ORTADA ATATÜRK'ÜN BAŞARISI VE KURTARICILIĞI YOK, İNGİLİZ'İN OYUNU VAR (İSTEYEN "İNGİLİZ'İN TÜRKİYE'Yİ OSMANLI'DAN KURTARMA BAŞARISI" DA DİYEBİLİR)

 





UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 65

 

Bir önceki bölümde, en hızlı Atatürkçülerden Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun, Selanikli Mustafa Atatürk’e “siyasal dolandırıcılık” suçlaması yönelttiğini görmüştük.

Dediğine göre, 23 Nisan 1920 tarihinde, 17 yaşındaki genç bir memur olarak  TBMM’nin açılışında hazır bulunmuş.

O gün, “Tetkik-i mezabit encümeni" (tutanaklan inceleme komisyonu) adı altmda iki kurul oluşturulmuş.

Bu komisyonların üyeleri, bir torbadan çekilen fişlerdeki adların yüksek sesle okunması ve tutanağa geçirilmesi yoluyla belirlenmiş.

Tesadüfe bakın ki, birinci komisyon için çekilen isimlerden biri, Albay lsmet Bey’inki (İnönü).

İkinci komisyon da boş kalmamış, torbadan Mustafa Kemal’in ismi çıkmış.

*

Velidedeoğlu şöyle diyor:

“Bu komisyonlardan birincisinde Albay İsmet Bey'in, ikincisinde ise Mustafa Kemal Paşa'nın adlarının torbadan çıkmış olmasına o zaman şaşırmıştım. Bugün bu durumun herhalde bir rastlantı sonucu olmadığını, Mustafa Kemal Paşa'mn daha ilk günden Meclis'e tehlikeli sızmaları önlemek için komisyonlarda kendisinin ve gilvendiği kişilerin bulunmasını sağlayıcı önlem almasından ileri geldiğini kabul ediyorum.”

(Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, İlk Meclis, İstanbul: Cumhuriyet Gazetesi armağanı, 1999, s. 20-21.)

Velidedeoğlu’nun “önlem” dediği şeye bizim lügatlar hilekârlık, sahtekârlık ve dolandırıcılık diyor.

Siz isterseniz buna “millet iradesinin gasbı” da diyebilirsiniz.

Böylece, İngiliz işbirlikçileri daha baştan TBMM’ye ve komisyonlara “sızmışlar”..

Evet, TBMM’nin kuruluşuyla birlikte Türkiye’de “millet iradesi”, İngiliz işbirlikçisi siyasal dolandırıcılar tarafından gasbedilmişti.

İngilizler, işbirlikçileri marifetiyle Türk milletinin (ve/veya Türkiye halkının) iradesini gasbetmişlerdi.

Bu irade gasbı bugün de devam etmektedir.

Bu yazı dizisini başından beri atlamadan okuyanlar, bugün de Anayasa’nın ilk dört maddesi kapsamında “değiştirilemez ilkeler” olarak savunulan hususların aslında dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Curzon’nun projesinin hayata geçirilmesinden ibaret olduğunu kesin bir biçimde anlamış bulunuyorlar.

*

Söz konusu şahıslara “İngiliz işbirlikçisi (ya da aparatı)” suçlamasını ben yapmıyorum.

Bunu söyleyen, Selanikli Mustafa Atatürk’ün başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin ikinci cumhurbaşkanı, İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı General İsmet İnönü.

Evet, çok uzun bir süre CHP'ye liderlik eden anlı şanlı İsmet Paşa, 1973 yılında, cumhuriyetin ilanının 50’nci yıldönümü vesilesiyle verdiği demecinde şu tarihî gerçeği açıklamıştı:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."

(Milliyet Gazetesi‘nin 29 Ekim 1973 tarihli sayısından aktaran Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası, İstanbul: Yordam Kitap, 2018, s. 60.)

*

Ortada bir itiraf var.

İtirafın söz konusu olduğu yerde delile ve şahide (tanığa) ihtiyaç kalmaz.

Adam daha ne desin, gerçeği en ahmak kişinin bile anlayabileceği açıklık ve netlikte dile getirmiş.

Bazı itiraflar vardır, korkunç bir baskı, tehdit (mesela ailesine tecavüz tehdidi) ve dayanılmaz işkenceler vasıtasıyla yaptırılır.. Böylesi durumlarda adam, işkence ve baskıdan kurtulmak için Roma’yı Neron’un değil kendisinin yaktığını bile itiraf eder.

Böylesi itirafçılar bakımından ülkemizin zengin olduğu ileri sürülüyor, fakat kesin olan şu ki, Selanikli Mustafa Atatürk’ün has adamı İsmet İnönü onlardan değil.

Ona Türkiye’de “Gözünün üstünde kaşın var” diyebilen yoktu.

Nitekim, söz konusu itirafı yaptığı sırada aynı şeyi söyleyenler, Selanikli Mustafa Kemal’e hakaret suçundan zindanı boyluyorlardı.

İsmet İnönü’ye ise ne kimse itiraz etti, ne de “Nasıl böyle konuşursun?” dedi, diyebildi.

Deselerdi iyi olurdu, böylece İnönü ayrıntıya girer, itirafının içini doldurmak için gizli kalmış pekçok gerçeği ifşa ederdi.

*

Evet, itirafın olduğu yerde delile ve şahide (kanıta ve tanığa) ihtiyaç kalmaz.

İstiklal Harbi’nin Batı Cephesi Komutanı, Lozan’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin temellerine imza koyan İsmet İnönü, gerçeği açık yüreklilikle dürüstçe açıklamış.

Herhangi bir baskı, zorlama, tehdit, işkence vs. söz konusu olmadan..

Ortada bir itiraf bulunduğu için, esas itibariyle bizim, bu yönde delil ve şahit getirmeye, uzun uzun açıklamalarda bulunmaya ihtiyacımız yok.

Mesele (dava) hakkında hüküm vermek için İnönü’nün bu itirafı yeterlidir.

Evrensel hukuk ilkesi gereği durum budur.

Böyle olmakla birlikte, kimisinin cahilliği, kimisinin ahmaklığı, kimisinin de bilinçli inkârcılığı yüzünden olayın ayrıntılı tablosunu yapıp gözler önüne koymak gerekiyor.. Bu yazı dizisiyle (eksiği ve gediğiyle) yapmaya çalıştığımız şey bu.

*

Tekrar edelim, ortada samimi bir itiraf bulunduğuna göre, mesele kapanmıştır.

Evrensel bir hukuk ilkesi olarak, kişinin itirafı kendisini bağlar.

Bu ilke, Mecelle’de “Kişi ikrarıyla ilzam olunur” cümlesiyle veciz bir biçimde ifade edilmektedir.

İnönü’nün yaptığı itirafı başka birileri itham/suçlama olarak yöneltse, onlardan delil ve şahit getirmeleri istenebilir, fakat Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu hikâyesinde Selanikli Mustafa Atatürk ile başrolü paylaşan, onunla siyam ikizi gibi birlikte hareket etmiş bulunan biri bu itirafı yaptığında, artık ortada tartışılacak birşey kalmaz.

Adam, durduk yere, “Falanca kişi öldürülmüştü de faili meçhul kalmıştı ya, onu işte biz öldürdük” diyorsa, öldürmüştür.. Ona, “Yok yok, sen kendine iftira atıyorsun” denilemez.

Ortada bir yolsuzluk varsa ve birisi çıkıp "Yolsuzluğu ben yaptım" diyorsa, tutup ona "Hayır lan sen yapmadın, biz yaptık" mı diyeceksiniz?!

*

CHP'nin unutulmaz lideri İnönü’nün itirafını tekrar okuyalım:

"İstiklâl mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."

Bu cümleyi şöyle de okuyabiliriz:

"Selanikli Mustafa Atatürk’ün başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur."



İBN ARABÎ’NİN ÇELİŞKİLİ, TUTARSIZ, MANTIKTAN YOKSUN (VE DE EHL-İ SÜNNET’E AYKIRI) SAHTE “İRFAN”I

 



İbn Arabî’nin Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten ayrıldığı noktalar sadece bir iki tane değil. Aşağıda konu edineceğimiz husus (meleklerin mi, peygamberlerin mi üstün olduğu meselesi), onun Ehl-i Sünnet’ten ayrıldığı noktaların fazla önem arzedenlerinden sayılmaz. Fakat söz konusu şahsın düşünce çizgisi hakkında bir fikir verebilir.

Konuyu ele alan Yrd. Doç. Dr. Faruk Sancar, meseleyi şu şekilde özetliyor:

 Mutezilî Alimlerin büyük çoğunluğu ile bazı Şiî düşünürler meleklerin peygamberlerden üstün olduğu kanaatini paylaşırlarken, Ehl-i Sünnet’in bu konudaki derli toplu kanaatini Ömer en-Nesefî’nin ifadelerinde buluyoruz: 

“İnsan nevinden olan peygamberler (Resul), melek nevinden olan peygamberlerden, melek nevinden olan peygamberler, peygamber olmayan insanlardan (Beşerin Avamından), peygamber olmayan (İmanlı) insanlar, peygamber olmayan meleklerden (Meleklerin Avamından) üstündür.” 

Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Ehl-i Sünnet'e göre, üstünlük hiyerarşisinin en tepe noktasında peygamberler ve ardından sırasıyla elçi melekler, salih müminler ve nihayet elçilik vasfı olmayan sıradan melekler gelmektedir.

Mutezile ve Şia ise bu konuda kendi aralarında ihtilafa düşmüşler.. Ancak onlardan bazıları bu meselede Ehl-i Sünnet'e hak vermişler.

*

Sancar, bunun ardından şöyle diyor:

"Ancak Ehl-i sünnet alimleri içerisinde bu hiyerarşik tasnifi benimsemeyen isimlerin bulunduğunu da hatırlatmakta fayda görüyoruz."

Bu “benimsemeyen” Ehl-i Sünnet alimi ise, İbn Arabî oluyormuş..

Gerçekte, İbn Arabî Ehl-i Sünnet’ten değildir.

Nitekim söz konusu meselede de bid'at fırkalardan Mutezile ile Şia'nın (Ehl-i Sünnet'e muhalefet edenlerinin) safında yer almış.

İbn Arabî'nin ehl-i bid’at olduğu kesindir. Ehl-i Sünnet'le bir alâkası yoktur.

Küfrü konusunda ise, eserlerindeki ifadelerin gerçekten kendisine ait olup olmadığının ve tevbe edip etmediğinin bilinmemesi, ayrıca kitaplarının hem batıl hem de hak ifadeler içermesi nedeniyle, ihtilaf vardır.

Ona atfedilen kitapların apaçık (tevil götürmeyen) küfür ifadeler içerdiği kesindir.

Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İbnArabî için açılmış bir sitede (www.ibnularabi.com), onun “mezhep” durumunu  şu şekilde özetlemektedir:

İbn Arabî, Davud-i Zahirî tarafından kurulan ve Endülüslü İbn Hazm tarafından geliştirilen zahiri mezhebine bağlanmıştı. Bunun için ibadette zâhiri, itikadda (tasavvufta) bâtınî idi” denilmişti. Ameldeki mezhebi zahirî olan ve kıyası red­deden İbn Arabî’nin itikaddaki mezhebi ne Eş’arilikti ne de Maturidilik. Bu hususta o, selef akidini benimsemiş ve bu çerçevede [selefîlik vasıtasıyla] ehl-i sünnet ve’1-cemaat mezhebine sâdık kalmıştı. (http://www.ibnularabi.com/default.asp?icerik=3)

Bu ifadelerden şunları anlıyoruz:

1. İbn Arabî, amel konusunda dört hak (Ehl-i Sünnet) mezhepten birine müntesip değildi.

2. İbn Arabî, tasavvufî anlayış bakımından müteşerrî değil, batınî idi. Şeriat’i, tabiri caizse iplemiyordu.

3. İtikaddaki mezhebi ne Eş’arîlik ne de Matüridîlik’ti.

4. Selef akidesini yalın ve saf biçimde gerçekten benimsemiş olsaydı, selef "Sünnet ehli" olduğu için Ehl-i Sünnet şemsiyesi altında kabul edilebilirdi, fakat gerçekte selefin yoluna en uzak çizgidedir. O yüzden selefîler genelde onu (selefe usul noktasından muhalefet etmiş olmasından dolayı) tekfir ediyor, kâfir olduğunu söylüyorlar.

*

Ancak, İbn Arabî’nin Ehl-i Sünnet’e mensubiyetini bir “aksiyom” olarak alan, tartışılmaz bir veri gibi kabul eden Sancar, sözlerini şöyle sürdürmektedir:

Meseleyi, “insan-melek” ve “peygamber-melek” arasındaki üstünlük şeklinde iki yönlü değerlendiren İbn Arabî de bu konuda ulema arasında ihtilaf bulunduğunu kabul eder. Elbette ulema derken o, sadece kendisinin zahir ilimleri olarak nitelendirdiği şerî ilimlerle meşgul olan alimler zümresini kastetmemekte aynı zamanda kendisinin de içinde bulunduğu mutasavvıfları da bu sınıfa dahil etmektedir. Bu da gösteriyor ki sûfî zümreler arasında da bu konuda tam bir fikir birliğinden söz etmek mümkün gözükmemektedir.

İbn Arabî, meleklerin insandan daha üstün varlıklar olduğunu öncelikle Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadisle delillendirmeye çalışır: Hz. Peygamber bir Yahudi’nin cenazesini görünce ayağa kalkar ve fakat, ‘O bir Yahudi cenazesi’ denildiğinde, ‘Onunla beraber bir melek yok mu?’ diye cevap verir. Başka bir rivayette ‘Kuşkusuz ölüm korkunçtur’, bir diğerinde ise ‘O da bir nefis değil midir?’ der. Bu hadisten hareketle İbn Arabî, meleklerin mutlak olarak insanlardan üstün olduğunu kabul edenlere göre, -ki kendisi de bu kanaattedir- daha faziletli olan için ayağa kalkmaya bir işaret olduğunu söyler. Nitekim kendisine gösterilen sadık bir rüyada (mübeşşire) bunu bizzat söyleyenin Hz. Peygamber olduğunu beyan eder.

İbn Arabî, sözünü ettiği bu rüyayı Fütûhât’ın bir başka yerinde açıkça zikreder ve bunun her türlü tartışmayı sona erdirecek bir açıklık ve mahiyette olduğunu vurgular. Çünkü meselenin halli konusunda kendisini aydınlatan bizzat Hz. Peygamber’dir ve bu da en azından kendisi için katî bir bilgi hükmündedir:

Vakıamda Hz. Peygamberi gördüm ve ulemanın ihtilaflarını zikrettikten sonra ona bu meseleyi sordum: Resulullah bana şöyle buyurdu: ‘Melekler efdaldir’ dedi. Ben de cevabına iman ediyorum ama bana bunu soran kişiye hangi delili göstereceğim? dediğimde bana şöyle hitap etti: Benim insanların en hayırlısı olduğumu da, Allah’tan rivayet ettiğim ‘Beni içinden zikredeni ben de içimden zikrederim, Beni bir topluluk içinde zikredeni ise onunkinden daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim’ hadisini de biliyorsun. Pek çok insan aralarında benim de bulunduğum bir topluluk içinde Allah’ı zikretmiştir. O halde Allah da onları benim bulunduğum topluluktan daha hayırlı bir topluluk (melekler) içinde zikretmiştir. Hz. Peygamberin bu sözüyle hiçbir şeyden sevinmediğim kadar sevindim, çünkü bu mesele, kalbimde derince yer etmişti. ‘O ve melekleri size salât eder’ ayetini düşünürsen meseleyi anlarsın.

Söz konusu ayetin (Ahzab, 33/43), “daha hayırlı topluluğun” melekler olduğunu gösterdiğini söylemek istiyor. (Allahu Teala, mesela bir insanı vefat etmiş peygamberler topluluğu içinde de zikredebilir. Peygamberler topluluğu, ashab topluluğundan daha üstündür.)

*

Anlattığı rüya (vakıa) bir acayip.. Ulemanın konu ile ilgili ihtilaflarını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e anlatmışmış..

Faydası neyse?..

Bahis konusu acayiplik, anlattığı rüya konusunda şüphelere yol açmakta, (büyük kelâm otoritesi Allame Saadeddin Taftazanî’ye atfedilen vahdet-i vücudla ilgili bir risalede de olduğu gibi) ona yöneltilen “rüya uydurma” ithamının doğruluğu ihtimalini güçlendirmektedir.

Dediğine göre, Resulullah s.a.s. ona şöyle buyurmuş: “Melekler efdaldir.” Bu da karşılık olarak “Cevabına iman ediyorum ama …” diye hadsiz ve edepsiz bir laf yumurtlamış..

Lafa bak, cevabına iman ediyormuşmuş da amaymış..

“Ama”sı da şu: “Bana bunu soran kişiye hangi delili göstereceğim?”

Sana bunu soran yok ki!.. Bunu dert edinen sensin..

Bu mesele, kalbimde derince yer etmişti” diyen kim?!

*

Dediğine göre, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in yaptığı açıklamaya çok sevinmişmiş.. “Hiçbir şeyden sevinmediğim kadar sevindim” diyor..

Bunun bu kadar sevinilecek nesi var?.. Başkasının senden üstün ya da aşağı olması sana ne fayda verir ne de zarar.. Senin Allahu Teala indindeki kıymetin ne; önemli olan o!.. Kendini başkalarıyla mukayeseye, üstün ya da aşağı ilan etmeye lüzum yok (Ki böylesi lüzumsuz mukayeseler, sonuçta kibir ya da haset gibi hastalıklara yol açar).

İblis de bu üstünlük meselesini kafaya takmış, kalbine derince yerleştirmişti. “Ben Adem’e secde etmem, ondan üstünüm” diyordu.

Allah’tan, bu herzevekil işi meleklerle kapatmış, İblis’i işin içine dahil etmemiş.

Fakat (bu uydurma olduğu anlaşılan rüyası/vakıası ile) muhtemelen İblis’i sevindirmiştir.

İblis’in “insan”la ilgili böylesi değerlendirmelere “hiçbir şeyden sevinmeyeceği kadar sevineceği”ni tahmin etmek zor değil.

*

Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in rüyasında verdiğini iddia ettiği cevaba gelelim..

İbn Arabî’nin hadîs-i kudsîden çıkardığı sonucun ilgisiz olduğu görülüyor. Çünkü, bir topluluğun diğer bir topluluktan hayırlı olması, daha az hayırlı topluluk içindeki bir ferdin, daha çok hayırlı topluluk içindeki bütün fertlerden üstün olmasına engel değildir.

Allahu Teala insanlara meleklere secde etmelerini emretmedi, fakat bütün meleklere Adem aleyhisselam’a secde etmelerini emretti.

Yahudinin ölüsüne eşlik eden melek için ayağa kalkmaya gelince.. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bazen bazı insanlar için de ayağa kalkmıştır.. Bu, onların Rasulullah s.a.s.’den daha üstün olmaları anlamına mı gelir?!

Üstelik, söz konusu rivayet bu konuda “kesin” delil olmaya elverişli değildir. Çünkü “Başka bir rivayette ‘Kuşkusuz ölüm korkunçtur’, bir diğerinde ise ‘O da bir nefis değil midir?’ der” deniliyor..

Yani meleksiz rivayet de var.

*

Üstelik, İbn Arabî’nin kitaplarının en belirgin özelliği olan kendi kendisini çürütme ve kendisiyle çelişme, bu meselede de kendisini göstermektedir. Sancar, sözlerini şöyle sürdürüyor:

İbn Arabî’nin bu açıklamaları ve nakilleri esasında kendisi açısından meseleyi berraklığa kavuştursa da Fusus’un hemen başında kaleme aldığı bir bölüm onun bu konuda nasıl bir tutum takındığı hususunda zihinlerde soru işareti meydana getirmektedir: Melekler, bu halifenin yaratılışının gereğini anlayamamışlardır. Bununla birlikte Hakk’ın mertebesinin layık olduğu ibadeti de bilememişlerdir; çünkü herkes, Hak’tan ancak kendi zatının gerektirdiği şeyi bilebilir. Melekler Âdem’in, toplayıcılığına (câmî oluşu vasfına) sahip değildi. Onlar, kendilerine özgü ilahi isimlerin dışındaki isimleri bilememiş, Hakk’ı yalnızca kendilerine özgü bu isimlerle tenzih ve teşbih etmişlerdir. Hâlbuki bunların Allah’ın bilgisinin kendilerine ulaşmadığı isimleri olduğunu anlayamamış, dolayısıyla bu isimlerle Hakk’ı takdis edememiş, Âdem’in yaptığı gibi Hakk’ı tenzih edememişlerdir.

Bunun ardından Sancar, İbn Arabî’nin bu ifadeleri ilk bakışta yukarıda da arz ettiğimiz görüşleri ile örtüşmeyen bir izlenim doğurmaktadır” demekte ve sonra da, sanki İbn Arabî yanılmaz, şaşırmaz, kendisiyle asla çelişkiye düşmez insanüstü bir varlıkmış, masum bir peygambermiş gibi tevillerle olayı kapatmaya çalışmaktadır.

Şu açık, ilk bakışta olduğu gibi, son bakışta da lafları birbiriyle örtüşmüyor. (Adamın bütün kitapları böyle birbirini çürüten laflarla, çelişkili ve tutarsız lafazanlıklarla dolu.. Herkes işine gelene yapışıyor.)

Ne var ki Sancar, şârihlerin (İbn Arabî şarihleri ya da minareye kılıf dikicilerinin) beyanlarına başvurmakta, bir sürü mantıksız tevili aktarmaktadır.

*

Halbuki, lafı bu kadar dolandırmaya gerek yok. Bizzat www.ibnularabi.comda Uludağ’ın İbn Arabî’yi medhederken yazdıklarından ortaya çıkan sonuçları hatırlamak yeterli (Bu da, merd-i kıptînin hayranının onun şecaatini övmek için sirkatini anlatmasına benzemektedir):

1. İbn Arabî, amel konusunda dört hak mezhepten (Ehl-i Sünnet’ten) birine müntesip değildi.

2. İbn Arabî, tasavvufî anlayış bakımından müteşerrî değil, batınî idi. Şeriat’e değil batınından (işkembesinden) uydurduklarına tabi idi.

3. İtikaddaki mezhebi ne Eş’arîlik ne de Matüridîlik’ti.

4. Selef akidesini yalın ve saf biçimde gerçekten benimsemiş olsaydı, selef de Ehl-i Sünnet olduğu için Ehl-i Sünnet şemsiyesi altında kabul edilebilirdi, fakat gerçekte selefîliğe en uzak çizgidedir. O yüzden selefîler tarafından tekfir edilegelmiştir.


LAİKLİĞİN (SİYASAL DİNSİZLİĞİN) BATIL DİNİ: ATATÜRKÇÜ PUTPERESTLİK

Peygamber Efendimiz  sallallahu aleyhi ve sellem gelecekle ilgili haberler vermiş, istikbalde neler olacağını bildirmiştir. Kendisini  Atatü...