İSLAM İLMİHALİNE KARŞI FEMİNİST İLMİHAL







Bir önceki yazıda, Yeni Şafak gazetesinin delifişek yazarı İsmail Kılıçarslan’ın KADEM adlı “şımarık AK Partili kadınlar korosu”na destek vermek için kaleme aldığı yazıyı konu edinmiştik.

İsmail, bu koronun neşretmekte olduğu dergide (Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihali üzerinden) İslam fıkhının hedef alınmış olmasına tepki gösterilmesine bozulmuş.

Ve, dediğine göre, “âşık olup ‘pirimiz Yunus’ dediği”. boynuna Ya ben öleyim mi söylemeyince yazılmış bulunduğu için kaleme sarılmak zorunda kalmış.

Sanki, avukatlığını yaptığı doç. unvanlı ilahiyatçı başörtülü ahmak Yunus Emre’yi çok “takarmış”, çok umursarmış gibi.

Ve de sanki Yunus Emre, Ömer Nasuhi Hoca’dan farklı düşünüyormuş, feminizmin bu topraklardaki öncülerindenmiş gibi.

*

Delifişek yazarın ilk cümlelerini bir önceki yazıda konu edinmiştik.. Sözlerini şu şekilde sürdürüyor:

“Geçtiğimiz günlerde Kadem’in dergisinde yayınlanan bir yazı üzerinden gelişen tartışmalar çerçevesinde yeniden düşündüm yukarıda bahsettiğim meseleleri [din-kültür ilişkisini]. Ömer Nasuhi Bilmen Hazretlerini ‘ataerkil, erkek egemen dil kullanmakla’ tanımlayan bu yazıdan sonra kızılca kıyamet kopmuştu çünkü. Yazıyı yazan Esra Aslan Turan’ın ne kâfirliği kaldı ne sapkınlığı.

“Şöyle sonuçlara ulaştım bu tartışma bağlamında.

“Ömer Nasuhi Bilmen, yaşadığı toplum ve ait olduğu dünya bakımından yazdıklarında da, fetvalarında da sonuna kadar haklıdır kendi adına. O ‘modern duruma geçiş’ yaşayan bir toplumun temsilcisi olarak elbette yaşadığı toplumun kültüründen, değer yargılarından ve krizlerinden hareketle gerçekleştirdi ödevini.

“Fakat tabii şudur. Bir insanın kendi eliyle kaleme aldığı bir metni ait olduğu tarihsel ve toplumsal bağlamlardan kopararak ‘eleştirmek’ ne kadar yanlışsa o metni ‘mutlaklaştırmak’ ve dokunulmaz kılmak da o denli yanlıştır.

“Modern durumu iliklerine kadar yaşayan Türkiye’de en kolayı Ömer Nasuhi Bilmen’i ve/veya benzerlerini bu modern durumun içinden kıyasıya eleştirmek ya da ölesiye mutlaklaştırmaktır. Türkiye’de cari din dilinin gelip gelip kafasını çarptığı paradoks tam buradadır.”

*

Önce şunu söyleyelim:

Bir yazıda “Ömer Nasuhi Bilmen Hazretleri ‘ataerkil, erkek egemen dil kullanmakla’ tanımlanıyorsa”, bundan, bunları yazan aptalın derdinin, ilmihaldeki ifadelerin hak ya da batıl (Kur’an ve Sünnet’e uygun veya aykırı) olduğunu (yumuşatarak söyleyelim, isabetli olup olmadığını) araştırmak ve anlamak olmadığı, onun derdinin “cinsiyet” yarıştırıcılık (erkeklik ve kadınlık kavgası) olduğu ortaya çıkar.

Senin temel varsayımlarından biri, İslamî ilimlerin bile kültür-bağımlı olmaktan kurtulamadığı saçma iddiası olduğuna göre, kullandığın “ataerkil”li, “erkek egemen”li dilin “kültür-bağımsız” olduğunu kabul etmemizi herhalde isteyemezsin.

Tuhaf olan şu ki, saf ve pür İslamî olan (ve İslam’ın kültürümüze kazandırdığı, kültürümüzün bir parçası haline getirdiği) pratikleri kültür-bağımlı ilan eden hokkabazlar, Batılılar’a ait olan ve dinimizle hiç alâkası bulunmayan kültür-bağımlı kavramlar söz konusu olduğunda “Benim kültürüm böyle, benim kültürüm Batı’dan ithal dinsiz ya da İslam-dışı kültür” demek yerine, Sulukule bilimselliği ile şirretleşip “Ey hoca, senin yazdığın ilmihal din değil, kültür; haydi kabul et, kabul edeceksin, kabul etmek zorundasın” diyerek cazgırlık yapıyorlar.

Bu durumda senin, bir gıdım olsun bilimselliğin, dürüstlüğün ve objektifliğin varsa şayet, “Benim yazdıklarım bilimsel analiz değil, Batı’nın kültür emperyalizminin Don Kişotvari amazonumsu piyonuyum” demen gerekir.

*

Delifişek yazar, kendisini Ömer Nasuhi Hoca hakkında hüküm ve not verecek makamda görüyor olacak ki, lutfedip onunla ilgili olarak şunu diyor:

“Ömer Nasuhi Bilmen, yaşadığı toplum ve ait olduğu dünya bakımından yazdıklarında da, fetvalarında da sonuna kadar haklıdır kendi adına.”

Böylece, rüşvet-i kelam babından ağzımıza bir parmak bal çalıyor.. Asıl niyeti ise ardından ağzımıza süreceği acı biberi boş bulunup bal zannederek yutmamız.

Bir defa, bir ilmihalde yazılanların haklılığı, “yaşanılan toplum ve ait olunan dünya” çerçevesinde oluşmaz.

Burada esas olan, makasıd-ı Şerîa(t) ve Kur’an ve Sünnet’teki bildirimlerdir.. Yaşanılan toplum ve ait olunan dünyanın burada esamisi okunmaz.

Ancak, Kur’an ve Sünnet’te emredilmeyen fakat toplumun ve ait olunan dünyanın sürdüregeldiği örf ve adetler, nasslara ve makasıd-ı Şerîa’ya aykırı olmamak kaydıyla kabul edilir.. Fakat böylesi bir “kültür”, ilmihallere “dinî hüküm” diye yazılmaz.

Eğer böyle “kültürün din haline getirilmesi”, Kur’an ve Sünnet’e dayanmayan hurafelerin din diye tarihsel metinlere geçirilmesi söz konusu olsaydı, “Türk Müslümanlığı ilmihali”nde şöyle şeyler yazılıyor olurdu: “Kadınlara mirastan pay verilmez.. Erkekler zina yaptığı zaman bazen azarlanırlar, bazen görmezden gelinirler; kadınlar zina yaptığı zaman öldürülürler, namus temizlenir.”

Var mı böyle birşey?!

Ayrıca, “kendi adına” haklılık diye birşey de olmaz.. Haklılık öznellik/sübjektivite üzerine kurulamaz.

Haklılığın, şahsın “kendi adı”nı aşan bir nesnelliğinin, “delil” eksenli bir doğrulamasının bulunması gerekir.

*

Burada “Kültür dine hiç sızmaz” diye bir iddiamız yok..

Sızar, sızabilir..

Bu yaşandığı zaman, din tahrif ve tahrip edilmiş olur.

Yahudilik ve Hristiyanlık’ta yaşanan budur.

Aynı şekilde, Ehl-i Sünnet dışı (ehl-i bid’at) İslam mezheplerinin durumu da budur.

Dinî anlayış Kur’an ve sahih Sünnet’e dayandığı (Sünnet ehli olunduğu) zaman ortada mesele kalmaz.

Fakat kültür (özellikle de siyasal kültür) dine dahil edildiği zaman din hem tahrif edilir hem de istismar konusu yapılır.

Mesela Ehl-i Sünnet’in Şia ile ihtilafının temelinde bu husus yatar..

Ehl-i Sünnet, İslamî ilimleri (“tarihsel olayları” bir tarafa bırakıp) salt Kur’an ve Sünnet çerçevesinde tedvin ve sistematize etmeye çalışırken, Şia ve içimizdeki (geçmişte Şia ağzıyla konuşup Hz. Muaviye hakkında “Ben de, ben de Emevîler’den nefret ediyorum, Muaviye’ye nasıl buğzum var bir bilseniz” diyen, fakat şimdilerde Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası Suriye ve başka meselelerde İran’ınkiyle çelişmeye başlayınca ağız değiştiren yanar döner) emekli Şia sempatizanları, birçok konuda sahih Sünnet’i bir tarafa bırakıp kimi doğru kimi yalan tarihsel rivayetlere bakıp ona göre bir din anlayışı üretmeye çalışıyorlar.

Benzer bir çarpık bakış, yok Türk Müslümanlığı, yok Türk İslamı, yok İstanbul İslamcılığı, yok Anadolu irfanı vs. diyerek laik (siyasal dinsiz) Türkiye tipi bir İslam üretmeye çalışanlarda da görülüyor.

Bu noktada Diyanet İşleri Başkanlığı’nın okuttuğu cuma hutbelerinin muhtevası, “Türkiye Cumhuriyeti tipi din-kültür etkileşimi” faciası hakkında önemli ipuçları veriyor.

(Maalesef “özel diyanet teşkilatı” durumundaki birçok cemaat ve tarikat, resmî Diyanet Teşkilatı’ndan daha kötü durumda.. Misal, Haydar Baş belasının yediği herzeler.. Mustafa İsyanoğlu ve Cübbeli Zahmet gibi isimler Kemalistlik/Atatürkistlikte Diyanet’i fersah fersah geride bıraktılar.)

Yine, laik (siyasal dinsiz) Türkiye Cumhuriyeti’nin “siyasal kültür"ünün İslam’ın “şehitlik” kavramının içini boşaltıp istismar ettiğini de belirtmek gerekiyor.

Askerimiz yaşarken “Allah yolunda, İslam için savaşan mücahit” olamıyor, fakat ölünce şehit..

Allah için, İslam için savaşma denilince akla “dinci terör” geliyor.. Makbul olan vatan için (bir avuç toz toprak, bir karış taş kaya için) savaşmak.

*

Delifişek yazar İsmail şunu da diyor:

“O [Ö. N. Bilmen Hoca] ‘modern duruma geçiş’ yaşayan bir toplumun temsilcisi olarak elbette yaşadığı toplumun kültüründen, değer yargılarından ve krizlerinden hareketle gerçekleştirdi ödevini.”

Allah’tan kork, bir ilmihal böyle mi yazılır?!

Dinin esası “toplumun kültürü, değer yargıları ve krizleri” midir?!.. Şeriat’i vaz’ eden şârî’, Allahu Teala değil de “toplum” mudur?

Övüyor gibi görünerek sövmek, yerin dibine batırmak böyle birşey..

Bu sözler merhum Bilmen Hoca’ya iftiradır.

Buradaki örtük mesaj ise şu: Ömer Nasuhi Bilmen halt etmiş, ama onu mazur görmeliyiz.

*

Delifişek yazarın bir başka iddiası:

“Bir insanın kendi eliyle kaleme aldığı bir metni ait olduğu tarihsel ve toplumsal bağlamlardan kopararak ‘eleştirmek’ ne kadar yanlışsa o metni ‘mutlaklaştırmak’ ve dokunulmaz kılmak da o denli yanlıştır.

Tam aksine, dinî bir metni, ait olduğu tarihsel ve toplumsal bağlamdan kopararak eleştirmek gerekir.

Yani “Eh ne yapalım, o günkü tarihsel ve toplumsal şartlar bunları yazmasını gerektirmiş” denilemez.

Bir ilmihale doğru ve hak olan neyse o yazılmalıdır..

Yazacak cesaretin yoksa susarsın, kafandan din icat etmezsin.

*

Metni mutlaklaştırma ve dokunulmaz kılmaya gelince..

Hiçbir ilmihal yazarı böyle bir iddiada bulunmayacağı gibi, Şeriat’in ne olduğunu bilen bir kimse de, bütün fetvalara “mutlak doğru” gözüyle bakmaz.

Bir defa, Büyük İslam İlmihali’ni Hanefîler alır okurlar.. Bir Şafiî, Hanbelî ya da Malikî, kendi ilmihalini okur.. Bu durum bile, metnin mutlaklaştırılmadığını ispat eder.

Bunun nedeni bazı hükümlerin içtihadî olması, zanna dayanmasıdır..

Ancak, bir müçtehit bir başka müçtehide itiraz ettiğinde bunu bir delile dayanarak söyler..

Müçtehit, içinde bulunduğu toplumsal ve tarihsel şartların etkisinde kalmadan, herhangi bir nefsanî duyguya (rekabet saikine, şöhret arzusuna, hasetçiliğe, hava atma tutkusuna, başka alimlere duyulan kişisel antipatiye, güç-makam-mevki-servet sahiplerine yaranma eğilimine, siyasal iktidarı memnun etme niyetine, halkın nefretinden korunma refleksine) mağlup olmadan, salt murad-ı ilahîyi anlamak için araştırma yapar ve kendisine doğru görünen sonucu açıklar.

Ancak, bir müçtehit, kendi içtihadı için “Mutlak doğru budur” da demez.. “Benim vardığım sonuç bu, en doğrusunu Allah bilir” der.

Ve kanaatinde değişiklik olduğu zaman da “Şimdi benim için ‘Bir dediği bir dediğini tutmuyor, ikide bir yanılmış olduğunu söylüyor, fikir değiştiriyor ‘derler, küçük düşerim, tutarlı görünmek için eski görüşümde ısrar edeyim” demez.

Hata ettiğini düşündüğünde bunu hemen açıklar.

O yüzden onların fetvaları nakledilirken sıkça “kavl-i kadîm” (eski söz) ve “kavl-i cedîd” (yeni söz) tabirlerinin kullanıldığı görülür.

*

Ümmet mezhep imamlarında bu sıdk u sadakati, bu ihlas ve hakka bağlılık zihniyetini, ilim ahlâkını gördüğü için onların fetvalarına itibar etmiş, böylece mezhepler teşekkül etmiştir.

Yoksa mezhepler, mezhep imamlarının “Ben mezhep kuruyorum, talebelerim benim mezhebimi yaysınlar” demesiyle ortaya çıkmış değildir.

Önce ulema onların değerini anlamış ve fetvalarına itibar etmişler, sonra da halk ulemaya tabi olarak söz konusu mezhep imamlarını benimsemişlerdir.

Gâvurlardan öğrendikleri ataerkil, erkek-egemen vs. laflarını bayrak edinerek Büyük İslam İlmihali türünden eserlere savaş açan ahmak zırtabozlara gelince, bunların derdi ilim yolunda ter dökerek Allahu Teala’nın rızasını kazanmaya çalışmak değil.

Bunların derdi genelde zamane egemenlerinin suyuna giderek, moda akımları izleyerek ve yükselen trendlerin peşine düşerek alkış toplamaktan, zevk ve keyiflerine göre bir din icat edip dinsizlere özenerek yaşamaktan, dünyadan kâm almaktan ibaret.

Perde arkasından onları (bazen açık, bazen örtülü yollarla) teşvik eden, yönlendiren ve kullanan derinlerin niyeti ise dini reforma tabi tutup modernize etmek ve istismar nesnesi haline getirmekten ibaret.

*

İsmail Kılıçarslan’ın yazısındaki diğer ifadeler üzerinde de duracağız inşaallah.


ŞIMARIK AK PARTİLİ KADINLAR KOROSUNUN AŞIRI UYANIK VE AYIK ERKEK AVUKATI

 




Yeni Şafak gazetesi yazarı İsmail Kılıçarslan’ın, KADEM adlı “şımarık AK Partili kadınlar korosu”nun medyadaki avukatı gibi kalem oynattığı görülüyor.

Geçmişte bu şımarık koroya destek vermek için İstanbul Sözleşmesi’ni savunma yolunda az mürekkep harcamadı, az alın teri dökmedi.

Bu koronun neşretmekte olduğu dergide, doç unvanlı bir haddini bilmez başörtülü ilahiyatçı akademisyen, Ömer Nasuhi Bilmen Hoca’nın Büyük İslam İlmihali üzerinden İslam fıkhını (İslam hukukunu) hedef almış durumda.

Doğal olarak, bu densizlik tepki almış.

İsmail durur mu, söz konusu makalemsiyi aklayıp paklamak için bin dereden su getirmeye koyulmuş.

*

İsmail’in yazısının başlığı şöyle: “Bu yazıyı bu deliden başka kimse yazmaz”.

Deli dediği kendisi..

Öyle dediğine bakmayın, o yazıyı deli olduğu için değil, uyanık bir tüccar olduğu için yazıyor.

Biz kırk kişiyiz, birbirimizi biliriz.. Böyle bir yazıyı İsmail, yüksek rakımlı tepelerden kulağına “İsmailciğim, bu konuda şöyle şöyle şeyler yazsan iyi olacak” diye üfürülmeden yazmış olabilemez.. (KADEM’den sırtını o tepelere dayamış birileri “İsmail beyciğim…” diyerek de aramış olabilirler, aynı kapıya çıkıyor.)

Niçin İsmail derseniz, birincisi kalemi kıvrak; bir gazete köşesinin dar sınırları içinde deli gibi hızlı top koşturabiliyor, güzel paslar verebiliyor, göz kamaştırıcı çalımlar atabiliyor, artistik vuruşlar yapabiliyor, zor pozisyonlarda rakibin ayağından top kapabiliyor.. Rabbim yetenek deryasından vermiş de vermiş.

İkincisi de, bağlantıları, yaşı, duruşu, geçmişi, geçimi bu tür üfürmeler için onu ideal isim yapıyor.

*

Delifişek İsmail’in yazısının ilk paragrafı şöyle:

“Linçlerden linç beğeneceğim, yerden yere vurulacağım, birileri tarafından ehlisünnet dairesinin dışına itileceğim, birileri tarafından dinden çıkartılacağım, ‘Zaten biz bunun sapık olduğunu biliyorduk’ cümlelerinin havada uçuşacağı işbu yazıyı yazmaya karar vermemin ‘delilik’ten başka izahı yok. Bir kere âşık olup, ‘pirimiz’ demişiz Yunus’a. Dolayısıyla Ya ben öleyim mi söylemeyince’ demekten gayrısı yazılmamış boynumuza.”

Görüldüğü gibi, İsmail çalım atmayı çok iyi biliyor..

Önce etrafına bir kale duvarı inşa ediyor, zırhlarını giyiyor.. Saldıracağı kişilerin elindeki “linç, Ehl-i Sünnet’ten sapmayla ve dalaletle/sapıklıkla suçlama” gibi silahları topluyor, onları silahsızlandırıyor.

Ardından da yaptığının delilik olduğunu söyleyerek mağduriyet, fedakârlık, hasbî delikanlılık, karşılıksız fedakârlık bayrağını göndere çekiyor..

Sonra da, dükkânının kapısına “Yunus’un Yeri” tabelasını törenle asıyor..

Pîr Yunus’un dervişi olduğunun düşünülmesini sağlıyor.

Deli değil “âşık” olduğunu ilan ediyor.

Ancak bu delifişek, aşıklık sarhoşu değil, aşıklık ayığı.. Çok uyanık, çok ayık aşık.

Fakat neye aşık olduğu hususu biraz kafa karıştırıyor.. KADEM’e mi aşık, KADEM’in Kadın Araştırmaları Dergisi’ne mi, bu dergideki kadın araştırmalarına mı, Büyük İslam İlmihali üzerinden İslam hukukuna saldıran densiz doç.’un yazısına mı, onu kestirmek güç..

En hoşu da Yunus gibi “Ya ben öleyim mi söylemeyince” diyor olması.

KADEM’in avukatlığını yapmamasıyla, dergisindeki mesajlara ilan-ı aşk etmemesiyle ölmesi arasında nasıl bir ilişki var, çözemedim.

*

Delifişek yazarın bu laubali paragrafını şu cümleler izliyor:

“Daha önce bir bağlamda söylemiş idim. Cümle şu: ‘Din, kültür değildir ama kültürsüz din olmaz.’”

Birkaç yüzyıldır kullanılan kültür kavramının yüzlerce tanımı var.. Din kültür müdür, değil midir meselesi, kültürü nasıl tanımladığınıza bağlı.. 

Öyle tanım vardır ki, o tanım çerçevesinde “Din, kültürdür” demek uygun düşebilir.. Yine, belirli bir tanım çerçevesinde “Kültürsüz din olur” diyenler de çıkabilir..

Her neyse, bu bahsi geçelim, çok önemli değil.. Yazar sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Yani kabaca şudur. Din, bir ‘kültür’ önerisi ile gelmez. Vahyin bir yöntem olarak hitap ettiği toplumun kültürünün içinden konuşuyor olması, dinin bir kültür vazettiği anlamına gelmez. Dinin ürettiği kültür, bu aşamanın bir sonucu olarak ve insanlar eliyle ortaya konulur. ‘Din kültürü’nü birinci elden oluşturanlarsa elbette vahyin pratize edicisi, öğreticisi peygamberlerdir.”

Bu lafların başı ile sonu farklı telden çalıyor.. Makam uyuşmazlığı var.

Bugün kültür denilince aklımıza gelen anlam çerçevesinde düşünürsek, dinin kültür vaz’ etmediğini söylemek mümkün değildir.

Mesela selamlaşma bir kültür meselesidir ve din bunu vaz’ etmiş, nasıl selamlaşılacağını öğretmiştir.

Yemek adabı bir kültür meselesidir.. Din, yemekten önce ve sonra ellerini yıkamayı, yemeğe besmele ile başlayıp hamd ile bitirmeyi, sağ elle ve önünden yemeyi vs. öğretmiştir.. Bunların hepsi kültüre girer.. (Allah rahmet eylesin, yıllar önce Mehmed Emin Er Hoca İslâm Dergisi’nin merkez bürosuna gelmişti ve Esad Coşan Hoca’nın babasını ziyaret etmek istediği için onu Hafız Halil Necati Efendi’nin evine götürmüştüm.. Birlikte yemek yerken Mehmed Emin Er Hoca “Yemek sırasında üç şey lâzımdır” demişti, “zikir, fikir, şükür. Zikir, yemeğe besmeleyle başlamak; fikir Allah’ın yaratıp rızık olarak lutfettiği bu nimetler üzerinde düşünmek, şükür ise yemekten sonra Allah’a hamdetmektir”.)

Dinin ürettiği kültür”den ve “din kültürü”nden söz ediyorsan, dinin kültür vaz’ ettiğini kabul ediyorsun demektir.

Kılıçarslan’ın sözleri için “sapıklık” demeyeceğim.. Fakat, zikirsizlik, fikirsizlik/düşüncesizlik, kültürsüzlük ve mantıksızlık olduğunu söylememe lütfen izin versin.

*

Kılıçarslan bu girizgâhın ardından şunu söylüyor:

“Müslümanların dinin etrafında oluşturduğu kültür, giderek dinin bizatihi içine de sızmış elbette zamanla. Bu, kaçınılmaz bir süreç olarak böyle gelişmiş. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Anlaşılmayacak taraf ise insanların ‘Benim kültürüm böyle’ demek yerine ‘Benim dinim böyle’ deme noktasına çok hızla gelmeleri olmuş. Eh, din, kültüre tahakküm kurabilen bir kavram olduğu için insanlar ‘daha güçlü olan’a meyletmiş. Aslını isterseniz bu bile oldukça anlaşılır bir davranış. Onaylanmayacak ama anlaşılabilecek bir davranış.”

İsmail’in bir “din sosyoloğu” edasıyla paraladığı bu edebiyat kendi karışık kafasının ürünüyse oturup akıl fukaralığı için ağlasa yeridir.

Yok, bu fikir görünümlü zırvaları başka birileri kulağına fısıldadıysa, onu fena “işletmişler”. (Süleyman Soylu’nun tabiriyle fena “keklemişler”.)

Eğer insanlar (dinin aslına dahil olmayan) kültürü din olarak sunabiliyorlarsa, “Benim kültürüm böyle” demeleri gerekirken “Benim dinim böyle” demeye başlayabiliyorlarsa, bu, “kültürün dine tahakkümü” olur, İsmail’in zannettiği gibi “dinin bir kavram olarak kültüre tahakkümü” değil.

Eğer din, bir kavram olarak kültür üzerinde tahakküm kurabilseydi, kültür, öyle olmadığı halde kendisini din olarak gösteremezdi.

Görüldüğü gibi, İsmail’in ne söylediğinden, ne yazdığından haberi yok.

Ancak, onun böyle anlamsız ve saçma, gerçeklikle bağını koparmış bir din-kültür ayrımı yapıyor olması sebepsiz değil.. Bu noktada, ne yaptığının gayet iyi farkında..

Böylece, gerçekte dinin bir parçası olan pratikler, kültür adı altında dinin dışına itiliyor.

Din, budanıyor.

*

Bu noktadan sonra İsmail’in daha bir heyecan ve coşkuyla edebiyat paralamaya başladığı görülüyor:

Bugün fıkıh, tefsir, hadis, hatta akaid gibi temel dini ilimlerin gelişim çizgisine baktığımızda bunların ‘kültürden bağımsız’ ilerlemediğini de görürüz derhal. Hayatınızı sadece Müslümanların yaşadığı bir şehirde geçiren bir müfessirseniz tefsirinizi ona göre, kâfirler tarafından varoluşunuza yönelik bir tehdidin altında yaşıyorsanız tefsirinizi ona göre yazarsınız. Bu, neredeyse kaçınılmaz bir gerçekliktir. Deniz kenarında yaşıyorsanız denizden elde edilen canlılarla ilgili geniş bir fıkhi değerlendirmeniz olur, bozkırda yaşıyorsanız tarımsal üretim fıkhı çalışırsınız. Zira kültür ihtiyacı, ihtiyaç çıktıyı belirler.”

Olmamış, gene olmamış..

Delifişek yazar “Kültür ihtiyacı belirler” yerine “İhtiyaç kültürü belirler” dese daha doğru birşey söylemiş olurdu.. Ama konumuz bu değil.

Görüldüğü gibi, “Bugün fıkıh, tefsir, hadis, hatta akaid gibi temel dini ilimlerin gelişim çizgisine baktığımızda bunların ‘kültürden bağımsız’ ilerlemediğini de görürüz derhal” diyor.

Bu, “Tavuk mu yumurtadan çıkar, yumurta mı tavuktan?” bahsi gibi anlamsız ve sonuç üretmeyecek bir tartışma..

Fıkıh, tefsir, hadîs, hatta akaid kültürden bağımsız olmuyor, fakat kültür bunlardan bağımsız oluyor, öyle mi?

Bu neyin kafası İsmail?

Ne içtiysen KADEM’dekilere de söyle de onlar da içip mutlu olsunlar.

Hadîsin kültürden bağımsız olmaması” ne demektir İsmail?

Hadîsleri Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem söylememiş, kültür üretmiş öyle mi?

Tamam, hadîs diye rivayet edilen uydurmalar da var, fakat bütün hadîsler böyle mi?

Senin yaklaşımına göre, “hadîs usulü”nün de “kültür bağımlı” olması gerekiyor, ve böyle bir “hadîs usulü”nün, kültür-bağımlı olduğu için,  uydurmaları baş tacı yapması, en azından dert etmemesi gerekirdi.

Halbuki, hadîs usulü ilmi, senin o kültür dediğin şeye bu noktada savaş açmıştır.

*

İkinci cümleye gelelim..

Hayatınızı sadece Müslümanların yaşadığı bir şehirde geçiren bir müfessirseniz tefsirinizi ona göre, kâfirler tarafından varoluşunuza yönelik bir tehdidin altında yaşıyorsanız tefsirinizi ona göre yazarsınız”mış.

Evet, bazı ayetleri tefsir ederken, içinde yaşanılan zaman ve mekân, tarih ve coğrafya bakışınızı etkileyebilir.. Fakat bu, çok az sayıda ayet için söz konusu olur.

Ayrıca, tarihin ve coğrafyanın etkisi tek yönlü olmaz.. 

Mesela, “varoluşa yönelik bir küffar tehdidi altında yaşıyor” olmak, her tefsir yazarının aynı “çıktı”yı üretmesine yol açmaz.

Böyle bir durumda bazısı, kâfirlerle mücadele konulu ayetlere daha fazla vurgu yapar, cihat kavramını öne çıkarırken, kimisi de küffardan korkusundan ona yaranmak için bu tür kavramları sulandırmaya, “İslam barış dinidir” diyerek işi geçiştirmeye çalışabilir.

Bir Elmalılı tefsiriyle Süleyman Ateş tefsiri aynı mı?!

Öte yandan, farklı coğrafya ve devirlerde yazıldıkları halde birçok tefsirin birbirinin neredeyse kopyası ya da tekrarı olduğu görülüyor.

Deniz kenarındaki fakih”e gelelim.. İstanbul da sonuçta deniz kenarı, deniz şehri.. Kırsal bölge değil.. İstanbul fakihleri ile diyelim ki Şam, Bağdat, Konya, Fergana, Delhi, Medine ve Mekke fakihleri arasındaki fark o kadar büyütülecek birşey midir?

Matüridiyye ve Eş'ariyye farklı coğrafya ve çağlarda neden birçok alim tarafından aynı şekilde benimsenmiştir?

Belirli bir tarih ve coğrafya belirli bir kültürü ve dolayısıyla o kültüre bağımlı din anlayışını üretiyorsa, niye aynı bölge ve devirlerde ayrı mezhepler, farklı anlayışlar, değişik görüşler ve eğilimler ortaya çıkmış, aralarında mücadele yaşanmıştır?

*

Konuya devam edeceğiz inşaallah.. Delifişek yazarın turplarının büyükleri heybede..


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...