İbn Arabî’nin Ehl-i Sünnet ve Cemaat’ten ayrıldığı
noktalar sadece bir iki tane değil. Aşağıda konu edineceğimiz husus (meleklerin
mi, peygamberlerin mi üstün olduğu meselesi), onun Ehl-i Sünnet’ten ayrıldığı
noktaların fazla önem arzedenlerinden sayılmaz. Fakat söz konusu şahsın düşünce
çizgisi hakkında bir fikir verebilir.
Konuyu ele alan Yrd. Doç. Dr. Faruk Sancar, meseleyi
şu şekilde özetliyor:
… Mutezilî Alimlerin büyük çoğunluğu ile bazı Şiî düşünürler meleklerin peygamberlerden üstün olduğu kanaatini paylaşırlarken, Ehl-i Sünnet’in bu konudaki derli toplu kanaatini Ömer en-Nesefî’nin ifadelerinde buluyoruz:
“İnsan nevinden olan
peygamberler (Resul), melek nevinden olan peygamberlerden, melek nevinden olan
peygamberler, peygamber olmayan insanlardan (Beşerin Avamından), peygamber
olmayan (İmanlı) insanlar, peygamber olmayan meleklerden (Meleklerin Avamından)
üstündür.”
Bu alıntıdan da anlaşılacağı üzere, Ehl-i Sünnet'e göre, üstünlük
hiyerarşisinin en tepe noktasında peygamberler ve ardından sırasıyla elçi
melekler, salih müminler ve nihayet elçilik vasfı olmayan sıradan melekler
gelmektedir.
Mutezile ve Şia ise bu konuda kendi aralarında ihtilafa düşmüşler.. Ancak onlardan bazıları bu meselede Ehl-i Sünnet'e hak vermişler.
*
Sancar, bunun ardından şöyle diyor:
"Ancak Ehl-i sünnet alimleri
içerisinde bu hiyerarşik tasnifi benimsemeyen isimlerin bulunduğunu da
hatırlatmakta fayda görüyoruz."
Bu “benimsemeyen” Ehl-i Sünnet alimi ise, İbn
Arabî oluyormuş..
Gerçekte, İbn Arabî Ehl-i Sünnet’ten değildir.
Nitekim söz konusu meselede de bid'at fırkalardan Mutezile ile Şia'nın (Ehl-i Sünnet'e muhalefet edenlerinin) safında yer almış.
İbn Arabî'nin ehl-i bid’at olduğu kesindir. Ehl-i Sünnet'le bir alâkası yoktur.
Küfrü konusunda
ise, eserlerindeki ifadelerin gerçekten kendisine ait olup olmadığının ve tevbe
edip etmediğinin bilinmemesi, ayrıca kitaplarının hem batıl hem de hak ifadeler
içermesi nedeniyle, ihtilaf vardır.
Ona atfedilen kitapların apaçık (tevil götürmeyen) küfür ifadeler içerdiği kesindir.
Prof. Dr. Süleyman Uludağ, İbnArabî için
açılmış bir sitede (www.ibnularabi.com), onun
“mezhep” durumunu şu şekilde özetlemektedir:
İbn Arabî, Davud-i
Zahirî tarafından kurulan ve Endülüslü İbn Hazm tarafından geliştirilen zahiri mezhebine bağlanmıştı. Bunun için
ibadette zâhiri, itikadda (tasavvufta) bâtınî idi” denilmişti. Ameldeki mezhebi zahirî olan ve kıyası reddeden
İbn Arabî’nin itikaddaki mezhebi ne Eş’arilikti ne de
Maturidilik. Bu hususta o, selef akidini benimsemiş ve bu çerçevede [selefîlik vasıtasıyla] ehl-i sünnet ve’1-cemaat mezhebine sâdık kalmıştı. (http://www.ibnularabi.com/default.asp?icerik=3)
Bu ifadelerden şunları anlıyoruz:
1. İbn Arabî, amel konusunda
dört hak (Ehl-i Sünnet) mezhepten birine müntesip değildi.
2. İbn Arabî, tasavvufî anlayış bakımından müteşerrî
değil, batınî idi. Şeriat’i, tabiri caizse iplemiyordu.
3. İtikaddaki mezhebi ne Eş’arîlik ne de
Matüridîlik’ti.
4. Selef akidesini yalın ve saf biçimde gerçekten
benimsemiş olsaydı, selef "Sünnet ehli" olduğu için Ehl-i Sünnet şemsiyesi
altında kabul edilebilirdi, fakat gerçekte selefin yoluna en uzak
çizgidedir. O yüzden selefîler genelde onu (selefe usul noktasından muhalefet etmiş olmasından dolayı) tekfir ediyor, kâfir olduğunu söylüyorlar.
*
Ancak, İbn Arabî’nin Ehl-i Sünnet’e
mensubiyetini bir “aksiyom” olarak alan, tartışılmaz bir veri gibi kabul eden Sancar,
sözlerini şöyle sürdürmektedir:
Meseleyi, “insan-melek” ve
“peygamber-melek” arasındaki üstünlük şeklinde iki yönlü değerlendiren İbn
Arabî de bu konuda ulema arasında ihtilaf bulunduğunu kabul eder. Elbette ulema
derken o, sadece kendisinin zahir ilimleri olarak nitelendirdiği şerî ilimlerle meşgul olan alimler zümresini
kastetmemekte aynı zamanda kendisinin de içinde bulunduğu mutasavvıfları da bu
sınıfa dahil etmektedir. Bu da gösteriyor ki sûfî zümreler arasında da bu
konuda tam bir fikir birliğinden söz etmek mümkün gözükmemektedir.
İbn Arabî, meleklerin insandan daha
üstün varlıklar olduğunu öncelikle Hz. Peygamberden rivayet edilen şu hadisle
delillendirmeye çalışır: Hz. Peygamber bir Yahudi’nin cenazesini görünce ayağa
kalkar ve fakat, ‘O bir Yahudi cenazesi’ denildiğinde, ‘Onunla beraber bir
melek yok mu?’ diye cevap verir. Başka bir rivayette
‘Kuşkusuz ölüm korkunçtur’, bir diğerinde ise ‘O da bir nefis değil
midir?’ der. Bu hadisten hareketle İbn Arabî, meleklerin mutlak olarak
insanlardan üstün olduğunu kabul edenlere göre, -ki kendisi de bu kanaattedir- daha
faziletli olan için ayağa kalkmaya bir işaret olduğunu söyler. Nitekim
kendisine gösterilen sadık bir rüyada (mübeşşire)
bunu bizzat söyleyenin Hz. Peygamber olduğunu beyan eder.
İbn Arabî, sözünü ettiği bu rüyayı Fütûhât’ın bir başka yerinde
açıkça zikreder ve bunun her türlü tartışmayı sona erdirecek bir açıklık ve
mahiyette olduğunu vurgular. Çünkü meselenin halli konusunda kendisini
aydınlatan bizzat Hz. Peygamber’dir ve bu da en azından kendisi için katî bir
bilgi hükmündedir:
Vakıamda Hz. Peygamberi gördüm ve
ulemanın ihtilaflarını zikrettikten sonra ona bu meseleyi sordum: Resulullah bana şöyle buyurdu: ‘Melekler efdaldir’ dedi.
Ben de cevabına iman ediyorum ama bana bunu soran kişiye hangi delili
göstereceğim? dediğimde bana şöyle hitap etti: Benim insanların en hayırlısı olduğumu da, Allah’tan rivayet
ettiğim ‘Beni içinden zikredeni ben de içimden zikrederim, Beni bir topluluk
içinde zikredeni ise onunkinden daha hayırlı bir topluluk içinde zikrederim’
hadisini de biliyorsun. Pek çok insan aralarında benim de bulunduğum bir
topluluk içinde Allah’ı zikretmiştir. O halde Allah da onları benim bulunduğum
topluluktan daha hayırlı bir topluluk (melekler) içinde zikretmiştir. Hz.
Peygamberin bu sözüyle hiçbir şeyden sevinmediğim kadar sevindim, çünkü bu
mesele, kalbimde derince yer etmişti. ‘O ve melekleri size salât eder’
ayetini düşünürsen meseleyi anlarsın.
Söz konusu ayetin (Ahzab, 33/43), “daha hayırlı
topluluğun” melekler olduğunu gösterdiğini söylemek istiyor. (Allahu Teala,
mesela bir insanı vefat etmiş peygamberler topluluğu içinde de zikredebilir. Peygamberler
topluluğu, ashab topluluğundan daha üstündür.)
*
Anlattığı rüya (vakıa) bir acayip.. Ulemanın konu ile
ilgili ihtilaflarını Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem’e anlatmışmış..
Faydası neyse?..
Bahis konusu acayiplik, anlattığı rüya konusunda şüphelere
yol açmakta, (büyük kelâm otoritesi Allame Saadeddin Taftazanî’ye atfedilen
vahdet-i vücudla ilgili bir risalede de olduğu gibi) ona yöneltilen “rüya
uydurma” ithamının doğruluğu ihtimalini güçlendirmektedir.
Dediğine göre, Resulullah s.a.s. ona şöyle buyurmuş:
“Melekler efdaldir.” Bu da karşılık olarak “Cevabına iman ediyorum ama
…” diye hadsiz ve edepsiz bir laf yumurtlamış..
Lafa bak, cevabına iman ediyormuşmuş da amaymış..
“Ama”sı da şu: “Bana bunu soran kişiye hangi delili
göstereceğim?”
Sana bunu soran yok ki!.. Bunu dert edinen sensin..
“Bu mesele, kalbimde derince yer etmişti” diyen
kim?!
*
Dediğine göre, Peygamber Efendimiz s.a.s.’in yaptığı
açıklamaya çok sevinmişmiş.. “Hiçbir şeyden sevinmediğim kadar sevindim”
diyor..
Bunun bu kadar sevinilecek nesi var?.. Başkasının
senden üstün ya da aşağı olması sana ne fayda verir ne de zarar.. Senin Allahu
Teala indindeki kıymetin ne; önemli olan o!.. Kendini başkalarıyla mukayeseye,
üstün ya da aşağı ilan etmeye lüzum yok (Ki böylesi lüzumsuz mukayeseler, sonuçta kibir ya da haset gibi
hastalıklara yol açar).
İblis de bu üstünlük meselesini kafaya
takmış, kalbine derince yerleştirmişti. “Ben Adem’e secde etmem, ondan
üstünüm” diyordu.
Allah’tan, bu herzevekil işi meleklerle kapatmış,
İblis’i işin içine dahil etmemiş.
Fakat (bu uydurma olduğu anlaşılan rüyası/vakıası ile)
muhtemelen İblis’i sevindirmiştir.
İblis’in “insan”la ilgili böylesi değerlendirmelere “hiçbir
şeyden sevinmeyeceği kadar sevineceği”ni tahmin etmek zor değil.
*
Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem’in
rüyasında verdiğini iddia ettiği cevaba gelelim..
İbn Arabî’nin hadîs-i kudsîden çıkardığı sonucun ilgisiz olduğu görülüyor. Çünkü, bir topluluğun
diğer bir topluluktan hayırlı olması, daha az hayırlı topluluk
içindeki bir ferdin, daha çok hayırlı topluluk içindeki bütün fertlerden üstün
olmasına engel değildir.
Allahu Teala insanlara meleklere secde etmelerini
emretmedi, fakat bütün meleklere Adem aleyhisselam’a secde etmelerini emretti.
Yahudinin ölüsüne eşlik eden melek için ayağa kalkmaya
gelince.. Peygamber Efendimiz sallallahu aleyhi ve sellem, bazen bazı insanlar
için de ayağa kalkmıştır.. Bu, onların Rasulullah s.a.s.’den daha üstün
olmaları anlamına mı gelir?!
Üstelik, söz konusu rivayet bu konuda “kesin” delil
olmaya elverişli değildir. Çünkü “Başka bir rivayette
‘Kuşkusuz ölüm korkunçtur’, bir diğerinde ise ‘O da bir nefis değil
midir?’ der” deniliyor..
Yani meleksiz rivayet de var.
*
Üstelik, İbn Arabî’nin kitaplarının
en belirgin özelliği olan kendi kendisini çürütme ve kendisiyle çelişme, bu
meselede de kendisini göstermektedir. Sancar, sözlerini şöyle sürdürüyor:
İbn Arabî’nin bu açıklamaları ve
nakilleri esasında kendisi açısından meseleyi berraklığa kavuştursa da Fusus’un
hemen başında kaleme aldığı bir bölüm onun bu konuda nasıl bir tutum takındığı
hususunda zihinlerde soru işareti meydana getirmektedir: Melekler, bu
halifenin yaratılışının gereğini anlayamamışlardır. Bununla birlikte Hakk’ın
mertebesinin layık olduğu ibadeti de bilememişlerdir; çünkü herkes, Hak’tan
ancak kendi zatının gerektirdiği şeyi bilebilir. Melekler Âdem’in, toplayıcılığına (câmî oluşu vasfına) sahip
değildi. Onlar, kendilerine özgü ilahi isimlerin dışındaki isimleri bilememiş,
Hakk’ı yalnızca kendilerine özgü bu isimlerle tenzih ve teşbih etmişlerdir.
Hâlbuki bunların Allah’ın bilgisinin kendilerine ulaşmadığı isimleri olduğunu
anlayamamış, dolayısıyla bu isimlerle Hakk’ı takdis edememiş, Âdem’in yaptığı
gibi Hakk’ı tenzih edememişlerdir.
Bunun ardından Sancar, “İbn Arabî’nin bu ifadeleri ilk bakışta yukarıda da arz ettiğimiz
görüşleri ile örtüşmeyen bir izlenim doğurmaktadır” demekte ve
sonra da, sanki İbn Arabî yanılmaz, şaşırmaz, kendisiyle asla çelişkiye düşmez
insanüstü bir varlıkmış, masum bir peygambermiş gibi tevillerle olayı kapatmaya çalışmaktadır.
Şu açık, ilk bakışta olduğu gibi, son bakışta da
lafları birbiriyle örtüşmüyor. (Adamın bütün kitapları böyle birbirini çürüten laflarla,
çelişkili ve tutarsız lafazanlıklarla dolu.. Herkes işine gelene yapışıyor.)
Ne var ki Sancar, şârihlerin (İbn Arabî şarihleri
ya da minareye kılıf dikicilerinin) beyanlarına başvurmakta, bir
sürü mantıksız tevili aktarmaktadır.
*
Halbuki, lafı bu kadar dolandırmaya gerek yok.
Bizzat www.ibnularabi.com’da Uludağ’ın
İbn Arabî’yi medhederken yazdıklarından ortaya çıkan sonuçları hatırlamak
yeterli (Bu da, merd-i kıptînin hayranının onun şecaatini övmek için sirkatini
anlatmasına benzemektedir):
1. İbn Arabî, amel konusunda dört hak
mezhepten (Ehl-i Sünnet’ten) birine müntesip değildi.
2. İbn Arabî, tasavvufî anlayış bakımından müteşerrî değil, batınî idi. Şeriat’e değil batınından
(işkembesinden) uydurduklarına tabi idi.
3. İtikaddaki mezhebi ne Eş’arîlik
ne de Matüridîlik’ti.
4. Selef akidesini yalın ve saf biçimde gerçekten
benimsemiş olsaydı, selef de Ehl-i Sünnet olduğu için Ehl-i Sünnet şemsiyesi
altında kabul edilebilirdi, fakat gerçekte selefîliğe en uzak
çizgidedir. O yüzden selefîler tarafından tekfir edilegelmiştir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder