TALİBAN'A KARŞI TÜRKİYE'DE "TASAVVUF EHLİ" YETİŞTİRMEK

 (OCAK 2020'DEN BİR YAZI)









Cübbeli Ahmet’in Habertürk TV’de Türkiye’nin Nabzı Özel programında sarfettiği, Odatv‘nin yazıya aktarıp yayınladığı lafları tartışıyorduk.

Cübbeli’nin şu sözleri, görünüşte bir TSK ve MİT prodüksiyonu olan 28 Şubat‘ın mahiyetinin ve ardındaki dış güçlerin daha iyi anlaşılmasını sağlayacak nitelikte:

 

Bana şöyle bir şey dendi: “Biz sana külliyeni geri verelim, 3 bin de Afganistanlı talebe alalım, Taliban’a karşı ‘vur kır yok’ şeklinde eğitim verirsin” dediler. Ben “külliyem, vakfım kapatılmış, etkim yok” dedim. Sonra dediler ki “para ayarlanabilir falanTaliban’a karşı tasavvuf ehli yetiştirelim“.

 

28 Şubatçılar Türkiye‘yi “ABD, NATO ve İsrail karşıtı müslümanlardan” kurtarmışlar, sıra Afganistan‘ı kurtarmaya gelmiş.

Hristiyan Amerikalı ve yahudi İsrailli efendilerinden, Afganistan için, 3 bin adet “TSE uygunluk belgesi” sahibi “devlet ile rejimi ayırma becerisi”ne sahip hoca yetiştirme ihalesi almış oldukları anlaşılıyor.

*

Demek ki, CIA böyle bir talepte bulunmuş, MİT de hemen "Emrin olur ağam!" demiş. Lafı ikiletmemiş. Halden anlayan kibar ve zarif adamlar.

Bu sözde “yerli ve milli, vatansever” işbirlikçi taşeronlar, sinekkaydı traşlı, kravat ve şapka tutkunu “modernist ilahiyatçılar“ı fazla “çağdaş” bulmuş olacaklar ki, bu iş için cübbeli-takkeli, orman sakallı bir tip arayışı içine girmişler.

Cübbeli Ahmet‘te karar kılmışlar.

Avlanacak kuşlar için avcı kekliği olarak onu uygun bulmuşlar.

Çünkü adamda maşallah sakal yonca tarlası gibi.. Takke cübbe, takım taklavat, ense göbek tam.. 

Görevi Diyanet İşleri'ne de vermiyorlar, çünkü o zaman "proje"nin "tasavvuf" ayağı eksik kalacak.

Ayrıca olay, "laik rejim"in "İslam'ı hristiyanlaştırıp haçlılaştırma projesi" olarak görülecek.

O yüzden maskeli olması, "sivil" görünmesi lâzım.

*

Adamlarda bu işler için para bol, Cübbeli'ye “Para ayarlanabilir” demişler..

"Dinî hizmetler"in din istismarı ve dini içinden bozma alt başlıkları söz konusu olduğunda olağanüstü cömertler.

CIA'le, hahamlar ve papazlarla "hayırda yarış" yapıyorlar.

Öğretmek istediklerinin özeti şu: “İslam’da vur kır yok.

Çünkü, vurma kırma, İslâm'a darbe vurmak isteyenlerin ayrıcalığı..

Onlar birşeyleri "kanla irfanla" kurarlar, canları sıkıldığı zaman "İhtimal bazı kafalar kesilecektir" diye "fikri hür, vicdanı hür" nutuklar atarlar.

*

Vurup kırmak ABD’nin, NATO’nun, İsrail‘in, ve bir de onlarla işbirliği yapmayı kabul edenlerin tekelinde.. 

Afganistan’a gidip vurup kırarlar.. 

Gazze’de vurup kırarlar.. 

Kaddafi Libyası’na gelip vurup kırarlar.. 

Irak’a gelip vurup kırarlar..

Rahatça vurup kırabilmeleri için, karşılarındakilerin vurup kırmayı bilmemesi lazım.

Vurup kırmayacak adam yetiştirmenin formülünü de keşfetmişler: Türkiye Cumhuriyeti tipi tasavvuf ehli olma..

*

Memleket elden gidiyor, MİTçiler Amerikalılar'ın, Avrupalılar'ın rahatı için Afganistan'ı "kurtarmak"la meşguller.

Doğumuzda, güneydoğumuzda tasavvufla, tarikatla uğraştıkları, sabah akşam milliyetçiliğin ve laikliğin faziletlerini anlattıkları, ümmet bilincine sövüp ulus-devlet methiyesi yaptıkları için, oradaki Kürt tutup "laik Kürt milliyetçisi" haline gelmiş, "Ula benim Türk'ten neyim eksiktir, ben de laik, demokratik, sosyal bir Kürt hukuk devleti isterem, bu devleti kanla irfanla kururam lo" demeye başlamış.

Kim sayesinde?.. Sözde bu devleti korumaya çalışan aklı kıt adamlar sayesinde..

Ağaca tutup ahmak dostu çıkarırsan, bindiği dalı keser.

*

Şeyh Şamil tipi tasavvuf ehli CIA'e de, MİT'e de uymaz.

O yüzden, Türkiye'deki tarikatları büyük ölçüde hizaya getirmiş, bir yerli ve milli "Türkiye tipi tasavvuf" üretmiş durumdalar.

Bu “Türkiye tipi tasavvuf”a güvendikleri için, “Taliban’a karşı tasavvuf ehli yetiştirelim” diyerek kolları sıvamışlar.

Haksız sayılmazlar.. Türkiye’deki “tasavvuf ehli”nin irfan ve kemali ortada..

28 Şubatçılar, “son kale Türkiye”deki tasavvuf ehlinden yüksek verim alındığını gördükleri için Afganistan’a da “tasavvuf” ihraç etmeyi kafaya koymuşlar.

“Afganistan da biraz irfan ve kemal görsün” demişler.

*

Ancak, şartlanma ve ezberlerini aşamayan derinlerin ve MİT'çilerin göremediği şuydu:

Üretmeye çalıştıkları "Türkiye tipi tasavvuf, Türkiye tipi dindarlık", yani Kur'an ve Sünnet'e kayıtsız şartsız bağlılığı bir tarafa bırakıp "güç sahipleriyle işbirliğine razı olan" dindarlık, yarın seni de satıp senden daha güçlü olanla işbirliği yapabilirdi.

Doğal olarak, yerli ve milli akılsızlık bunu anlayamadı. Anlamak işine gelmedi.

Böylece "hoşgörücülerin, muhabbet fedailerinin, sevgi ve diyalog havarilerinin" 15 Temmuz'unu yaşama fırsatını yakaladık.

Bu devletin "İslam devleti, müslüman devlet" olmasını geçtik, "tam laik" devlet olsaydı, yani devlete dini karıştırmadığı gibi kendisi de devlet olarak dine karışmasaydı, bunlar yaşanmazdı.

Devletin, devlet bürokrasisinin destek vermediği hiçbir cemaat, (mafya tipi suç örgütleri de dahil) hiçbir hareket, onlar lehine olarak başka birilerinin engellenmediği serbest rekabet ortamında baskın güç haline gelemez. 

Biraz palazlanıp başkaları üzerinde tahakküm kurmaya çalıştığı anda devlete toslar.

Fakat, anayasasında demokratik bir devlet olduğu belirtildiği halde Türkiye'de demokrasinin bütün kurum ve kurallarıyla hayata geçirilemediğini sürekli söyleyen birileri, sıra laikliğe gelince, "Türkiye'deki laiklik, tıpkı demokrasisi gibi saçmasapan, kadük bir laiklik, bu laiklikle bu ülke batar" diyenlere diş gıcırdatıyor, "Sizi gidi devlet düşmanı hainler!" diye bağırıyor, ağızlarından köpükler saçarak darağaçlı ve İstiklal Mahkemeli yılları hatırlatıyorlar.

*

Cübbeli’ye yapılan teklifin bir benzerinin, 2000 yılında, vefatından beş ay kadar önce, hac sırasında Hicaz’da, MİT‘çiler tarafından, Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Hoca'ya da yapıldığını biliyoruz.

Yanlarında getirdikleri nadide ve görkemli "uzlaşmacılık ve ihsan" halısını önüne hediye olarak sermişlerdi.

Esad Efendi, kendisine yapılan “gizli işbirlikçilik” teklifini, "dünyevî rahatlık" rüşvetini cemaate anlatmış, “Kabul etseydim siz de rahat ederdiniz. Fakat kabul edilecek şey değil” demişti.

Bunu, o yıl hacca gidip Esad Efendi'yi görenlerden Av. Yalçın Ünal, kendi evinde, Av. Kemal Yavuz Ataman‘la üçümüz bir aradayken anlatmıştı.

Şayet teklifi, MİT'çi "uzlaşma ve ihsan"ını kabul etmiş olsaydı, Nisan 1997‘den beri, yani üç buçuk yıldır gelemediği Türkiye’ye dönebilir, keyfine bakabilirdi.

*

Soru şu: 

O dönemde “stratejik müttefik” ABD’nin ve İsrail’in taşeronluğunu ve de işbirlikçiliğini “açıkça” yapan, CIA ile ortak iş tutan MİT’çilerin, Esad Efendi'yle ilgili bir “B planı” var mıydı?

Ya da, yok muydu?

"Hoca'yla da, cemaatiyle de artık uğraşmayalım, kendi hallerine bırakalım" mı demişlerdi.

Böyle demek onların "kitabında yazıyor" muydu?

İşin bir de "MİT'çi kibri" boyutu var.

Taa Hicaz’a kadar gidip yağlı-ballı bir teklifte bulundukları halde eli boş kös kös geri dönmek, herkesi kolayca satın almaya alışmış bu "birinci sınıf" vatandaşlarda acaba nasıl bir halet-i ruhiyeye yol açmıştı?

*

Esad Efendi, bu görüşmeden sadece beş ay sonra, 4 Şubat 2001 tarihinde Avustralya’da “şüpheli” bir trafik kazasında hayatını kaybetti.

Ve MİT'çilerin ona sipariş etmiş olabileceklerini tahmin ettiğimiz "söylemler"in,  "Esad Coşan sonrası İskenderpaşa"da gecikmeksizin hayata geçirildiğini gördük.

Şaşkınlık, hayret, teessüf ve ibretle..

 

SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...