alınamazlar. İslam’ı, usulüddîni iyi anlamış bir
kimse, akıl ile bilim arasına mesafe koyar. Bugünkü anlamıyla bilim, İslam
açısından “kesin” bilgi verebilen
bir şey değildir, akılla ve “sübutu ve delaleti kat’i” sahih haberle
çelişmeme kaydıyla, bir bilgi verebilir. Ancak hiçbir zaman “kesin bilgi” statüsüne sahip olamaz, zannî olmaktan kurtulamaz. Zannî değil
kesin olan hususlar, doğrudan “sağlam”
duyulara dayalı gözlem verilerinden ibarettir. Bilimin onlardan hareketle oluşturduğu teoriler ise daima zannî kalır. Bu, Popper’ın tabiriyle, “yanlışlanabilir”
olma demektir. Kesin olan hususlar, yanlışlanabilir nitelik taşımazlar.
Bilimin aksine aklın
hükümleri kesindir, İmam Gazzalî’nin el-Mustasfa’da belirttiği gibi, ona
itiraza imkân yoktur. Öyle olmasaydı, Allahu Teala’nın varlığının, aklın kesin bir hükmü olduğunu da
söyleyemezdik. Bilim ise, esas itibariyle beş duyu algılarına dayalı gözlem ve
tecrübe verilerinin tümevarım
yoluyla genelleştirilmesi yöntemine dayanır. Bu yüzden de, tümevarımın doğası
ya da yapısı gereği ancak zan
düzeyinde bilgi verebilir, ve “yanlışlanabilir” hükümler olarak kalmaya devam
eder. (Bu konuları daha önce internete yüklediğimiz dört ayrı kitapta geniş
biçimde tartıştık.)
Maslahata gelince, şer’î usule riayet kaydıyla bu ilkenin
işletilmesinde bir mahzur yoktur.
Mehmed
Akif’in “Doğrudan doğruya Kur’an’dan alıp ilhamı/ Asrın idrakine
söyletmeliyiz İslâmı”
şeklindeki sözü ise, “asrın idraki” denilen ne olduğu belirsiz şeyi yüceltmesi
itibariyle elbette yanlıştır. İçinde yaşadığımız asrın idrakinin bir üstünlüğü
ya da fazileti yok. Hatta, birçok açıdan, geçmiş dönemleri aratacak şekilde aptalca.
*
Kara’nın şu sözleri de hatalarla malul:
Kaynaklara
dönüş hareketi ile modernleşmenin ve İslâmcılığın diğer ana
yönelişleri İslâmî ilimlerin nerede ise bütününün hem usul, hem ana
kavramların tarifi, genel muhteva ve hiyerarşi hem de değeri (ilmin, bilginin,
ulemanın, mezheplerin, tedavüldeki ana kaynakların değeri) itibariyle ciddi bir
değişikliğe uğraması hatta bazı özelliklerini kaybetmesi manasına da
gelecektir. İlmî tefsir (bazı ayetlerle modern bilimsel veriler ve teoriler
arasında kuvvetli ilişkiler kurma) hareketinin, meal çalışmalarının,
mevzu-zayıf hadis tartışmasının yeniden canlanmasının, sınırsız ve kuralsız
ictihad teşebbüslerinin, mezhep karşıtlığının, irade, hürriyet ve akıl öncelikli
“Yeni İlm-i Kelâm”ın, büyük ölçüde İslâmiyet öncesinden ve dört halife
sonrasından koparılmış İslâm tarihi ve siyerin… ortaya çıkışı bu ciddi değişmenin
hemen akla gelebilecek örnekleri ve neticeleridir.
Temel İslâmî ilimlerde
ortaya çıkan bu ciddi usul ve muhteva değişiklikleri hem mantık hem de
tedris-telif itibariyle bu ilimlere hayatiyet kazandıran medrese-ilmiye sınıfı
(ve kısmen tekke) tenkitlerinin de kaynağı veya meşrulaştırıcısı olacaktır.
Genel olarak bu fikir ve
arayışlar veya bunların uç örnekleri kısmen veya tamamen geleneksel
özelliklerini koruyan ulemadan, tarikat çevrelerinden, bazı kişi ve kurumlardan
tepki ve tenkit alacaktır. Zaten son bir-iki asırdır İslâmcılığın, Müslüman
aydınların iç tartışmalarının konularını ve şiddetini belirleyen bu arayışlar
ve altüst oluşlardır. (s. 39-40)
Kaynaklara dönüşe hiçbir alim hiçbir zaman karşı
çıkmamıştır. Her devirde ulema kaynaklara
dönüşü sağlamaya çalışmıştır. Bunun modernleşmeyle bir ilgisi yoktur, bu,
geleneksel tavırdır. Öyle olmasaydı mesela bir Meṣâbîḥu’s-Sünne yazılmazdı, diyelim ki yazıldı,
yüzüne bakılmazdı. Halbuki ona bir sürü şerh ve haşiye yazılmıştır. Bununla da
kalmamış, onu tamamlamak üzere yazılmış eserlerin de şerh ve haşiyeleri
oluşturulmuştur. (Mesela eseri tamamlamak üzere Mişkâtü’l-Meṣâbîḥ adıyla yapılan çalışmanın da pekçok
şerhi yapılmıştır. En meşhuru Mirḳātü’l-Mefâtîḥ’tir.
Son dönem ulema ve meşayihinden İsmail Çetin hocanın bütün talebelerine bu
şerhi okumalarını ısrarla tavsiye ettiğini biliyoruz.)
Kaynaklara dönmek, Kur’an ve hadîsleri öğrenmek
demektir. Bu öğrenme faaliyetinde tefsir ve şerhler elbette yol gösterici
olacaktır. Ancak, kaynaklara dönme
edebiyatı yapma ile kaynaklara dönme farklı şeylerdir. Bir kimse hem
kaynaklara dönme edebiyatı yapıyor hem de ulemanın geçmişte “kaynak”lar üzerine
yaptıkları çalışmalardan yüz çeviriyorsa, onun kaynaklara dönme diye bir
çabasının bulunmadığı, bunun sadece edebiyatını yaptığı anlaşılır. Çünkü
kaynaklara dönme çabası içine giren bir kimse, ulemanın geçmişte ortaya koymuş
oldukları eserlere karşı istiğna tavri içine girmesinin mümkün olmadığını
bilir.
Evet, kaynaklara dönüş, her devirde savunulmuş olan
birşeydir. Ahmed Ziyaüddin Gümüşhanevî’nin
(rh. a.) Ramuzü’l-Ehadîs’i yazmış ve tekkesinde okutmuş olması bunun
sonucudur. (Onda zayıf hadîslerin de bulunması bir kusur değildir, zayıf
hadîsleri bile atlamayanlar sahih hadîsleri hiç atlamazlar.)
Benzer şekilde Mehmed
Zahid Kotku rh. a.’in sürekli olarak Kur’an ve hadîslerin okunup
anlaşılmasını tavsiye ettiği görülür. Bunu, suyun menbaından/kaynağından içilmesine benzetir.
Sınırsız ve kuralsız içtihad teşebbüslerine gelince..
Bu her devrin sorunudur. Bunu Hz. Ali k. v. döneminde de yapanlar vardı: Haricîler.. Sayıları da hiç de az
değildi. Her devirde hak mezheblerin yanı sıra bid’atçi (yani sınırsız ve kuralsız içtihada dayanan) mezhebler mevcut
olmuştur. Bunun kaynaklara dönüp dönmemekle bir ilgisi yoktur. Hatta,
kaynaklara dönülmediğinde sınırsız ve kuralsız içtihat daha kolay yapılır,
çünkü o içtihatların doğruluğunun kontrol edilmesini sağlayacak mihenk
gözlerden saklanmış olur.
İrade, hürriyet ve akıl öncelikli “Yeni İlm-i Kelâm” bahsine gelince..
Hiçbir yeni “kelâm” İmam Matüridî’ninkinden
daha akıl öncelikli olamaz. Kitabü’t-Tevhîd’i
okuyan bunu görür, okumayana da ne anlatsanız boş. (Gerçi bu kitabı tercüme
eden Bekir Topaloğlu’nun bile oradaki ifadeleri anlayamamış olduğu da TDV
İslâm Ansiklopedisi’ne yazdığı “Allah” maddesinden anlaşılıyor.) İsmail
Kara’ya hiç duymamış, duymuşsa bile meseleyle ilgisini anlayamamış olduğu bir
kara haberim (Belki müjde olarak algılayacaktır) var: Son dönemin kelamcıları,
İmam Matüridî ile İmam Eş’arî’nin (Kur’an’dan
aldıkları ilhamla savundukları) aklı bıraktılar,
Kant’ın gönlünün peşine düştüler.
Kara’nın “Genel
olarak bu fikir ve arayışlar veya bunların uç örnekleri kısmen veya tamamen
geleneksel özelliklerini koruyan ulemadan, tarikat çevrelerinden, bazı kişi ve
kurumlardan tepki ve tenkit alacaktır” şeklindeki sözleri de yanlış..
Buradan anlaşılıyor ki, “geleneksel özelliklerini koruyan ulema”nın
yazdıklarından haberi yok. Mesela bir Hak Dini Kur’an Dili’ni baştan sona
okuma zahmetine katlandığını sanmıyorum. Mustafa Sabri Efendi’nin kitaplarını
okuyan biri de bu tür cümleler kuramaz. Ömer Nasuhi Bilmen’i, Babanzade’yi
bilen, anlamış biri böylesi cümleler yazamaz.
Gümüşhanevî ve Kotku rh. a. gibi tarikat çevreleri Kur’an
ve hadîs okunmasına karşı mı çıkıyordu?! Ömrü İngiltere’nin yeni kralı Charles’ın müslüman olduğu hurafesini yaymakla
geçmiş Kıbrıslı Nazım gibileri tarikat
çevrelerinin temsilcisi, ve onun müridi Mehmed
Şevket Eygi gibi (kitap okuma değil de biriktirme tutkunu) broşür allâmelerini de “münevver”
kabul ediyorsa o başka.
*
Kara’nın bir başka hurafesi, medeniyet-kültür
ayrımında kendisini gösteriyor. Güya İslamcılar böyle bir ayrım yapıyor,
medeniyetin evrensel, kültürün de yerel olduğunu düşünüyorlarmış.
Şöyle diyor:
Buna göre medeniyet (modern batı medeniyeti)
belli bir dine ve coğrafyaya ait olmayan, “insanlığın ortak malı”, evrensel,
dolayısıyla herkesin kendine göre benimseyip kullanabileceği bilim ve teknoloji
üzerinden tanımlanmış ve taklit edilmesinde bir mahzur görülmemiştir. (“Hikmetin
müminin yitik malı olduğu, nerede bulursa alabileceği” mealindeki hadis bu
çerçevede çok kullanılmıştır. Hikmetin bile bu kullanımda bilim ve teknolojiye
indirgenmesi dikkat çekicidir). Buna karşılık kültür başta din ve ahlâk olmak
üzere kendine ait, kendi kalması gereken unsurlarla tanımlanacaktır. Bir başka
şekilde söylersek medeniyet açılım-genişleme tarafını, kültür ise
korunma-muhafaza tarafını ifade etmektedir. Akif’in “Alınız ilmini garbın,
alınız sanatını/Veriniz hem de mesainize son süratini” beytinde geçen ilim
sadece modern bilimleri, sanat da tekniği, teknolojiyi ifade etmektedir. (s.
40)
Modern Batı medeniyeti “bilim ve teknoloji” üzerinden
tanımlanmışmış..
Böyle tanımlayan sadece sensin.
Batı medeniyeti diye adlandırılan şey bilim ve
teknolojiden ibaret değildir, onun bir zihniyeti, dini, hukuk sistemi, sosyal
yapısı, aile anlayışı, geleneği, kurumları vardır. Yani medeniyet ile kültür birbirinden ayrılamaz. Medeniyeti bilim ve
teknolojiden ibaret kabul ettiğinizde medeniyet kelimesi lüzumsuz hale gelir.
Bu durumda olayı izah için bilim ve teknoloji kavramlarını kullanmak yeterli
olur.
Üstelik, İslamcılar Batı bilimi ile teknoloji arasında
da ayrım yapmışlardır. İsmail Kara bunun farkında değil. Mesela (Albert Hourani’nin Çağdaş Arap Düşüncesi
adlı kitabında bahis konusu yaptığı) Hüseyin
el-Cisr (Ki ona Bediüzzaman Said-i
Nursî de eserlerinde atıfta bulunur), Risale-i Hamîdiye’sinde (Sultan Abdülhamid’e ithaf edildiği için bu adı
almıştır) Batı’nın bilimsel teorilerini İslam’ın bilgi anlayışı
(epistemolojisi) açısından sorgulamış ve onların kesin bilgi vermekten uzak bir
alay zan ve tahminden ibaret olduğunu söylemiştir.
Benzer şekilde Şeyhülislam
Mustafa Sabri Efendi de, eserlerinde, Batı’nın teknolojik üstünlüğü
yüzünden onların bilim anlayışlarının ve felsefî cereyanlarının da üstün olduğu
zehabına kapılındığını, bunun büyük bir hata olduğunu mükerreren söylemektedir.
Ancak, Kara’nın bu şekilde (sanki İslamcılar
yapıyormuş gibi göstererek) bizzat kendisinin yaptığı medeniyet-kültür ayrımı
çerçevesinde İslamcılar’ın modern teknoloji konusundaki yaklaşımlarını
sorgulaması, ilk anda akla gelen şekilde kafasının çalışmamasından değil,
kurnazlığından kaynaklanıyor. Böylece, düşüncesiz düşünür ve şiirsiz şair İsmet Özel’in “Teknoloji kültür getirir”
şeklindeki hurafesini kendince kurtarmaya çalışıyor. Yani ona göre, Batı’nın
teknolojisini alırsanız kültürü de beraberinde gelecektir.
Gerçekte medeniyetin bir evrensel tarafı vardır. Yani
medeniyet, aslında evrensel birşeydir. Bunun nedeni, insanların insan olmaları
hasebiyle, yani Hz. Adem atamız ile Havva anamızın çocukları olmaları
itibariyle bir tarağın dişleri gibi eşit
ve birbirine benziyor olmalarıdır. Bu yüzden mesela tıp alanında “Türkler için tıp, İngilizler için tıp,
Zenciler için tıp” diye bir ayrım yapılamaz. Tıp, herkes içindir,
insanlığın ortak malıdır. Türkler’in beyin ameliyatı için ayrı, Ruslar’ın beyin
ameliyatları için ayrı uzmanlar, teknoloji, ekipman ve personel kullanılması,
ayrı prosedürler ve tedavi yöntemleri geliştirilmesi düşünülemez. Türkler için
ayrı, Japonlar için ayrı psikoloji ve psikiyatri kitapları yazılıp okutulması da
olabilecek birşey değildir. Bir mobilya firması bir yatak ya da koltuk
ürettiğinde, “Şu koltuk zenci
iskeletine, bu da Türk iskeletine uygun” diye bir ayrım yapamaz, yapmaz. Bir
koltuk Türk için uygunsa, onu rahat ettiriyorsa, zenci için de uygundur, onu da
rahat ettirir. Bunlarda yerellik, yerlilik olamaz. Bu anlamda medeniyet
evrenseldir.
Ancak, Batı
medeniyetinden ya da bir Uzakdoğu
medeniyetinden söz ettiğimizde, artık medeniyet denilen olgunun evrensel
yönlerini değil, sadece Batı’ya ya da Uzakdoğu’ya özgü yönlerini anlarız. O
yüzden bir Türk edebiyatından ve
İngiliz edebiyatından söz etmek mümkün olur. Bir Türk mutfağı ve Fransız mutfağından söz etmek mantıksız
olmaz. Bunlar farklılık gösterebilir. Buna karşılık birbirlerinden farklı birer
Türk dış hekimlği ve Fransız diş hekimliği olamaz. Olursa da
birisi daha gelişmiştir, diğeri ise ilkel ya da geri kalmıştır, o kadar.
Farklılık Türk’e ya da Fransız’a özgülük
noktasından olmaz.
İmdi, bir teknoloji ürünü olan tabancanın icadı ve
geliştirilmesi olayı üzerinde düşünelim. Bunu mesela bir Batılı icat etti diye Batılı’nın kültürü
onunla beraber gelmez. Türk icat edince de Türk kültürü onunla birlikte Batı’ya
seyahate çıkmaz. Onun kullanımında herkes kendi karakteri, mizacı, zevki ve
zihniyetine göre ayrı yol tutar. Birisi bunu salt savunma amaçlı olarak
kullanır, bir başkası ise banka soymak için. Birisi onunla ava çıkar, birisi
ise ancak polis vs. ise eline alır. Bir başkası da sadece koleksiyon
meraklısıdır, bunun için satın alır.
Fikirsiz mütefekkir İsmet’in yeteneksiz müridi Kara,
yukarıya aldığımız havaî (hava cıva kabilinden) laflarının ardından şu havalı
cümleyi kurmuş:
İslâm dünyasında ve Türkiye’de
hâlâ yaygın bir kabule mazhar olan bu
naif ayırımın felsefî olarak güçlü bir dayanağı olmamakla beraber siyasî
ve psikolojik fonksiyonlarını gözardı etmemek gerekir. (s. 40)
Zeytinyağı gibi üste çıkma diye buna derler. Ege
zeytinyağlarının İsmail Kara’dan öğrenceği çok şey var.
Anlattığın kendi hikayen İsmail efendi! İstediğin
kadar gülebilirsin!
*
Kara’nın şu lafları da çok doğru değil:
Geleneksel yapıların, tarikatların (yakın zamanlarda
cemaatlerin), muhafazakâr-dindar kitlenin, geleneksel din anlayışı ve
yaşantısının/Müslümanlığın İslâmcılık hareketi açısından nerede durduğu
başından beri çift taraflı işleyen tartışmalı ve nazik bir konudur. Bunun
birkaç sebebi var. Muhtemelen en önemlisi İslâmcılık hareketinin büyük ölçüde tasavvuf kültürünü, tarikatları
geleneksel din anlayışının da sorumlusu tutarak ifsat olmuş ve ifsat edici bir
din yorumu ve yaşama üslubu olarak görmesi, mevcut kötü durumun ana
sebeplerinden biri olarak değerlendirmesidir. İslâmcılığın modernleşmeye uyum
istikametinde gelişen fikir ve arayışlarının önündeki din merkezli en
dayanıklı muhalefet odaklarından biri olarak görülmesi de geleneksel yapıları
karşı ve menfi tarafa itmektedir. (Bu noktada İslâmcılık bütün tarihi boyunca
siyasî merkezlerle ve Cumhuriyet ideolojisi dahil modernist projelerle büyük
ölçüde aynı çizgide yer almaktadır). (s. 21)
Bu
tür genellemelerden uzak durmak gerekir.
Modern
(bu çağdaki) tasavvufî hareketleri eleştiren “İslamcı”ların önemli bir bölümü,
onlardaki Şeriat’e aykırı hususlar üzerinde duruyorlar.
Kemalistlerin tarikatlara
düşmanlığının ardındaki saikler bununla ilgisiz. Mesela bir müslüman da, bir
komünist de kapitalist sömürüye karşı çıkar, bundan, ikisinin aynı çizgide yer
aldıkları sonucu çıkmaz.
*
Kara’nın
makalesinin ‘sakat’ bölümlerinden birini İsmet
Özel hakkında yazdıkları oluşturuyor.
Okuyalım:
İdeolojik çatışmaların,
sağ-sol kavgalarının, anarşinin her şeyi kuşattığı 70’li yıllar bitmeye doğru
giderken İsmet Özel’in, Türkiye’deki İslâmcılık düşüncesini yeni bir merhaleye
intikal ettirecek, sorularla cevapların yapısını ve mantığını değiştirecek olan
Üç Mesele: Teknik Medeniyet
Yabancılaşma kitabı yayınlandı (1978). Öncülere (mücadeleyi yürütmekle
kendini görevli sayanlara) seslenmeyi amaçlayan kitap “Türkiye’deki bir bölük
Müslümanın dağınık bir biçimde sözünü ettikleri yabancılaşma, medeniyet ve
teknik gibi konularda belirgin bazı yanlışlara kapıldıkları”nı vurgulayarak
bir “ayıklama”yı teklif ediyor. Ayıklanacak, belki tasfiye edilecek olan şey
muhafazakârlıkla radikallik ve siyaset arasında sıkışmış olan İslâmcılık
düşüncesinin, Türkiye’deki İslâm anlayışının ana kabulleri, hatta düşünme
biçimidir. Bu bakımdan kitap üslup olarak değilse de muhteva olarak sert bir
tenkit kabul edilebilir. Özellikle dinîleşme ile medenileşme (tedeyyün-temeddün)
arasında kurulan kuvvetli ilişkilere ve tekniğin düşünce ve inançtan âri bir
araç düzeyinde kabul edilmesine yönelttiği tenkitler, sorduğu sorular ve
yaptığı açıklamalar Türk düşüncesinin ve İslâmcılığın (Said Halim Paşa,
Nurettin Topçu gibi istisnalar hariç) pek alışık olmadığı ve anlamak için
zorlandığı hususlardır.
İsmet Özel’in daha sonra
yazdığı yazılarla şerhettiği ve Türkiye’nin gidişiyle kuvvetle
ilişkilendirdiği bu yaklaşımı, özellikle kitabın sonunda sorduğu soru hâlâ
önemini ve ağırlığını koruyor: “Güçlü bir topluma ulaşıp onun müslümanlaşmasına
mı, müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız?” (s.
33-4)
Gerçekte İsmet Özel’in yazdıklarının İslamcılıkla
hiçbir ilgisi yoktu. O, solculuk dönemindeki sığ ve saçma ezberlerini İslamcı kesimin gündemine taşımıştı, olay bundan ibaretti.
Aynı şeyleri bir solcu (komünist) sıfatıyla söyleseydi
İslamcı gençler onları okunmaya değmeyecek ithal
yabancı fikirler olarak göreceklerdi.
Özel’in üç
meselesi (üç masalı) teknik, medeniyet ve yabancılaşma kavramlarından
oluşuyordu.
Tekniğe bakışı tamamen Marksist bir temele dayanıyordu: Alt yapı (ekonomik yapı ve düzen) üst yapıyı (ahlâkı, zihniyeti, sosyal ilişkileri, siyasî yapıyı)
belirlerdi. Teknoloji de belirli bir ekonomik düzenin tapulu malıydı,
dolayısıyla o ekonomik düzenin sahiplerinin zihniyetinden başka birşeye izin
vermezdi.
Bu düşüncesiz düşünür, fikirsiz mütefekkir, söz konusu
masal kitabında “Traktör cikletsiz olmaz”
diyerek zırvacılık alanında zirveyi yakalamıştı. Yani ona göre, bütün
köylülerimiz ciklet tüketmekten helak olma durumundaydılar.
Bu
şiirsiz şair taslağının yazdıklarının İslamcılıkla bir ilgisi yoktu, fakat
edebiyat dünyamıza önemli bir katkıda bulunmuş durumdaydı: Bilgi ve mantık
bakımından bomboş bir kafanın da eksantrik cümleler kurabileceğini yazılarıyla
ispat etmişti. Edebiyatçı kafası davul gibiydi, boş olunca özgüveni daha fazla
oluyor, sesi daha gür çıkıyordu.
Ona göre, madem ki teknolojiyi gâvur geliştirmişti, o
halde teknolojiyi kullanmanız sonuçta gâvurlaşmanıza yol açardı.
Solculuğun, komünistliğin çok revaçta olduğu bir
dönemde kendi mahallesini bırakıp İslamcı kesime iltihak etmiş bir şairin
hidayete eriş öyküsünden büyülenen cahil ve saf İslamcı gençlik, İsmet’in
alışkın olmadıkları üslubu ve jargonu karşısında hipnotize olmuştu. “Ne demek istiyor
bu artist, müslüman mahallesinde bu salyangozların işi ne?” diye olayı
sorgulamak akıllarına bile gelmemişti.
Böylece, gemicilik
teknolojisi alanında çağının önünde olan Hz. Nuh a. s., bütün
sanayileşmenin en temelinde yer alan demircilik alanında zamanının önüne geçen,
demirciliğe çağ atlatan Hz. Davud a.
s., İslam’la ve İslamcılıkla bağdaşmayan faaliyetlerde bulunmuş, bugünün küfür
teknolojisinin geçmişteki temellerini atmış insanlar haline geliyorlardı.
Medeniyet bahsinde de Rousseau’nun
peşine düşmüş olan Özel’e göre, İslam bedevîleşmek
demekti. Yazdıklarından çıkan sonuç buydu.
Yabancılaşma (Entäußerung) ise zaten (kelime olarak değilse de yüklenen özel
anlam olarak) tümden Marx’ın icadıydı.
*
Böylece fikir
teröristi ve ideolojik sabotör/sabotajcı İsmet, İslamcıların gündemine üç
tane saatli bomba yerleştirmiş oluyordu.
Bu bombalar patlayacak ve resmî ideolojiyle hesaplaşma derdindeki İslamcılar artık kendi
aralarında “Yok teknik iyiydi, yok kötüydü, yok medenilik iyidir, yok değildir”
türünden deli işi konuların tartışıldığı bir “cinnet mustatili (dörtgeni)”ne
hapsolunacaklardı. Bir kapı bulup kendilerini dışarıya atmaları ise ancak
herkesin “dumur” olup ne söyleyeceğini de, ne düşüneceğini de bilemediği 28 Şubat Süreci sonrasında mümkün
olacaktı. O arada İsmet de, daha bütün bu yaşamış olduklarının ne anlama
geldiğini bile kavrayamamış olan şaşkın İslamcılara yeni bir saatli bomba
hediye edecekti: “Kalın Türklük”.
İslamcıların kendisi gibi bir sabotajcının hainliğini keşfedememiş kalın
kafalılar olduklarını düşündüğü için olsa gerek, onlara sunduğu Türkçülük de
kalındı. Yazdığı Kalın Türk adlı kitabı piyasaya süren yayınevi’nin adı ise Tiyo
idi.
İsmet, kalın kafalı İslamcıları ti’ye alıyor, nanik
yapıyordu.
*
Şiir diye pazarlanan karalamalarında şiiriyet namına
sadece birkaç mısraya tesadüf olunan bu bomba uzmanı sabotajcının “Güçlü bir
topluma ulaşıp onun müslümanlaşmasına mı, müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine
mi çalışacağız?” şeklindeki sözü ise, bedensel değilse de zihinsel engelli bir
vatandaşın sorabileceği bir soru durumundaydı.
Sorusu, “Spor yapıp güçlenip de mi kitap okuyup
bilgileneyim, kitap okuyup bilgilenip de mi spor yapayım?” sorusundan daha
mantıklı değildi.
Güçlü bir toplum olmaya çalışmak ile, müslüman bir
toplum olmak için uğraşmak, birbirine zıt ya da birbirine engel şeyler değildi
çünkü.
İnsan, “Yürüyeyim mi, düşüneyim mi?” diye yürüme ile
düşünme arasında karşıtlık ilişkisi kuruyorsa, aptalın tekidir.
Hem yürü, hem de düşün!
*
İsmet olayında asıl sorun şu: Bu şiirsiz şairin
yazdıklarının muhasebesinin, ancak Marksçılığın gelir gider defterine kaydedilerek
yapılabileceği unutuluyor.
İsmail Kara’nın (üstelik bir de prof. unvanı varken)
bunu anlayamamış olması Türkiye’ye özgü bir garabet.
Olivier Roy
bile, İslamcılığın iflasını ilan ettiği kitabında, “İslamî/İslamcı
aydın” ile, “düşüncesini bilinçli olarak İslam’ın
kavramsal çerçevesi içinde düzenleyen aydını” kast ettiğini
belirtmektedir.
Evet,
düşüncesini bilinçli olarak (bilinçsizce, farkında olmaksızın değil,
şuurunda/farkında olarak) “İslam’ın
kavramsal çerçevesi” içinde düzenlemek, İslamî/İslamcı/müslüman aydın
olmanın temel şartıdır. Roy, bunu anlamış.
Düşüncesiz
düşünürün kullandığı kavramsal çerçeve, Marksistlere ait.. Ve İsmail Kara,
bunda eşi bulunmaz bir İslamcılık incisi bulunduğuna inanmamızı istiyor.
Cehaletin bu
kadarı demek ki ancak tahsille mümkün olabiliyor. Doçentlik bile kurtarmıyor,
adamın prof. olması gerekiyor.
Buradan İsmail
Kara’ya bir ev ödevi veriyorum: Thomas Kuhn’un Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı
kitabını (paradigmanın, kavramsal çerçevenin önemini anlamak için) beş defa
okuyacak, bir kere de dolmakalemle deftere geçecek.
Anlayışı
biraz kıt olduğu için bir defada meseleyi çözmesi mümkün değil gibi görünüyor. Fakat dördüncü
okuyuşunda biraz sökeceğini tahmin ediyorum.
*
Türkiye İslamcılığını tarihsel dönemlere ayıran Kara,
1980 sonrasını “uyum ve entegrasyon
dönemi” olarak adlandırıyor. Yani “düzen”e
uyum ve entegrasyon.
Doğal olarak, bunu sadece İsmet’in tahrip gücü yüksek
bombaları gerçekleştiremezdi. O, araziyi temizliyor, yeni imar faaliyetleri
için hazır hale getiriyordu.
Bu aşamada devreye kimlerin girmiş olduğunu, Kara’nın
şu ifadeleri ortaya koyuyor:
Uyum
ve Entegrasyon Dönemi (1980 sonrası):
Türkiye’de İslâmcılık düşüncesi
ve hareketinin seyri açısından da önemli bir dönüm noktası olarak mütalaa
edilmesi gereken 12 Eylül askerî darbesi sadece siyasî partileri, bu arada MSP’yi
kapatmak ve liderlerini tutuklamakla kalmadı, sağ, sol, İslâmcı demeden bütün
aktif siyasî hareketlere, dernek ve vakıflara da gözdağı verdi, her çevreden
birçok insanı hapse attı, birçok yayın organını kapattı, bazı kitapları
yasakladı, bazı dernek ve vakıfların başına emekli paşaları getirdi, herkesi
susmaya ve belki anlaşmaya zorladı. Arkasındaki iç ve dış destek de muhtemelen
60 darbesinden daha kuvvetli idi. İhtilâlin gerekçeleri arasında irtica -bölücülükle de bir şekilde
ilişkilendirilmiş olarak- yine ön sıradaydı.
Türkiye’yi Soğuk Savaş
sonrası döneme hazırlayan15
bu sürecin de İslâmcılık tarihi
açısından kendine mahsus özellikleri var:
a) Her ne kadar
İslâmcılık düşüncesi ve hareketi 70’li yıllardan tevarüs ettiği entelektüel ve
hissî birikimle, hareket kapasitesiyle ve İran devriminden aldığı psikolojik
destekle 80’li yıllar boyunca varlığını, görünürlüğünü ve sesini bir şekilde
sürdürmeye devam ettiyse de bu dönemde tarihinde hiç olmadığı kadar uyum hattına doğru kaydığı/buna zorlandığı
da açıktır. 12 Eylül rejiminin iç ve dış müttefiklerinin Turgut Özal gibi
(MSP’den milletvekili adayı, Demirel’in bürokratı ve müsteşarı,
takunyalılardan, tarikat mensubu, büyük sanayicilerle çalışmış,
milliyetçi-muhafazakâr, sağ cenahın cemiyet ve vakıflarında bulunmuş, mühendis,
son olarak ANAP’ı kurmadan önce ABD’de zayıflamış…) bir tipte karar kılması ve
1983 seçimlerinde nerede ise bütün İslâmcı grupların, tarikat ve cemaatlerin
kahir ekseriyetinin oyunun ANAP’a akması (1965 seçimlerinde Demirel ve AP
benzer bir netice almıştı) işin hangi istikamete doğru akacağının açık
işaretlerini vermişti.
b) Bu dönemin yaygın
kavramlarından biri yeni üretilen ve terörle, silahlı mücadele ile, kanla,
şeriat ve hilafet merkezli siyasî taleplerle, şiddetle, İslâm devletiyle,
demokrasi ve laiklik karşıtlığıyla, radikal ve fundamentalistlikle ilişkilendirilen
“siyasal İslâm”dır ve irtica gibi mahkûm ve tasfiye edilmek
istenen muhalif, aktivist dinî düşünce ve hareketlerin gayrimeşru sayılması,
devredışı bırakılması için bir araç olarak kullanılmıştır. Bunun karşısına ise
sıcak bakılan, mûnis bulunan, müsaadeye mazhar olan “kültürel/ılımlı İslâm” yerleştirilecektir. …
Türkiye’yi de çok süratli
bir şekilde etkisi altına alan bu yeni siyasî çerçeveler karşılık bulmakta
gecikmedi; tahmin edileceği üzere “kültürel/ılımlı
İslâm” hattı büyük kabule mazhar oldu. Son çeyrek yüzyıl içinde Medine sözleşmesi tartışmaları, birarada
yaşama ve hoşgörü edebiyatı, çokhukukluluk, dinlerarası diyalog, medeniyetler
ittifakı, sivil toplumculuk… gibi slogan değeri ve hissiyatı kuvvetli
fakat muhteva olarak büyük ölçüde boş ve işlenmemiş başlıkların İslâmcı gruplar
ve cemaatler arasında, Diyanet ve İlahiyat Fakülteleri dahil devletin dinle
alakalı kurumları içinde bulduğu karşılık üzerinde düşünmeye ve yorumlanmaya
değer niteliktedir. Küreselleşme
programlarına, liberal söylemlere, serbest piyasacılığa, çevreciliğe, Avrupa
Birliği taraftarlığına, demokrasi havariliğine… kolaylıkla eklemlenen bu
süreç az sayıdaki muhalif İslâmcı kişi, kurum ve çevreleri rahatlıkla
marjinalleştirecek, gayrimeşru ve etkisiz hale getirecektir.
Uyum ve entegrasyon
hattını kuvvetlendiren en genel ve etkili fikrî temayül bu seküler ve laik anlayışa doğru
açılan çizgi üzerinde gerçekleşti denebilir.
c) Bu yeni temayülün
siyaset sahnesindeki en açık göstergesi Erbakan-MSP çizgisinin “milli
görüş”ten saparak slogan değeri daha yüksek ama muhteva olarak daha zayıf “âdil
düzen” projesinde karar kılması ve çokhukukluluk başta olmak üzere küreselleşme dönemi söylemlerine
katılmadaki heveskâr tutumu olmalıdır. Erbakan’ın Anıtkabir ziyaretlerine başlaması, bağımsızlık fikri üzerinden “Atatürk yaşasaydı Refah Partili
olurdu” demesi, tekpartili yılları tenkit ederken 1938 öncesini yani Mustafa
Kemal Paşa dönemini dışta bırakması, ..
2000’li yılların başında
kurulan ve kısa bir zaman içinde tek başına iktidara gelen, tek başına
iktidarını üç seçim döneminde sürdüren AKP’yi
içinden geldiği hareketten siyaset ölçüleri itibariyle daha başarılı, fikrî
olarak daha iddiasız ve geri çekilmiş, İslâmcılıktan
vazgeçmiş bir siyasî parti haline getiren de RP ile başlayan uyum ve entegrasyon çizgisini daha ileriye
götürmüş olmasıdır. …
ilk bakışta müsbet
tarafları önde gözüken gelişmeler aynı zamanda İslâmcıların bütün katmanları
ve renkleriyle sisteme, sistemin mantığına entegrasyonları, hatta bir aşama
sonra sistemin taşıyıcıları oldukları manasına da gelecektir. (Daha önce de
ifade edildiği üzere İslâmcılık düşüncesinin birçok kanadında zaten devletin
kendilerinin olduğu fakat yabancılar tarafından idare edildiği, kendilerinin
bunu daha doğru ve iyi şekilde yapacağı istikametinde kuvvetli bir fikir
vardı). Dolayısıyla sisteme dahil olmanın bir tarafı normalleşme ise diğer
tarafı bir bakıma kendi olmaktan vaz geçme ve kan kaybetmedir.(s. 34-6, 38)
Bunlar
yaşandı..
Uyum
ve entegrasyon, önce söylemde, benimsenen
gündemde ve tartışma konularında başladı.
(Burada
şunu belirtmeliyim, İskenderpaşa Cemaati’nin Sağduyu Partisi, uyum ve entegrasyon çizgisini –söylem düzeyinde-
AKP’den bile daha ileriye taşıdı. Partilerinin internetteki sitesine
bakıldığında onlara İslamcı demenin mümkün olmadığı ortaya çıkıyor. Fakat
liderlerinin söylemleri, bozkurt-çu
olarak nitelendirilmelerine imkân veriyor. Yine de Haydar Baş belasını geçebilmiş değiller.)
Uyum
ve entegrasyonda, İslamcı oluşum, grup ve cemaatlere sızdırılmış olan “nüfuz/tesir/etki ajanları”nın da
önemli katkısı vardı.
Satın
alınamayanlar bu şekilde manipüle edildi ve/veya kullanıldılar.
Bazıları
ise doğrudan satın alındı.
Mesela
Yeni
Asya grubunun lideri merhum Mehmet
Kutlular, 12 Eylül darbesinin akabinde MİT’ten
bir albayın gelip kendisine işbirliği teklif ettiğini açıklamıştı. Ona üç
tane teklifte bulunmuşlardı. İkisi önemliydi: Atatürk’le uğraşmayacak ve yurtdışında kendileriyle birlikte Millî
Görüşçüler ile Süleymancılar’a karşı mücadele vereceklerdi.
MİT’çilerin
Millî Görüşçüler ile Süleymancılar’ın liderlerine de benzer bir teklifle gitmiş
olmadıklarını nasıl bilebilirdik?
“Atatürk’e
dil uzatmayın ve yurtdışında bizimle birlikte Nurcular’la mücadele edin” demiş
(ya da dememiş) olabilirler miydi?
Nitekim
merhum Kadir Mısıroğlu,
Süleymancılar’ın önemli isimlerinden (Adalet Parti ve
Demokratik Parti’den Mersin ve Samsun milletvekilliği de yapmış bulunan emekli
vaiz) Hilmi Türkmen’e de benzer bir teklifin yapılmış olduğunu defalarca
yazdı.
Ona da,
kendileriyle işbirliği yapması ve Süleymancılar’ı Atatürk karşıtlığından
uzaklaştırmayı kabul etmesi karşılığında Diyanet İşleri başkanlığı makamını
teklif etmişlerdi.
Kabul etmemiş, fakat kendisine o teklifi yapan MİT’çiyi
bir zaman sonra Fethullah Gülen ile al takke ver külah samimi dostluk
yaparken görmüştü.
Darbe
sonrası dönemler, böylesi “satın almalar” için uygun zemini hazırlıyordu. O
yüzden 28 Şubat Süreci sonrasında da merhum Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan hocaya gidip böylesi bir işbirliği
teklifi yapmışlardı. Kabul etmemiş ve bunu cemaate açıklamıştı.
Ya
böylesi teklifleri alıp da açıklamayanlar?..
Ya
Aczmendi
prefabrik tarikatı şeyhi Müslüm Gündüz ile 28 Şubat döneminin cinci şeyhi Ali Kalkancı gibi “yerli-milli imalat, made in Turkey damgalı” tipler?
Mesele
sadece uyum ve entegrasyondan ibaret değil.