UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN
KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 24
Evet, Lord Curzon’un (George Nathaniel
Curzon), (İsmet İnönü’nün sözünü ettiği “İngiliz desteği”
çerçevesinde) Selanikli Mustafa Kemal’in Atatürk olması, Türk milletinin
(Osman Gazi ve ahfadı gibi atalarının sırtına tekmeyi vurup) kuzenleri
(o günün yaşlıları açısından yeğenleri) Selanikli’yi ata kabul
etmesi için çevirdiği dolapları anlatıyorduk.
Adam Osmanlı Devleti’ni tarihe
gömmeyi, yıkmayı kafaya koymuş..
Bunun için yapmayacağı şey yok.
İkinci bir derdi, hilafet
(halifelik) kurumu.
Üçüncü karın ağrısı ise, Türk’ün (imparatorluk
“hava”sı verecek şekilde) “İstanbul” merkezli (başkentli) bir devlete
sahip olması..
*
Vikipedi’nin “Lozan Antlaşması” maddesinde Lord Curzon’un şu
sözü aktarılıyor:
“Türk'ün İstanbul'daki
varlığı, Avrupa'da savaşların, İslam dünyasında aşırı ve mağrur tutkuların özendirici bir kaynağı
oldu.”
Aşırı ve mağrur tutkular dediği, îlâ-yi
kelimetillah davası, cihat ruhu, kızılelma ülküsü.
Curzon’un şu sözleri ise, Vikipedi’nin
hem “ Lozan Antlaşması” hem de “George Curzon” maddesinde yer
alıyor:
“Konstantinopolis'i
(İstanbul’u) elinde tutan güce muazzam bir stratejik ve siyasi önem verilir.
Tarih bunu kanıtlamıştır. Asırlar boyunca Türkiye'nin dünyanın en büyük
güçlerinden biri olduğu izlenimini veren, İstanbul'daki Türk varlığıydı.
Onun Avrupa'daki varlığının, İslam'ın dünya çapındaki itibarını ve
gücünü artırmada ve Pan-İslam inancını teşvik etmede çok büyük bir
etkisi oldu.
"… Osmanlı hânedânı
asırlar boyunca hilafeti nasıl elinde tutabildi? Bunun iki temel sebebi var.
Birincisi, Kutsal Topraklar (Mekke ve Medine), Sultan'a, tüm dünyadaki
Müslümanlar üzerinde büyük bir manevi ayrıcalık ve yetki verdi. İkincisi, İstanbul,
Türkiye'nin büyük bir İslami güç olarak görünmesini sağladı. Türkiye, Kutsal
Yerler'den sonra Konstantinopolis'i de kaybederse, bana öyle geliyor ki, hilafeti
elinde tutma şansı yok olacaktır. İslam dünyası, İstanbul, Mekke ve Medine'den çıkarılan ve Asya'nın
dağlık bölgelerine sürülen bir Sultan'ı halife olarak kabul etmeyecektir.”
Curzon’un bunları söylediği tarih 23
Aralık 1918.
O sırada padişah, Sultan Reşad..
Altı ay 10 gün sonra Reşad vefat edecek, Selanikli Mustafa Atatürk’ün Berlin
seyahati sırasında “kafaya almış olduğu” Vahideddin tahta geçecektir.
Bundan dört ay sonra ise Mondros
Mütarekesi (Ateşkesi) imzalanacak, 13 Kasım 1919 tarihinde hem İngilizler, hem
de Selanikli İstanbul’a ayak basacaktır.
İşgalci İngiliz subayları da,
Selanikli de aynı otele yerleşecektir: Pera Palas.
Kader birliği başlamıştır.
*
Görüldüğü gibi, Curzon “Osmanlı
padişahının İstanbul’dan çıkarılıp Anadolu’ya sürülmesinden” söz ediyor.
Selanikli Mustafa Atatürk bundan daha fazlasını yapacaktır.. Sultan’ı (“İstanbul halkı”
görünümlü “bindirilmiş linç çeteleri”yle korkutarak) İstanbul’dan sürdüğü gibi,
Asya’nın (Anadolu’nun) dağlık bölgelerine de sokmayacak, taa Malta’lara, İtalya’lara
postalayacaktır..
Fakat öfkesi ve kini bununla da teskin
olmayacak, halifeliğin kaldırılmasıyla birlikte Osmanlı hanedanı, kundaktaki
bebeğe varıncaya kadar vatandan sürülecektir..
Böylece Selanikli, İngiliz’in Dizbağı
Nişanı’na layık görülmeyi elinin emeği, yüzünün akıyla sonuna kadar hak
edecektir.
Bu arada İngiltere Kralı Edward’ı
ilk fırsatta Dolmabahçe Sarayı’nda ihtiramla, izzet ü ikramla ağırlamayı da
ihmal etmeyecektir.
Türk’ün (Osman
Gazi’nin, Orhan Gazi’nin, Murat Hüdavendigâr’ın, Fatih’in torunu olan) padişahına
öyle, emperyalist düşman İngiliz’in kralına böyle..
*
Curzon’un yine 1918 yılının Aralık ayında (daha ortada Vahideddin’in
padişahlığı ve Selanikli’nin yaverliği yokken) söylediği bir söz var ki, İsmet
İnönü’nün açıkladığı “millî mücedeleye / İstiklal Harbi’ne İngiliz
desteği”nin (resmî tarihte okutulduğu üzere) “İngiliz kösteği” gibi gösterilmesi
illüzyonunun ve abrakadabrasının ardındaki “üst akıl”ın kim
olduğunu anlamamızı sağlıyor:
“Yapmamamız gereken bir
şey var ki bu bizim politikamızın bir gereğidir, hilafet meselesine
doğrudan dokunmamalıyız. Hilafet elbette bizi endişelendirecek. Fakat bu
kararı etkilemek için görünürde hiçbir adım atmamalıyız.” (“Lozan
Antlaşması”, Vikipedi, https://tr.wikipedia.org/wiki/Lozan_Antla%C5%9Fmas%C4%B1)
İşte “psikolojik savaş”ın
ustası olmak, “algı operasyonu” alanında uzmanlaşmak böyle birşey..
Bunu söylediği tarih 16 Aralık 1918.
Demek ki “İngiliz politikasının
gereği”, bazı konularda “yerli milli” maşalar kullanmak, ajanlar,
kuklalar ve işbirlikçiler marifetiyle perde arkasından dolap çevirmek,
netameli konularda taşeronlar ve kiralık tetikçiler kullanmakmış.
Ne diyordu Sun Tzu
usta: “Dövüş ustası olanlar öfkelenmezler, kazanma ustası olanlar
korkmazlar, akıllılar dövüşmeden kazanır, cahiller kazanmak için
dövüşürler. Düşmana savaşmadan boyun eğdirmek, ustalığın doruk noktasıdır.”
*
Öyle bir düzenek kuruyorlar ki, hem öldürüyorlar,
hem de ölümün doğal bir ölüm olduğu izlenimi veriyorlar.
Hatta, öleni gözden düşürmek,
itibarını beş paralık etmek için cinayetin intihar gibi görünmesini sağlıyorlar.
İşte bu “kusursuz cinayet” profesyonelliğini
İngilizler, hem Osmanlı Devleti’nin ortadan kaldırılması, hem de hilafetin
canına okunması sürecinde sergilediler..
Taşeronları Selanikli eliyle..
Sözde Türk milletinin kendisi TBMM’de
aldığı kararla (millî intihar anlamına gelecek şekilde) Osmanlı
Devleti’nin varlığına son verdi.
Bu da yetmedi, bir de “Biz kiiim,
Müslümanlar’a halifelik yapmak kim!.. Bizden ancak baloların kavalyesi
olur, çilingir sofraların süngeri olur” dediler ve hilafetin ruhuna Fatiha
okudular.
Böylece İngiliz, (İsmet İnönü’nün
beyanına göre “milli mücadele”yi destekleyen İngiliz [Artık bu nasıl bir “milli”
mücadeleyse?] hilafet meselesine, Curzon’un dediği gibi “İngiliz politikası
gereği doğrudan dokunmamış, görünürde (onun ilgası yönünde) hiçbir
adım atmamış” oldu.
Selanikli’nin Dizbağı Nişanı’na
layık görülmüş olması tesadüf değil.
*
Vikipedi’nin “Lozan Antlaşması” maddesinde Curzon’un başka sözleri
de aktarılıyor.
2 Ocak 1919’da, Mondros Mütarekesi’nden iki ay sonra ve
Selanikli’nin Samsun’a hareketinden dört buçuk ay önce şunu demiş:
“… Türk'ün tüm gücü elinden
alındığında [bizim açımızdan] saygın olmasa da zararsız bir hale
gelecektir ve bizimle ilişkileri [bu zararsız haliyle] tekrar
başladığında, Avrupa'nın ihtirasları ile İstanbul'dan çıkarılmasının İslam
dünyasında oluşturacağı büyük öfkeye karşı [İslam dünyası ile bizim aramızda,
bizim için] iyi niyetli bir tampon bile sağlayabilir.”
Türkiye’nin bu “iyi niyetli tampon” rolü bugün de
devam ediyor.
Afganistan’da bu tampon rolüyle
NATO saflarında arz-ı endam etti.
1990 yılında Irak meselesinde yine tampondu.
2003 yılında tamponluğa teğet geçti.
Büyük Ortadoğu Projesi (BOP)
kapsamında gönüllü bir tampon olarak hizmet vermeye çalıştı.
2011’de Suriye meselesinde de (ABD’nin “gaz”
vermesiyle) tampon olarak devreye girdi.
*
Curzon, Mondros Mütarekesi’nden dört ay sonra, Selanikli’nin
Samsun’a gidişinden ise iki buçuk ay önce, 5 Mart 1919’da, meselenin İstanbul’un
Türkler’de kalıp kalmaması değil, Türkiye’nin başkenti olup olmaması
meselesi olduğunu belirtiyor:
“Sultan, halife olarak
Doğu dünyasının tarihi başkentinde [İstanbul’da], kendisini çevreleyen
hiyeratik prestij hâlesiyle kaldığı sürece, dünya müslümanları onu sadece manevi
liderleri olarak görmekle kalmayacak, aynı zamanda yenilmemiş olarak da
görecekler. Böylece Türkiye, gelecekte uluslararası durumda rahatsız
edici, endişe verici bir güç olmaya devam edecektir.
“Türk Hükûmeti orada kaldığı
sürece İstanbul, dünyadaki tüm Müslümanların yöneldiği merkez ve etrafında
döndükleri eksen olacak ve İslam dünyasının desteğini alan Türkler,
bu sayede [İslam dünyasından aldığı güçle], Avrupa'nın [kendi aralarındaki] rekabetleri
ve kıskançlıkları üzerine [Sultan Abdülhamid gibi] oyun kurmaya devam
edecekler.
“Konstantinopolis'ten çıkarıldıktan
sonra, Türkiye, İran veya Afganistan ile hemen hemen aynı temelde bir Asya
devleti olacak ve Türkler, dünya milletleri arasında, en azından, ikinci
veya üçüncü sıraya [lige] düşeceklerdir.
“Dahası, Müslüman dünyası Türk'ün
Konstantinopolis'te kalmasını [onun açısından] bir zafer işareti ve [başkenti
itibariyle] kovulmasını [ise] yenilgi[si]nin en büyük kanıtı olarak görecektir,
çünkü Avrupa'dan çıkarılmasının Müttefiklerin [İngiltere, Fransa ve İtalya] savaş
hedeflerinden biri olduğu iyi biliniyor.” (A.y.)
Curzon, kendi ekibine meramını açık ve anlaşılır bir
biçimde anlatmış.
Türkler’in yenilgisinin tescili için Osmanlı padişahının İstanbul’dan çıkarılmasını şart
görüyor.
Halife sıfatıyla İstanbul’da kalmaya devam etmesi durumunda Avrupa’nın başını gelecekte
de ağrıtacağını tahmin ediyor.
Çünkü İslam dünyasının desteğini arkasına almaya
devam edecek.. Bu desteğin gelecekte nelere yol açacağını kestirmek güç.
Osmanlı padişahı, devletinin başında kalmaya devam etse
bile, İstanbul’u terk edip Anadolu’daki bir şehri başkent
yaptığında büyüsü bozulacak, “havası” inecek, dünya devletleri liginde küme
düşecek, Afganistan gibi bir devlet haline gelecektir.
*
Anlaşılıyor ki bunları söylediği sırada Curzon’un henüz Osmanlı’dan
tümden kurtuluş ümidi yok.
Veya, bu yöndeki beklentisinin o an için uçuk bulunacağını
düşünerek “büyük hayalleri”ni kendisine saklıyor, yanındakilere açmıyor.
O sırada Selanikli’nin Samsun’a gitmesine daha iki buçuk ay vardır ve onun Anadolu’da ne yapıp yapamayacağı konusunda birşey
söylemek için erkendir.
Fakat yaklaşık 10 ay sonra şartlar Curzon’un istediği kıvama
gelecek ve 27 Aralık 1919 tarihinde, tam da Selanikli’nin Ankara’ya vardığı gün
Yarbay Rawlinson, Curzon’un “yeni Türkiye” projesi için desteğini
istemek üzere Erzurum’da Kâzım Karabekir’i ziyaret edecektir.
Artık mevzubahis olan Osmanlı payitahtının Anadolu’daki bir
şehre taşınması değildir, burada “yeni bir hükümet”, yani yeni devlet
kurulmasıdır.
Selanikli kongrelerle bunun altyapısını
hazırlamıştır.. İzmir’e çıkan Yunan ise (Milne Hattı engeli yüzünden) İzmir
dağlarındaki çiçeklerin açmasını seyretmekte, ot yolmaktadır.
Rawlinson Karabekir’e, Curzon’un barış masasında
karşısında Selanikli Mustafa Kemal’i (veya onun temsilcisini) görmek
istediği, Osmanlı Devleti temsilcisiyle işinin kalmadığı mesajını verir.
*
Karabekir’in bundan, Selanikli’nin, (kendisinin bilgisi
dışında) İngilizler ile anlaşmış olduğu sonucunu çıkarması gerekirken,
uyanamaz.
Bayram değil seyran değilken İngiliz enişte Selanikli’yi
niçin öpmektedir?
Hangi dağda hangi kurt ölmüştür de bit pazarına nur yağmış,
henüz elinde hiçbir kuvvet bulunmayan Selanikli Lord Curzon için kıymete
binmiştir? (Ki Selanikli güçsüzlüğü yüzünden sonraki süreçte mesela bir Çapanoğlu
isyanı karşısında Çerkez Ethem’in tabiri caizse ayaklarına kapanacak,
onun azarları karşısında süklüm püklüm susacaktır.)
Karabekir kendisine bu soruları sormaz.
Çünkü Selanikli, “gizli gündem”ini ve takiyyesini
sadece Mazhar Müfit ve Süreyya gibi sadık bendelerine
açıklamakta, başkalarının yanında ise Halife-Padişah’a sadakat yeminleri
etmekte, İngilizler’e sövüp saymakta, hakaretler yağdırmaktadır.