İSLAM-İSLAMCILIK AYRIMI İLLÜZYONU, "İSLAM DEVLETİ - LAİK (SİYASAL DİNSİZ) DEVLET" AYRIMINI UNUTTURMAK İÇİN SAHNELENİYOR

 





Savaş, İslam ile küfür (şirk) arasında..

Fakat küfür (şirk) cephesi o kadar hilebaz, o kadar dessas, o kadar kurnaz, o kadar deccal (yalancı), o kadar gözbağcı, öyle şeytan ki, İslam-küfür kavgasını unutturuyor, cehalet, nifak, riya ve dünyaperestlik çölünde kaybolmuş olan ahmak “müslüman”ları hipnotize edip onların İslam-İslamcılık savaşı serabı ya da halüsinasyonu görerek münafıkça sayıklayıp durmalarını sağlıyor.

Bir tarafta iman (İslam), diğer tarafta küfür (hizbüşşeytan) cephesi var, fakat bu şeytan hizbi, sanki günümüzde bu ayrım ortadan kalkmış, İslam’ın karşısına asıl düşman olarak İslamcılık çıkmış gibi tantana ve yaygara koparıyor.

İşte, psikolojik savaş dedikleri şey böyle birşey..

Algı operasyonu denilerek yaldızlanıp cilalanan, büyük ve anlı şanlı bir beceri ve maharetmiş gibi yüceltilen deccaliyet (yalancılık) mesleği böyle çalışıyor.

Deccallar, cenneti cehennem, cehennemi cennet, hakkı batıl, batılı hak gibi gösterebilecek kadar ikna kabiliyeti yüksek gözbağcı yalancılar durumundalar, ve ellerinde milleti uyuşturup algı operasyonları/ameliyatları için hazır hale getirecek her tür uyuşturucu mevcut.

*

Evet, savaş, İslam ile küfür arasında..

Türkçe’nin dil kuralları ve mantığı ile düşünürsek İslam’dan yana olana İslamcı, küfürden yana olana küfürcü dememiz gerekiyor.

(Kâfir, Arapça’nın dil kurallarına göre ism-i fail denilen kalıpta türetilmiş bir kelime.. Türkçesi “küfreden, küfürcü” oluyor. Buna karşılık Arapça’da “müsüman” diye bir kelime yok, aslı “müslim”.. Müslim kelimesinin türediği “esleme-yüslimü” fiilinin masdarı ise İslâm.. Müslim, “yüslimü”den türetilen ism-i fail.. Türkçe’nin mantığıyla masdardan hareketle isimlendirme yapıldığında ortaya İslam-cı çıkıyor. “İslamcı değilim, müslümanım” diyenlerde biraz samimiyet, akıl fikir ve tutarlılık kaygısı olsa, müslüman kelimesini de kullanmamaları, “İslamcı değilim, müslimim” demeleri gerekirdi. Müslim kelimesinin bir harfini değiştirip arkasına “an” ekliyorsun sorun olmuyor, fakat İslam’a “cı” ekleyince sorun oluyor.. Böyle bir dangalaklık olabilir mi? Ne yazık ki bu milletin büyük çoğunluğunun damarlarında muhtaç olduğu aklın zerresi bile yok.)

Savaş İslam ile küfür arasında, fakat küfür cephesi (deccaliyet ekolü) bize “Yok yok, savaş İslam ile İslamcılık arasında” diyor.

Ve Türkiye’nin laikçi derin devletçileri de bu mücadelede bugüne kadar küresel küfür cephesinin “yerli milli bayisi, acentası” olarak iş gördüler.

Sadece dışarıdan saldırmadılar, “içerideki” dindar görünümlü ajanlarını da kullandılar.

Bunlar vasıtasıyla İslamcılığı ya içeriden vurmaya ya da “yerli milli” (İslamî olmayan) bir İslamcılık icat etmeye çalıştılar.

İslam-küfür kavgasını unutturup İslam-İslamcılık kavgası illüzyonunu gerçekmiş gibi nazara verdiler..

Müslümanları parmaklarında oynattılar..

O kadar ki, laik (siyasal dinsiz) rejim hesabına yakın geçmişte yerli-milli bir sözde Hizbullah (özde hizbuddevlet) ve hatta bir Nurcu tarikat (Aczmendilik) üretmeyi bile başardılar.

“Ayılana gazoz, bayılana limon” hesabı her keseye, her meşrebe, her zevke, her bedene göre bir "çakma" ürünleri vardı.. 

Yoktuysa bile hemen üretebiliyorlardı..

*

Küresel küfür cephesinin ürettiği, yerli-milli derin acentalarının da alıp hayata geçirdiği “Savaşı İslam’ın kendi içine taşıma, İslam-İslamcılık kavgası icat etme” projesinin en ön safındakiler, bu ülkede, bugün FETÖ diye adlandırılan taifeydi..

FETÖ, bir Özel Harp - MİT - CIA ortak prodüksiyonuydu.

Hoşgörü, diyalog, kardeşlik, sevgi, güzel örneklik, ahlâk, irfan, dırahşan, kalbin zümrüt tepeleri, vadileri, ovaları vs. edebiyatı yaptılar, yahudi, hristiyan ve müşrik/putperest kesimlere zeytin dalı ve çiçek demetleri sundular.

Fakat yeri geldi o kâfirler hesabına “İslamcı, cihatçı” vesaire diye adlandırdıkları müslümanlara kin ve nefret kustular.

Evet, nefret..

Mesela Fethullah Gülen, 28 Şubat Süreci’nde (yanlış hatırlamıyorsam) Show TV’de, o günün mazlumu Başbakan Erbakan için (nefret kelimesinden türemiş olan) “tenafür” kelimesini kullanmıştı. Onunla arasında tenafür bulunduğunu söylemişti.

Fethullah Gülen ve cemaatinin elebaşları (hristiyan ve yahudi işbirlikçileri hesabına) kendilerini “din olarak İslam”ın temsilcileri gibi gösterdiler, İslam’ın siyasal, hukukî, ekonomik ve sosyal hükümlerinin “devlet”e hakim olmasını isteyenleri ise İslamcılar olarak adlandırdılar.

Ve, İslamcılarla mücadele ettiler.. Tabiî “yasalar çerçevesinde”..

Laik (siyasal dinsiz) yasalar onlardan yanaydı. (Fethullah Gülen'in kahramanlaştırılıp efsaneleştirilmesi için bir dönem "aranıp da bulunamıyor" gösterilmesi "derin" hilesi ayrı bahis.)

Böylece, küresel küfür cephesinin “İslam-İslamcılık” kavgası tezini haklı çıkarıyorlardı.

Dahası bu süreçte Türkiye’nin derin devletçileri ve Akparti de onlara (belli bir zamana kadar) destek verdiler.

Ne zaman ki bu taifenin okları kendilerine de yönelmeye başladı, uyandılar..

*

Bir önceki yazıda, Türkiye’deki dindar görünümlü “derin devlet” elemanlarının ve nüfuz (tesir, etki) ajanlarının “İslam bir dindir, İslamcılık ise çağdaş bir ideolojidir, bir ideoloji olduğu için İslamcı değiliz” şeklinde aldatıcı bir söylem geliştirmiş olduklarına dikkat çekmiştik.

Ve onların da bir ideolojilerinin bulunduğunu, o ideolojinin adının “devletçilik” olduğunu söylemiştik.

Doğal olarak onlar, “Bizim böyle bir ideolojimiz yok, biz devletçi olduğumuzu söylemiyoruz ki..” demekteler.

İslamcılık karşıtı Batıcı ve Türkçüler’in İslamcı diyerek saldırdıkları isimler de “Biz İslamcıyız” diyerek ortaya çıkmamışlardı.. 

İslamcılık kelimesini kullanmıyorlardı.. 

İslamcılığı anlatıyoruz diyerek ortaya çıkmıyor, (Fethullah'ın aksine sahici biçimde) “din olarak İslam”ı anlatıyorlardı.

Batıcı ve Türkçülere göre, “din olarak İslam” sadece güzel ahlâktan (affedicilikten, merhametten, yardımseverlikten, sevgiden, saygıdan, dürüstlükten) ve irfandan bahsetmeli, “halden yoksun kâl”in vahdet-i vücudçuluk gibi tehlikeli girdaplarında dolaşmalı, devlet yönetimini ilgilendiren konularda ise sözü laikliğe ve Batılı efendilerinin sundukları reçetelere bırakmalıydı.

Zinhar devletten, Şeriat’ten, İslam hukukundan, cihattan, mücahitlikten bahsetmemeli, yani İslamcı olmamalıydı.

Anlatılan İslam, İslamcı (kendisinden yana) olmamalı, "laik devletçi" (siyasal dinsizlikten yana) olmalıydı.. 

Yerli-milli, milliyetçi (Türkçü) olmalıydı..

Zaten “Kâfirle çarpışmayı göze alan müslümana Türk denir”di, mücahid denmezdi.. 

Kendini Türk olarak tanıtman kâfi idi, ayrıca İslam’dan, cihattan, İslam’ın hakimiyetinden bahsetmeye, İslamcılık yapmaya ne gerek vardı cancağızım.. Şimdi yeni şeyler söylemek lazımdı..

O yeni şeyleri de Atatürk (Ata Türk) söylemişti.. Niye soyadında müslim-müslüman yoktu da Türk vardı, anlamak gerekiyordu.

Evet, dindar kesimdeki nüfuz ajanlarının hedefinde İslamcılık vardı, İslam satmıyorlardı ki İslamcı olsunlardı.

Fakat milliyetçilere hiçbir zaman “Oğlum siz milliyetinizi mi satıyorsunuz ki milliyetçisiniz, ülkünüzü mü satıyorsunuz ki ülkücüsünüz, Türk milletini mi satıyorsunuz ki Türkçüsünüz?” demediler.

Onlara alkış tuttular, yalakalık yaptılar.. MHP'den fazla Türkçülük yapmaya başladılar.

Evet, kendilerini “İslamcı değil müslüman” olarak tanıtan bu tipler İslamcı değildiler, devletçiydiler, ideolojileri devletçilikti..

*

Evet, devletçilik..

Bir ara medyanın “Ali kıran baş keseni” olarak Yeni Şafak gazetesindeki köşe yazılarında Türkiye’ye nizam veren Cem Küçük‘ün, kalemini silah gibi doğrulttuğu kişilere verdiği şöyle bir mesaj vardı:

“Benim derdim hükümet ya da iktidar değil, devlet.. Akparti karşıtı olabilirsiniz, onu yerden yere vurabilirsiniz, fakat devlete sonsuz sadakat göstereceksiniz.”

Devlete sonsuz sadakat göstermeyenlerin başına neler gelebileceğini de, ABD ve İngiltere ile onların gizli servislerinin örtülü cinayetlerini emsal göstererek anlatıyordu.

İma ile, Akıllı olun, yani faşist olunbir faşist gibi devletinize kulluk yapın, onu mabud/tanrı belleyin, yoksa hayatınızı bile kaybedebilirsiniz diyordu.

Referansı doğrudan Faşizm ile Mussolini gibi faşist liderler değildi.. Liberal demokrasinin kalesi olarak bilinen ülkeler üzerinden mesaj veriyordu.

Bu arada, kişisel müslümanlığını milletin başına kakmaktan da geri kalmıyordu.

Fakat bu, tuhaf bir müslümanlıktı.. Devlet, iktidar, otoriteye itaat gibi konular söz konusu olunca müslümanlığı buharlaşıyor, yerini, faşizmin buz gibi katı bir versiyonu alıyordu..

Bu “yerli ve milli” faşizmin ilham kaynağı ve “rol modeli”nin “yerli ve milli” olup olmamasını da umursamıyordu, ikide bir ABD ve CIA’i örnek gösteriyordu..

*

Evet, Cem Küçük örneğinin de ortaya koyduğu gibi, malum derin odak için önemli olan, son tahlilde “devletçi” olmanızdı..

İktidarı, rejimi, “düzen“i vs. eleştirebilir, yerin dibine batırabilirdiniz, fakat “devlete sonsuz sadakat” göstermek zorundaydınız.

Devlet denildiğinde akan suların durması gerekiyordu.

Çünkü devlet, kendisine asla toz kondurulmayacak, asla sorgulanamayacak, “la yüs’el“, hikmetinden sual edilmez laik/seküler “tanrı” idi.

Adına tanrı denilmiyordu, fakat ona karşı beslenmesi gereken duyguların tam da “tanrıya bağlılık” türünden birşey olması isteniyordu.

Bir kulun nasıl Tanrı’ya karşı gelmesi, O’nu sorgulaması, O’na karşı çıkması söz konusu olamazdıysa, Tanrı’ya mutlak itaat gerekiyorduysa, devlete de, aynı şekilde kayıtsız-şartsız, mutlak bir bağlılık arzedilmeliydi.

*

Ancak, ortada, İslamcılık‘tan kaynaklanan bir sorun vardı.

İslamcılar, ancak İslam devletine, yani kendisini Allahu Teala’nın emir ve yasakları ile bağlı kabul eden bir devlete (Ki Ehl-i Sünnet ve Cemaat tabirindeki cemaat demek oluyordu) sadakatin ya da bağlılığın caiz olabileceğini söylüyorlardı.

Bu özellikleri taşımayan bir devletle, ancak, zaruretler çerçevesinde ve gönülden bağlı olunmaksızın mesafeli bir ilişki içinde olunabilirdi.

Zaten, İslamî düşünce geleneği içinde devlet kavramı sonradan ortaya çıkmış bulunuyordu.

Devlet, soyut/mücerret bir kavramdı.. Müşahhas/somut düzeyde söz konusu olan, devlet başkanı ve bürokratlar-memurlar topluluğu idi.

Bu yüzden, devlete bağlılık denilen şey, soyut düzeyde kaldığında içi boş, efsunlu ve aldatıcı bir laftı.

İllüzyondu.

Pratikte devlete bağlılık, mevcut devlet başkanına ve bürokratlar-memurlar taifesine bağlılık anlamına geliyordu.

“Devlete bağlılık” abrakadabrası bu noktada çok önemli bir iş görüyor, “Halik’a (Yaratıcı’ya) isyan olan yerde mahluka (yaratılmışlara) itaat yoktur” düstur-u İslamîsinin unutturulmasına yarıyordu.

*

Devam edeceğiz inşaallah.


SELANİKLİ MUSTAFA ATATÜRK’ÜN VAHİDEDDİN'E GİZLİ İHANETİ

  UĞUR MUMCU'NUN DİLİNDEN KARABEKİR-ATATÜRK KAVGASI – 38   Önceki bölümlerde, Selanikli Mustafa Atatürk’ün mütareke döneminde 13 Kasım ...