DERİN OYUNLAR

 



Dr. Nurullah Çakmaktaş’ın “Dini Radikalizmin Ana Akım İslamcılara Yönelttiği Tenkitler” başlıklı makalesinde şu ifadeler yer alıyor:

Bazı cihâdi selefi ideologlar, müesses nizamların kendi sistemlerini meşrulaştırmak adına ana akım İslamcıları nasıl kullandığına sıklıkla vurgu yapmış ve İslamcıların ise bu durumun farkında olmamasından yakınmışlardır. Mesela el-Makdîsî’ye göre; “tağutî” sistemlerin, İslam davetçilerini tuzağa düşürmek adına başvurdukları yöntemlerden biri de kendileri için potansiyel düşman gördükleri komünizm gibi ideolojiler ile mücadelede bazı İslamcıları ve ulemayı kullanıp ön plana çıkarmalarıdır. Ortak düşman olarak görülen bu ideolojilerle mücadele etmeye bu kimseler de gönüllü olur ve durum bir yandan müesses tağuti düzenin sağlamlaşmasına katkı sağlarken diğer yandan da halk nezdinde sistemin meşruiyetinin güçlenmesine neden olur. Böylece bu kimseler bütün enerjilerini tağuta karşı mücadele yerine kendilerine hedef olarak gösterilen ideolojiler uğruna tüketirler. Nihayetinde gün gelir bu kimseler sistemin hizmetçisi ve destekçisi konumuna gelmiş olur. Oysa ona göre; bu ideolojiler Müslümanlara düşman olsalar da asıl olan yakın düşmana karşı savaşmaktır. Zira yakında olan düşmanın tehlikesi, bozgunculuğu ve fitnesi uzakta olan düşmanınkinden daha şiddetlidir (El-Makdîsî, 1984, 66-67).

Meselenin özü bu olmakla birlikte olay çok daha karmaşık..

Böylesi durumlarda düzen, bir yandan Müslümanlar’a “Canbaza bak canbaza!” kıvamında “Bakın ortak düşmanımız şunlar, uyumayalım” derken, diğer taraftan o “ortak düşman” olarak nitelendirilen kesimlere de, “Ortak düşmanımız bu gericiler, irtica; sizin gibi ilerici olan rejimle değil bu gericilerle mücadele etmelisiniz, rejimin gericilik ve irtica ile savaşımında onun yanında yer almalısınız” mesajını verir.

Buna da kendi aralarında “iti ite kırdırma taktiği” adını verirler.

Bu numara, hemen her kesime karşı sergilenir. Bir zamanlar Türkiye’de aynı silahın sabah solcular, öğleden sonra da sağcıların elinde cinayet aletine dönüştüğü, aynı odağın iki tarafı da birbirine kırdırmış olduğu biliniyor.

*

Sadece bu da değil.. Mesela bazıları Ehl-i Sünnet hesabına Selefîlerle, Vehhabîlerle, Şia ile mücadele etmeleri yönünde teşvik edilir, desteklenirler.. Bu mücadele için ihtiyaç duydukları imkânlar önlerine serilir..

Öte yandan, Selefî geçinen bazı ahmaklara da, mesela şöyle şeyler söylenir: “Atatürk aslında bu müşrik tasavvufçuların tekkelerine kilit vurmakla iyi yaptı. Bunu da görmeniz lazım.”

Evet, Türkiye’de sözde Selefî geçinen fakat rejimin laikliğini (siyasal dinsizliğini) umursamayıp salt tarikatlarla uğraşan tipler de var.. Gördük..

Böylece, Haydar Baş belası ve Cübbeli Zahmet gibi şaklaban tarikatçılar vatanseverlik adına, onlarla kanlı bıçaklı olan Vehhabî meşrep dangalaklar da tarikat düşmanlığı hesabına Atatürk güzellemesi yapar.

Yapıyorlar.. Modern zındık Mustafa Öztürk, Develili Darwin Mustafa İslamoğlu, Cübbeli Felaket, ve Haydar Başçılar, mevzu Ali Rıza oğlu Selanikli Mustafa’ya gelince “Gerisi teferruat” moduna girebiliyorlar..

Fakat, rejimin numaraları bunlarla da sınırlı değildir.. Sinekten yağ çıkartacak kadar ustadır..

Mesela, Bediüzzaman’ın (belki de boş bulunup) yazdığı iki üç satırdan hareketle Aczimendeburiye diye bir tarikat bile kurdurur.

Sadece yeni tarikat kurdurmakla kalmaz, mevcut tarikatlarda da kendi adamlarının şeyh olup posta oturmasını sağlar.

*

2006 yılının Mayıs ayıydı, İskenderpaşa Cemaati’nin bir derneği, kıramadığım birisini araya koyup rica minnet ile misyonerlik konulu bir paneli yönetmem teklifinde bulunmuştu.

Panel, Haliç’te Feshane’de yapılıyordu.

Konuşmacılardan biri Prof. Yümni Sezen’di.. Misyonerlerle mücadele gönüllüsü bir müslüman havasındaydı fakat aynı zamanda laik devletçi şedit bir ırkçı pozu vermekten de geri kalmıyordu.

Bir diğer konuşmacı, Prof. Recep Kılıç diye bir ilahiyatçıydı.. Bu da Yümni Sezen’den pek farklı değildi..

(Bu şahıs, yayına hazırladığı Babanzade Ahmed Naim Bey’e ait bir kitapta onun “insan iradesi”nden bahsederken “ihtiyar sahibi, seçme ve tercihte bulunma konumunda olan” anlamında kullandığı “muhtar” kelimesine “seçilmiş” anlamını veren, okuduğunu anlamaktan aciz şaşkın.. Tipik boş kafalı laik Türkiye ilahiyatçısı..)

Üçüncü konuşmacı ise Prof. Şinasi Gündüz diye pos bıyıklı bir dinler tarihi uzmanı ilahiyatçıydı.. Nasıl biridir bilmem..

Panelin yanı sıra Banu Avar adlı ödüllü Atatürkçü ve de laik devletçi avara kasnak bayan gazeteci de teatral bir sunum yapmış, Türkiye’yi misyonerlerden aşk ve şevkle kurtarmıştı.

O panelin yapıldığı gün anladım ki, derin devlet İskenderpaşa’ya kılcal damarlar düzeyinde nüfuz etmiş, fakat bizim haberimiz yok..

*

Cemaat adına yapılan en küçük bir etkinliğin bile kendisinden habersiz gerçekleştirilmesine müsaade etmeyen, cemaat fertlerinin öksürmesini bile izne bağlayan şeyhlik ve liderlik heveslisi pimpirikli “şıh damar” Nureddin’in bu panelin düzenlenmesine ve AKRA FM’de duyurulmasına yeşil ışık yakması da, benim yöneticiliğime itiraz etmemesi de nedensiz değildi..

Şıh damar ile kılcal damarlar derin devletin güdümünde şövalyelik yapıyor, el ele kol kola yeldeğirmenlerine karşı savaş veriyorlardı.. Onlar varken Türkiye misyonerlere teslim olamazdı.

Sanki misyonerlerin eli İskenderpaşa’ya kadar uzanmıştı da müridan onların tuzağına düşmesin diye bilgilendiriliyordu.

O gün için devletin yüzeyseliyle olmasa da derini ile bir “ortak düşman” bulmuşlardı: Misyonerler.. Birkaç yıl sonra Şıh Nureddin “düzen”le olan “ortak payda”ları çoğaltacak, “boz kurt” toteminin önünde secdeye kapanacaktı..

(Panelin düzenlendiği sırada henüz iki aylık “sözleşmeli” devlet memuruydum.. Basit bir memur.. Oynanan oyunu yıllar sonra çözebildim.. “Babasının oğlukontenjanından şeyh olan mirasyedi Nureddin için derin filmciler 1980’lerde Fethullah Gülen için yapılana benzer şekilde “devletin uğraştığı adam” formatında efsunlu bir illüzyon imal etmeye, algı operasyonu tezgâhında ona “rejimin çekindiği şeyh” kostümü üretmeye çalışırken, benim başıma da “devletin adamı” marka bir çuval geçirmeye uğraşıyorlardı. Ayağıma giymem için ördükleri çorap da “derin” markaydı.. Bir süre sonra, İsmet Yılmaz vasıtasıyla bu şekilde devlet memuru olmama izin verilmesinin, derinlerin buna engel olmamasının ardındaki nedeni sezmeye başlamıştım, fakat kesin biçimde emin olmam, Ümraniye’de ana caddede karşılaştığım İsmail Budak’ın beni bilgilendirmesi sayesinde olmuştu.. Evet, Cemaat içindeki “derin hoparlörler” boş durmamışlar, hakkımda hikâyeler anlatmaya başlamışlardı.. Şıh Nureddin hazretleri derinlerin korkusundan ailesiyle Avustralya’ya gitmiş, daha önce Esad Efendi’nin yerleşmiş olduğu Brisbane’da bir villada bir eli yağda diğeri balda sefa sürmenin ıstırabıyla kavrulmaya başlamışken, sekiz çocuk babası Seyfi Say devlet tarafından sözleşmeli memur yapılmıştı.. Zavallı Nureddin cipini Avustralya’ya götüremediği için Brisbane’da yenisini almak zorunda kalıyor, ömrü halkın arasında minibüslerde, belediye otobüslerinde geçerek milletiyle birlikte yaşamanın keyfini süren Seyfi’nin aksine çok sevdiği halkından uzaklığın hasretiyle cipler eskitiyordu. Bir tarafta ülke beğenmeyen, istediği yerde yaşayabilen, kıtalar dolaşan, kızının düğününün devamını “yüzükler”in hatırına Yeni Zelanda’da getiren, “Amerika’da mı yaşasam, Avustralya’da mı, Yeni Zelanda’da mı?” diye düşünüp kaşınmaktan yorulan zavallı Nureddin, diğer tarafta keyfi yerinde Seyfi.. Esad Efendi’nin “MİT tarafından öldürülmesinden korktuğunu” söyleyerek ABD’ye yerleştirmek istediği Seyfi Say ABD vize vermediği için Türkiye’de kalmış, kendisine bir şey olmadığı gibi devlet memuru yapılmıştı.. Zavallı Nureddin ise her gitmek istediği yer için derhal vize alma felaketini yaşamanın ıstırabı içinde kıvranan bir holding patronuydu, pardon “doğal lider”iydi.. Cemaat’in şunu anlaması gerekiyordu, devlet asıl hormonsuz doğal lider Nureddin’le uğraşıyordu, kaçıp Avustralya’ya yerleşmesine bile sebep olmuşlardı; İstanbul Siyasal’dan arkadaşları müsteşar, vali, kurum başkanı, genel müdür vs. olan Seyfi ise lise mezunlarına özgü bir memuriyetle devlet tarafından baş tacı ediliyordu.. Evet, sahnelenen tiyatro biraz sakildi, dökülüyordu, fakat görünüşe göre İskenderpaşacı taifenin zekâ düzeyi için bu tiyatro Einstein’ın izafiyet teorisi kadar gözalıcı, muhteşem, harikulade ve büyüleyiciydi.. İsmail Budak’ın bana söylediklerinden çıkan sonuç buydu. Üstad Necip FazılZindandan Mehmed’e Mektup” şiirinde “Zindan iki hece Mehmed’im lafta / Baba katiliyle baban bir safta / Bir de geri adam boynunda yafta / Halimi düşünüp yanma Mehmed’im / Kavuşmak mı? Belki! Daha ölmedim” diyordu. Benzer şekilde “Dünyadan Esad Efendi’ye Mektup” şiiri yazılsaydı herhalde şöyle bir şey olurdu: “Tarikat üç hece Hocaefendi lafta / Babasının düşmanlarıyla varisi bir safta / Bir de elinde tapular pafta pafta / Üzülme Hocaefendi maskeler düşecek / Herkes ölüp yanına gelecek.”)

*

Çakmaktaş’ın makalesini okumaya devam edeceğiz inşallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...