İSRAİL, ARZ-I MEV’ÛD, VE TARİHSELCİLİK

 






İsrail, Hz. Yakub aleyhisselam’ın lakabı..

Yahudiler’in devletinin adının İsrail olması normal, biz de Türkiye ismini kullanıyoruz, ve Türk, muhtemelen, Türkler’in kâffesinin atası olan şahsın adı.

Arz-ı mev’ûd (vaad edilmiş belde) meselesine gelince..

İnsanlar güçleri yetince vaad edilmemiş topraklara da el koyabiliyor, “Burası artık bizim” diyebiliyorlar.

Mesela Amerika kıtası Avrupalılar’a vaad edilmiş değildi, topları tüfekleriyle gittiler ve oranın asıl sakinleri olan Kızılderililer'e “sonradan gelmiş sığıntı” muamelesi yapmaya başladılar.

*

Arz-ı mev’ûd meselesi Yahudi ve Hristiyanlar’ın elindeki Tevrat ve İncil’de geçiyor.

Kur’ân’da tabir olarak geçmemekle birlikte, böylesi bir vaadde bulunulduğunu gösteren ayetler mevcut.

Mesela Maide Suresi’nin 21’inci ayetinde, Hz. Musa aleyhisselam’ın İsrailoğulları’na şöyle seslendiği bildiriliyor:

“Ey kavmim! Allah'ın sizin için yazdığı kutsal beldeye (el-arza’l-mukaddete’lletî ketebe’llâhu le-küm) girin ve arkanıza dönmeyin; yoksa zarara uğramış kimseler olursunuz.”

Evet, vaad edilmiş bir belde var.. Ve Allahu Teala, A’râf Suresi’nin 137’nci ayetinde bildirildiği gibi, bu vaadini yerine getirmiş durumda:

“Güçsüz düşürülmekte olan kavmi ise, kendisini bereketli kıldığımız yerin doğularına ve batılarına vâris kıldık. Böylece Rabbinin İsrâiloğullarına olan o pek güzel söz, sabretmeleri sebebiyle tamâmen yerine geldi. Fir'avun'un ve kavminin yapmakta olduğunu ve yükseltmekte olduklarını ise, harâb ettik.”

Velhasıl, Kur’ân’a göre, ortada “vaad” olarak da yorumlanacak bir “söz” var, ve bu söz yerine getirilmiş, vaad tahakkuk etmiş, gerçekleşmiş durumda.

Yani olay, olup bitmiş, tamamlanmış, konu kapanmış..

Hz. Süleyman aleyhisselam zamanında İsrailoğulları devleti, onun liderliği altında tüm dünyayı hükmü altına almış durumdaydı.

Böylece vaad, daha iyisi düşünülemeyecek şekilde eksiksiz bir biçimde gerçekleşmiş oldu.  

*

İmdi, Allahu Teala’nın vaadi kıyamete kadar geçerliydiyse, bugünden 100 sene önce, 500 sene önce, bin sene önce neden bir İsrail devleti yoktu?

Allahu Teala’nın sözünden dönmesi, vaadini tutmaması diye birşey olamayacağına göre, ortada böyle “kıyamete kadar geçerli” bir vaad yok.

Vaad vardıysa, vaadin gereği niye yok?. Yahudiler neden Filistin’den defalarca kovuldu, sürgün edildiler?

*

Bu durumda Yahudiler, arz-ı mev’ud davalarını ancak şöyle bir demagoji, mugalata ve kelime oyunu ile savunabilirler: “Evet, bu vaad kıyamete kadar geçerli, fakat tahakkuku Yahudiler’in çabasına bağlı.”

Mesele salt Yahudiler’in çabasına bağlı olunca, bir vaadden söz etmenin anlamı kalmıyor, çünkü aynı çabayı Roma İmparatorluğu (ve Bizans) gösterince o topraklar onların eline geçti.. 

İskender gösterince İskender’in toprağı oldu.. 

Hatta bir ara Persler işgal ettiler. 

Müslümanlar çaba gösterince de buralar Müslümanlar’ın vatanı oldu.

Bu topraklar (kıyamete kadar) özel olarak sadece Yahudiler’e vaad edilmiş olsaydı, onların elinden asla çıkmazdı.. 

Çıkması, vaadin yerine getirilmemesi olurdu. Ki bu Allahu Teala için muhaldir.

*

Kısacası, kıyamete kadar geçerli bir vaadin bulunmadığını, 1948’den önce Filistin’de bir İsrail egemenliğinin bulunmuyor oluşu ispatlıyor.

Demek ki, mesela M. S. 500 yılı için bir vaad söz konusu değil.. 1000 yılı için de.. 1500 senesi için de.. 1900 için de..

Böyle bir vaad söz konusu olsaydı, Allahu Teala vaadinden dönmeyeceği için, gereği gerçekleşirdi.

Demek ki yok.

Yahudiler’in sözünü ettiği vaad, şu anda bile gerçekleşmiş değil.. Çünkü, arz-ı mev’ud olarak gördükleri toprakların çok az bir kısmı ellerinde.. 

Büyük kısım Ürdün, Lübnan, Türkiye, Suriye, Suudi Arabistan, Mısır, İran, Kuveyt ve Irak’ın elinde.

Yani vaad, halihazırda gerçekleşmiş değil.. Gerçekleşmesi Ürdün, Lübnan, Suriye, Kuveyt ve Irak devletlerinin haritadan silinmesine, Türkiye, Suudi Arabistan, Mısır ve İran’ın ise bazı topraklarını kaybetmelerine bağlı.

Allahu Teala’nın Yahudiler’e kıyamete kadar geçerli bir vaadi bulunsaydı, tablo böyle mi olurdu?!

Kıyamete kadar geçerli bir vaad yok.. Gerçekleşip geçmişte kalmış, böylece hükmü sona ermiş bir vaad var.

*

Bir defa gerçekleştikten sonra bir daha ortadan kalkmayıp kıyamete kadar devam edecek bir “arz sahipliği” vaadinin bulunmadığını tarihî tecrübe ve mevcut durum ispatlıyor.

Görünen köy kılavuz istemez.. Güneş'in doğduğunu gözünüzle gördüğünüz zaman bunu size haber verecek bir şahide ihtiyacınız kalmaz. 

Bu durumda davalarını haklı göstermek için Yahudiler mugalata kabilinden belki şunu diyebilirler: “Bizim böyle bir süreklilik iddiamız yok, ‘vaad edilen toprak’ elimize bazen geçer, bazen geçmez.”

Bunu dedikleri zaman muhataplarının “O ‘ele bazen geçer’lik geçmişte gerçekleşmiş, geriye kıyamete kadar geçerli olan ‘ele bazen geçmez’lik kalmış olamaz mı?!” deme hakları doğar..

Vaad “bazen gerçekleşen” bir vaad olduğuna göre, o vaad, sadece "geçmişteki bazen"de gerçekleşmiş olmasıyla da yerine gelmiş, geriye sadece gerçekleşmezliği kalmış olabilir.

*

Diyelim ki bir padişah, bir adamına bir çiftlik verme vaadinde bulunuyor. “Falanca çiftlik bir süre sonra artık senin olacak” diyor.

Ve bir müddet sonra veriyor..

Sonra çiftlik bir şekilde adamın elinden çıkıyor.. Ya birilerine peşkeş çekiyor, “Gelin benim ağam olun, ben de yanınızda maraba olayım” diyor, ya da satıyor.

Padişah bunu görüyor, duyuyor, fakat müdahale etmiyor.

Bizimki seneler sonra biti kanlanınca da, “Burası benim çiftliğim, çünkü padişah bana vaad etmişti, ‘Burası yalnız senin’ demişti, defolun gidin, gitmezseniz hepinizi öldürürüm” diyor.

Bu adama, “Padişah senden başkasının olmasına razı değildi de niye sen burayı elinden çıkardın, padişahın lafını niye hiçe saydın? Ayrıca padişah buranın sende kalacağına dair sana bir garanti vermiş, bir vaadde bulunmuş idiyse, senin elinden çıkmasına niçin göz yumsundu?! Padişah, ‘Burası hep şu şahsın elinde kalacaktır, asla başkasına devredilemez’ diye bir ferman niye yayınlamamıştı?!” demezler mi?!

Ve de “Padişah sana verdiği sözü tutmuş, olay bitmiş kapanmış; onu hep sana borçlu yapmaya, malını elinden her çıkardığında onu sana geri vermekle yükümlü gibi görmeye ne hakkın var?” diye çıkışmazlar mı?!

*

Görüldüğü gibi, Yahudiler bu arz-ı mev’ud meselesi için “Tarihseldir” demiyorlar.

Tarihsel olduğu halde bunu itiraf etmekten kaçınıyorlar. (Bazı durumlar ister istemez tarihseldir.. Mesela Mekke döneminde Müslümanlar’ın Mekke’den Medine’ye hicret etmeleri emredildi.. Bu emir, o dönemle sınırlı bir emir.. Bugün Mekke’de yaşayanın Medine’ye hicret etmesi gerekmiyor.)

Bizdeki modernist ilahiyat ukalası, tarihsellik safsatasını Yahudi ve Hristiyanlar’dan öğrenmiş durumdalar.. Fakat o Yahudiler, kendi davaları söz konusu olunca tarihselciliği (gerçekten tarihsel olan için bile) kabul etmeyebiliyorlar.

Onlar için menfaatlerine uygun olan herşey evrensel, uymayanlar ise tarihsel olabiliyor.

*

Ve bizim modernist-tarihselci ilahiyat tufeylîlerinden Yahudi ve Hristiyanlar’daki bu çifte standart konusunda ne bir mırıltı, ne bir fısıltı, ne bir inilti, ne bir vızıltı duyuluyor.

Sanki ölmüş de mezara girmiş gibi sessizler.. Ya da sanki Mars’a göçüp yerleşmişler de dünyada olup bitenden haberleri yok.

Mesela şu prof. unvanını taşıyan tarihselcilik distribütörü ve bayisi Mustafa Öztürk soytarısı.. İslam ve Kur’an söz konusu olunca zehirli dilini yılan gibi tıslatan bu soytarı, neden Yahudi ve Hristiyanlar için iki çift laf etmiyor?

Etmez, çünkü onları eleştirirse mabadında ayak izi çıkacağını biliyor. 

(Bu soytarıların dr., doç., prof. gibi unvanlarına aldanmamak gerekiyor.. Hazırladıkları tezlerin ve yazdıkları makalelerin çoğu “dostlar alışverişte görsün” kabilinden paçavralar durumunda.. Mesleğinin hakkını vermeye çalışanlar var elbette, onlar böyle soytarılıklar yapmadıkları için fazla göze çarpmıyorlar.)

*

Bu tarihselcilerin (yahudisiyle, hristiyanıyla, müslüman görünen münafığıyla), Kur’an’daki bildirimlerin tarihsel olduğunu ispat etme şansları var, fakat nedense yararlanmıyorlar.

Mesela Allahu Teala Yahudiler hakkında şöyle buyuruyor:

“Onlar sizinle topluluk halinde savaşamazlar; ancak korunaklı şehirlerde oldukları halde veya duvarların arkasında bulunuyorken.. Kendi aralarındaki savaşları şiddetlidir. Onları birlik sanırsın; hâlbuki kalbleri dağınıktır! Bu, şübhesiz onların akıl erdirmeyen bir topluluk olmaları yüzündendir.” (Haşr, 59/14)

Yahudiler’in Kur’an’ın Allah kelamı olmadığını, dedikleri gibi “Muhammed’in uydurmaları” olduğunu ispatlama şansları önlerinde..

Halihazırda ordularında 100 bini aşkın asker bulunuyor..

İçlerinden bir subayın çıkıp askerlerine şunu deme imkânı var:

Ey İsrail’in (Yakub’un) seçilmiş çocukları, ey kahramanlar, ey yiğitler, aranızdan benimle ölüme gidecek 500 kişi istiyorum.. Muhammed’in uydurmalarına göre biz Müslümanlar’la açıkta toplu halde savaşamazmışız. Ancak korunaklı şeirlerin içinde bulunuyorken ya da tankların çelik duvarları ardındayken savaşabilirmişiz.. Onlara öyle olmadığını gösterelim, 500 kişi piyade olarak üzerlerine kahramanca yürüyelim, İsrail’in adını yüceltelim.. Belki öleceğiz, fakat kitaplarının uydurma, dinlerinin fasarya olduğunu cümle aleme göstereceğiz, bu gerçeği tarihe kanımızla yazacağız.”

Evet, Kur’an’ı küçük düşürme fırsatı Yahudi’nin elinde, öyle İsveç’te şurda burda yaktırmasına gerek yok.. 

Bu ayet-i kerîmenin onlar için ürettiği "kriz"i eşsiz bir "fırsat" olarak görüp değerlendirebilirler.

Sadece Gazzeliler gibi zayıf bir topluluğun üzerine böyle pürsilah kahramanca piyade olarak yürümeleri, Kur’an’ın bütün “hava”sını indirmeleri, Müslümanlar’ı dinlerinden şüpheye düşürmeleri için yeterli.

Nedense, bunu yapmaktan kaçınıyorlar.

Kim bilir belki de Kur’an’a Müslümanlar’dan fazla inandıkları içindir,

*

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem zamanında da böyle yaptılar.

 “Muhammed, biz Araplar’a benzemeyiz, zorlu savaş erleriyiz, bizimle savaşmak başkalarıyla savaşmaya benzemez” filan diyerek “artistlik” yapıyorlardı, fakat Peygamber Efendimiz s.a.s. anlaşmaları bozmaları, hainlik yapmaları ve Müslümanlar’a zarar vermeleri yüzünden üzerlerine yürüyünce kalelerinden başlarını çıkarmaya cesaret edemediler.

Hamas karşısında 7 Ekim’de bozguna uğramalarının nedeni de bu.. Duvar arkasında (tankın vs. içinde) olmadıkları için savaşamadılar.

Yahudiler ancak savaşmayan silahsız sivillerin üzerine piyade olarak yürüyebilir, karşılarında durabilirler.

Bir de düşmanları onlar daha ortada yokken kaçıp gitmişlerse, meydan boşalmışsa piyade olarak yürüyüp gelirler.

*

Yahudiler’in, Kur’an’ın “Muhammed’in uydurmaları” olduğunu göstermek için yapabilecekleri daha kolay, kansız, zahmetsiz, oturdukları yerden rahatça gerçekleştirebilecekleri başka şeyler de var.

Mesela Maide Suresi’nin 13’üncü ayetinde kendileri için söylenenin aksi yönde hareket ederek Kur’an’ın “uydurmalardan ibaret” olduğunu gösterme imkânı ellerinde.

Söz konusu ayet-i kerimede onlar için “İçlerinden çok azı dışında onlardan bir hainlik görme durumun hiç bitmez” (Ve lâ tezâlu tettali’u ‘alâ âinetin minhum illâ kalîlen minhum) buyuruluyor.

Tarihselciler, “Burada Peygamber’e hitap ediliyor, bugün durum değişmiştir” diyebilirler, fakat öyle değil.. Peygamber Efendimiz s.a.s.’in şahsında ümmete hitap ediliyor ve bugün de durum bu..

Yahudi devleti ve hükümetinin (Yahudiler’in azına değil de çoğuna karşılık geldikeri için) hainlikten uzak durmaları mümkün değildir.

Erdoğan’ın bunlarla arasının açılmasının ve “one minute”li bir çıkış yapmasının nedeni de buydu.. Aralık 2008’de İsrail Başbakanı Ehud Olmert Ankara’ya geldi, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Erdoğan ile görüştü.. Ardından İsrail Gazze’ye saldırdı, ve sanki İsrail bu konuda Türkiye’nin onayını almış gibi bir görüntü ortaya çıktı.

Erdoğan baktı ki pabuç pahalı, Arap sokağı kendisine lanet okuyacak.. İçeride de eski lideri ve hocası Erbakan “Yahudi hortumu Erdoğan”a ağzına geleni söyleyecek.. O yüzden İsrail’e, “Meğer gözünün üstünde kaş da varmış, yeni farkettim” demek zorunda kaldı.

*

İsrail’in böyle oyunları ve hainlikleri eksik olmaz.. Ve hiçbir zaman verdiği hiçbir sözde durmaz, hiçbir anlaşmaya tam uymaz..

Erdoğan'ın suç ortağı gibi gösterilmek istendiği o saldırının yaşandığı sırada televizyonda zamanın Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun kahırlı bir konuşmasına şahit olmuştum.. Suriye ile İsrail’i barıştırmak için Türkiye olarak sürdürdükleri üç yıllık gizli diplomasinin bu saldırı ile berhava edildiğini söylüyordu.

Batılılar’ın uluslararası ilişkiler teorilerini ezberleyerek “evrensel” bilim adamı olmaya çalışmak yerine Kur’an’ı iyi anlayarak “tarihsel” müslüman olmaya çalışsaydı böyle ham hayallerle vakit öldürmez, üç yıl boşuna nefes tüketmezdi.

Türkiye’nin laik (siyasal dinsiz) hayalleri, hayalci dış politikası..

*

Evet, Yahudi devletinin Kur’an’ın Allah kelamı değil de “Muhammed’in uydurması” olduğunu kendileriyle ilgili ifadeler çerçevesinde ispatlama şansları var.

Müslümanlar’la olan ilişkilerinde bir kez olsun hainlik yapmayarak, “Söz, namustur; verilen sözden dönülmez, çark edilmez, hile yapılmaz” diyerek, doğruluk ve sadakat sergileyerek Kur’an’ın “hava”sını indirebilirler.

Ancak, “Biz hain olmaya razıyız, yeter ki Kur’an’a laf gelmesin” modunda hareket ediyorlar.

Çok fedakârlar.


"DERİN" SİYASETİN DİAMOND PİYONU

  Diamand adlı sümsük ve sünepe süprüntü, "Şeriatın haricindeki hiçbir sistemde altı yaşındaki bir kızla evlenemezsin" diyormuş. Ö...